31 Mart 2009 Salı

Liverpool Efsaneleri 8: Bruce Grobbelaar





Liverpool’un en büyük efsanesi Bill Shankly der ki: “Futbol, hayat memat meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir” John Lennon’ın Liverpool’da doğmuş olması ne kadar tesadüf değilse, başkasının değil de Bill Shankly’nin bunu söylemiş olması da hiç tesadüf değil. Ama Liverpool şehrinin tarihinde en büyük tesadüf aslen bir kriketçi ve paralı asker olan beyaz bir Afrikalı’nın, Bruce Grobbelaar’ın 80’lerde dünyanın en iyi takımı olan Liverpool’un altın çağının unutulmaz kalecisi olması…

1957 yılında insanlığın en çirkin yüzü ırkçılığın demir yumruğuyla yönetilen Güney Afrika’da dünyaya gözlerini açan ve büyük ihtimalle doğarken ağlamayan hatta hayatının kalanında olacağı gibi etrafa gülücükler saçan Bruce Grobbelaar’ın hayatı tamamen tesadüfler zincirinden ibaret…
Aslen Zimbabweli olan Grobbelaar, genç yaşlarında parlak bir kriketçi kariyeri yapmak üzeredir ama bir gün sokakta siyah çocuklarla futbol oynarken aslında hep futbolcu olmak istediğini hatırlar. Aynı günlerde Amerika’dan beyzbolcu olarak üniversite bursu kazandığını öğrenir, ama belki de siyah çocuklarla geçirdiği büyülü dakikalar, dünyanın geri kalanına bedel olmalı ki futbol topunun içindeki saklı dünyayı tercih eder.



Önce Rodezya’da başlayan kalecilik kariyeri, Highlanders’tan sonra Jomo Cosmos’ta devam edecektir. Ancak ırkçılığın tam ortadan ikiye böldüğü Güney Afrika’nın çoğunluğu siyahi oyunculardan oluşan bu takımı, beyaz Bruce’u dışlar. Ne de olsa ilk kez fark ediyordur, o büyülü futbol topunun içindeki dünyalar çocuklar ve yetişkinler için siyah ve beyaz kadar farklı dünyalardır. Shankly haklıdır, futbol hayat memat meselesi değil, daha da fazlasıdır ve Jomo Cosmos takımı için beyazları oynatarak başarıya ulaşmak apartheid rejimine boyun eğmekten farksızdır.
Ama Bruce Grobbelaar söz konusu olduğunda siyah ve beyaz, yazı ve tura gibidir, hayatında gideceği yolu belirlemek için havaya fırlatılan bozuk para bir kez daha tam ortada duruverir: Dışlandığı siyahi futbol dünyasından ucuz işgücü keşfetmeye gelen Kuzey Amerikalılar, Meier, Yaşin gibi ideal kaleci prototiplerine göre ufak tefek sayılabilecek ama eşine daha önce rastlamadıkları atletik yapıda, ele avuca sığmaz Grobbelaar’ı seçerler.
Oysa Grobbelaar son 2 yılını futbola küserek paralı asker olarak geçirmiş, iç savaşın mahvettiği Rodezya’da hayatı boyunca unutamayacağı şeyler yaşamıştır. Ama sivil hayata döner dönmez, en eski dost futbol topunun içindeki dünyaya sığınmış ve seçmelere katılmıştır. İngiltere Milli Takımı eski kalecisi Tony Waiters’ın çalıştırdığı Vancouver Whitecaps takımına transfer olan Bruce, 2. kaleci olarak transfer edilmesine karşın, karşı karşıya pozisyonlardaki başarısı, ceza alanında adeta demir yumruk rejimi kurmasıyla çok kısa zamanda kendini ispatlar ve formayı hiç sırtından çıkarmaz. Bir anda o kadar ünlü olur ki daha ilk sezonu olan 1980-81 sezonunun devre arasında arkadaşlarını ziyarete gittiği İngiltere’de, 80’li yılların en başarılı teknik adamlarından Ron Atkinson’dan bir telefon alır: “Seni West Bromwich Albion’a transfer etmek istiyoruz” Bruce konuşamaz, sadece gülümser ve sonunda çocukluk hayalinin gerçekleşeceğini hissederek kısaca “Tabii ki” der. Ancak yine yetişkinler dünyasının karanlık yüzü karşısına ecinni gibi dikilir. Arayan yine Ron Atkinson’dır: “Allahın belası bürokrasi sana çalışma izni vermiyor. İç savaş falan, aptal aptal hikayeler anlatıyorlar, çok üzgünüm”


Belki de Rodezya’dan canlı çıktığı için, dünyası başına yıkılmaz. Sanki kısa süre sonra yeniden İngiltere’ye döneceğine eminmiş gibi yanında getirdiği eşyalarının büyük bir kısmını Ada’da bırakarak Vancouver’a geri döner.
Thatcherizm’in en karanlık yılları olan 1980’lerin başında çalışma izinleri veren bürokrasi genellikle göçmen karşıtı bir derin devlet olsa da parayı bastıran sermaye eninde sonunda hep kazanan olur. O yıllarda büyük bir atılım içinde olan Crewe Alexandra takımı yöneticileri de gerekeni yaparlar ve Ada’dan ayrılışından 1 ay sonra Bruce’u kiralık olarak İngiltere’ye ithal ederler. 24 maçta forma giyen Grobbelaar, bir de gol atar ve daha da önemlisi en iyi maçını Liverpool’un futbolcu izleme komitesi başkanı Tom Saunders’ın geldiği maçta gösterir. Crewe’deki kiralık dönemi sona eren Bruce Grobbelaar, Vancouver’a döner, eski bir Liverpool’lu olan antrenörü Tony Waiters kendisini beklemektedir:
“Sen bugüne kadar beraber çalıştığım en yetenekli kalecisin. Kaleci takımın yarısı demektir. Ama söz konusu Liverpool olduğunda benim, takımımın ya da burada gerçekleştirmek istediğim futbol devriminin hiçbir önemi yok”



250.000 Pound karşılığı, 1981 yılının soğuk ve tabii ki yağmurlu bir Liverpool sabahı John Lennon havalimanına inen Bruce Grobbelaar, başına geleceklerden habersiz bir şekilde gülümseyerek pasaport kontrol noktasından eline kolunu sallaya sallaya geçer. O artık eski bir iç savaş lejyoneri ya da beyaz bir Afrikalı değildir, o artık Liverpool’un kalecisi, Tony Waiters’ın dediği gibi efsane bir takımın yarısıdır. Belki bu kadarı bile Grobbelaar’a yetip de artacaktır bile ama önümüzdeki 10 yılda yaşayacakları aslında Afrika’daki iç savaştan bile gariptir. İlk olarak efsanevi kaleci Ray Clemence’in arkasında sırasını bekleyen Bruce öncelikle sürekli gülen yüzü ve soğuk İngilizlere gayri ciddi gelen şakacı tavırlarıyla azgın tabloid basının hedefi haline gelir. İlk maçında kendisi gibi ilk kez kırmızı formayı giyen efsanevi Mark Lawrenson’la sahaya çıkan Bruce, Clemence’in Liverpool’un 1 numarası olmanın baskısını daha fazla kaldıramayarak Tottenham’a geçmesi ile bir anda haftanın 3 günü kendisini iki direğin arasında bulur.
Üzerindeki kırmızı formadan mı yoksa her gün arkasında “Asla yalnız yürümeyeceksin” diye bağıran yüzbinlerce Liverpool’lunun baskısından mı ya da her ikisinden mi bilinmez; birden direklerin aralıkları büyür, sanki üst direk gökyüzüne kadar uzanır. Ve yetişkinler dünyasının futbolunun karanlık bulutları omuzlarına çöküverir. Bir maçta onlarca karşı karşıya pozisyonu kurtarmasına rağmen, yağmurun kayganlaştırdığı topun elinden kaçması ve ağlarına girmesi ile manşetlere geçer: “Palyaço”, “Lejyoner”, “Bodur”… Afrika iç savaşında bile böyle ağır sözler işitmemiştir. Ama orada hem bağlı olduğu lejyonun hem de gerillaların çapraz ateşinde yılmayan Palyaço Prens yine yılmamaya kararlıdır.


Yılbaşından sonra adeta yeniden doğan Liverpool, başta takımın çömezleri Lawrenson ve Grobbelaar’ın yükselen form grafiği ile geri kalan 50 puanlık fikstürde sadece 7 puan kaybeder ve şampiyon olur. Bu şampiyonluk sadece herhangi bir şampiyonluk değil, Liverpool’un altın çağının miladıdır da… Aynı sezonda yine harika bir tesadüf eseri Ray Clemence’in kaleyi koruduğu Tottenham’ı 3-1 yenerek Süt Kupası’nı da kazanan Liverpool, sadece Clemence’in yerini doldurmakla kalmamış, zaman zaman hatalar yapsa da modern futbolun prototipi olacak bir kaleci kazanmıştır: Eliyle çok hızlı bir şekilde oyun kurabilen hatta kontrataklarda asist yapan, göreceli kısa boyuna rağmen yan topların mutlak hakimi olan, takımı geri düştüğünde bir libero gibi ceza alanını terk ederek rakip kontrataklarını tam zamanı ve yerinde kesebilen; üstüne üstlük 90 dakika boyunca sürekli gülen yüzü ile takım arkadaşlarını en iyi şekilde motive edebilen bir Palyaço Prens…
1981’den 1994’e tam 627 kez kırmızı formayı giyen Palyaço Prens’in Liverpool kariyerini en güzel özetleyen gün 1984 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası Final maçıdır. Liverpool-Roma arasında, uzatmalar sonucu 1-1 biten maç, penaltılara kalır. Hem 120 dakikanın verdiği yorgunluk, hem de her iki kızıl takımın taraftarlarının yarattığı atmosfer sonucu tüm sinirler gerilmiş, penaltı atışlarına geçilmiştir. Tek bir kişi hariç, herkesin yüzü kaskatıdır. O tek kişi de tabii ki Palyaço Prens’tir. Roma’nın en iyi penaltıcısı Bruno Conti, topu penaltı noktasına dikerken, bir anda kameralar Grobbelaar’a odaklanır: Sanki küçükken siyahi çocuklarla Afrika’da taştan yapılmış kaleler arasında oynuyormuş gibi şen şakrak olan ve muzip muzip gülümseyen Grobbelaar, kameraları fark edince önce bir kahkaha atar, sonra da sanki İtalyan spagettisi yiyormuşçasına kale direğini ısırır. Conti, Grobbelaar’ın yerine geçmesini beklerken artık nasıl gerildiyse, belki de hayatında ilk defa bu kadar kötü bir penaltı vuruşu kullanır. Son Roma penaltısını kullanacak olan Graziani de Conti’den sonra takımın ikinci usta penaltıcısıdır. Ama Palyaço Prens şov devam etmektedir, bu kez bacakları ile garip ötesi hareketler yapan, ördek gibi yürüyen ve ellerini kollarını, bacaklarını sanki sinirleri tamamen boşalmış gibi sallayan Bruce’un fendi Graziani’yi de yener. Liverpool, penaltı atışları sonucu Avrupa’nın bir kez daha en büyüğü olur. En unutulmaz anlardan birisi ise maçın hakeminin bile o anda kendini tutamayıp gülmesidir. Daha sonra İstanbul’daki Şampiyonlar Ligi Finali penaltı atışlarında Liverpool kalecisi Dudek’e ilham olan bu şov, adeta endüstrileşmeye başlayan futbol dünyasına bir ders niteliğindedir: Baskı ve stres sadece performansınızı düşürür, oynarken eğlenmeyi ve eğlendirmeyi unutmayın, çünkü bu bir oyun, belki hayat memat meselesinden bile daha önemli ama eh nihayetinde bir oyun – hem de en güzelinden…

Şampiyon Kulüpler Kupası madalyasını kazanan ilk Afrikalı olan Bruce, Liverpool formasını giydiği 14 yıl boyunca zaman zaman hataları ile gündeme gelse ve tabloid basın tarafından şaklabanlıkla suçlansa da, kulübün altın çağında en başarılı 3 antrenör Paisley, Fagan ve Dalglish’in vazgeçemediği isimlerin başında gelmiştir. Hücum hattı için Rush ne ifade ediyorsa savunma hattı için de Grobbelaar odur. Kendi kuşağının en çok madalya kazanan kalecisi olan Grobbelaar, lakabına yakışır bir biçimde Palyaço Prens’liğini her zaman savunmuş ve Afrika iç savaşında yaşadıklarından sonra futbolun sanıldığı kadar da ciddi bir şey olmadığını her daim dile getirmiştir. Filmlere konu olan kalecilerin penaltı korkusu bağlamında Bruce’un ne kadar haklı olduğu ortada. Hayrettin Demirbaş gibi baskıdan kasılıp kasılıp kafaları direğe vurmaktansa Grobbelaar gibi davranmanın daha doğru olduğu istatistiklerce de doğrulanıyor. Hele bir de 1988-89 sezonunda menenjit olan ve ölümden yakasını zar zor sıyıran bir kaleci söz konusu olduğunda sanırım en iyi kaleciler, futbolu en az ciddiye alan kaleciler olsa gerek. Geçirdiği ağır menenjit hastalığına rağmen 1 sezon sonra kaldığı yerden devam eden Bruce, David James’in transfer edildiği 1994 yılına kadar Liverpool tarihinin en vazgeçilmez 1 numarası oldu. Zimbabwe Milli Takımı’nda forma giymeyi tüm baskılara rağmen bırakmadığı ve Afrika Kupası yüzünde Liverpool’u zorda bıraktığı için kariyerinin sonuna doğru çaptan düşürülen Grobbelaar, daha sonra birçok takımda forma giydi ve antrenörlük yaptı. Birçoğunda başarılı olamayan Bruce, Liverpool’da forma giyen en iyi 100 oyuncu anketinde 17. sırayı alarak ve gelmiş geçmiş en iyi 2. Liverpool kalecisi seçilerek asla unutulmayacağını bir kez daha kanıtladı.

Futbolu bırakmasına yakın hakkında çıkarılan şike dedikodularına da sadece gülüp geçmesi belki de palyaçoluğun tek kötü yönüydü, oyun bitmişti ve palyaço sonunda ağlıyor, makyajı dökülüyordu. Ondan sonra futbol artık bir oyun olmaktan tamamen çıkmış ve büyük, azgın bir endüstri olmuştu. Taraftarlardan çok büyük şirketlerin, tabloid medyanın manipüle ettiği, ne iş yaptığı belli olmayan para babalarının adeta Championship Manager oynar gibi satın aldıkları kulüpleri oyuncak gibi gördükleri bir karmaşa…

Ama yine de İstanbul’daki final maçı bize futbolun daha ölmediğini gösterirken, sanki Grobbelaar’ın ruhu orada endüstriyel futbolu son bir kez daha yenmişti: Şaibeli bir başbakanın oyuncağı olan dünyanın en pahalı takımı, Grobbelaar’ı örnek alan Dudek’in elleri karşısında diz çökmüş, sahadan oyuncağı kırılan şımarık çocuklar gibi boynu bükük ayrılmıştı. Kazanan güzel oyundu, asla yalnız yürümeyenlerdi. İşin garibi Bruce Grobbelaar da o gece sahiden İstanbul’daydı…


2 yorum:

flyingdupe dedi ki...

Çok güzel yazılar, Gerrard ıda 4 gözle bekliyorum, eline sağlık.

Emre Ozucoskun dedi ki...

olağanüstü bir yazı!! bir liverpoollu olarak zevkten 4 köşe okudum...