19 Haziran 2008 Perşembe

Galatasaray ve Fenerbahçe neden birbirinden nefret eder: FB-GS dünya derbisi ise Barça-R.Madrid feza derbisi mi?


Sadece Türkiye’de “dünya derbisi” muamelesi gören bizim yerel derbiyi izlerken, bir kez daha neden Fenerbahçe ve Galatasaraylıların birbirlerinden bu kadar nefret ettiğini anlamaya çalıştım. İki takımımız arasında en küçük bir siyasi dava yoktu, her ikisi de Kurtuluş Savaşı’nda kendince mücadele etmiş, hiçbiri ne sağın sembolü Menderes’in ne de solun idolü Deniz Gezmiş’in asılmalarına en ufak bir kurumsal tepki göstermemişti. Aleviler özellikle Galatasaray ya da Fenerbahçe’yi tutmuyordu. İşçiler ve patronlar, ev sahipleri ve kiracılar sosyal sınıf savaşında esirgedikleri mücadeleyi her iki takımın formalarını eşit bir şekilde giydiklerinde ölümüne sergiliyorlardı. Bir kez daha anladım ki Türkiye’de futbol sadece futboldu ve de sadece potansiyel şiddet dozu yüksek olduğu için “dünya derbisi” olduğunu sandığımız FB-GS yerel derbisi bunun en somut örneğiydi.

Skor basınımız her ne kadar FB-GS ezeli rekabetine trajikomik bir şekilde “dünya derbisi” misyonunu yüklemeye çalışsa da aslında bizim derbi tıpkı Liverpool-Manchester United derbisinde olduğu gibi sadece bir skor rekabeti, daha fazlası değil… Maçtan sonra yapılan tüm espriler, yorumlar da skortif karakterliydi: Evet, Feldkamp’ın beğenmediği Orkun kalesinde devleşmese Fenerbahçe yine tarihi bir fark atabilirdi ama skor tabelasındaki fark, dünyanın geri kalanını sadece bir dakikalık bir özet görüntüye sığacak kadar ilgilendiriyor. Dünya derbisi deyince skor sadece bir ayrıntıdır çünkü bir dünya derbisinde önemli olan iki ezeli rakibin birbirini kaç farkla yendiği değil, hangi farklı görüşü, hangi farklı dünyayı, hangi farklı futbol dinini temsil ettikleridir.

Eğer FB-GS derbisi, skor basınımızın Türk’e Türklük propogandası yaparak iddia ettiği gibi bir dünya derbisiyse, o zaman Barcelona-Real Madrid arasındaki ezeli rekabet “El Classico” derbisi tüm evreni, uzayı ilgilendiren bir tarihsel varoluş meselesidir. Dünyayı durdurmaya çalışan muhafazakarlarla, değişmeyen tek şey olan değişimin kendisini daha da hızlandırmaya çalışan başka bir dünyayı talep edenler için futbol sadece futbol değildir, bir hayat memat meselesinden bile çok daha önemlidir. Barcelona teknik direktörlerinden Bobby Robson’ın bir zamanlar dediği gibi Barselona şehri bağımsız bir futbol ülkesidir ve FC Barcelona da onun ordusudur. Madalyonun diğer yüzündeki Real Madrid de tüm çabalarına rağmen ateşli silahların başaramadığını silahlar yerine paha biçilmez futbol ayaklarının, kafalarının, taktiklerinin Barcelona karşısına diktiği tarihsel futbol ordusudur.



Tarihsel açıdan önce Real Madrid’in tohumları futbol dünyasına atılır. Madrid’e futbolu getirenler başını Cambridge’li ve Oxford’lu Britanyalı öğrencilerin çektiği gençlerin kurduğu Football Sky kulübüdür. O zaman Madrid’de futbol öylesine büyük bir yeniliktir ki futbol da sadece futboldan ibarettir. 1920’ye kadar birçok kez kendi içinde defalarca bölünen ve isim değiştiren “Futbol Gökyüzü” takımı 1920’de Real Madrid’e dönüştüğü andan itibaren artık Madrid’de futbol sadece futbol olmaktan çıkmış, iç savaşın eşiğindeki İspanya’da kral ve kraldan çok kralcılar bir zamanların futbol delisi öğrencilerin takımını kralcıların futbol gücü olarak kutsamıştır. 16. yüzyılda dünya tarihinin ilk modern anlamda global imparatorluğu olan sömürgeci İspanya’nın merkezi Kastilya bölgesindeki kral ve diğer tutucu siyasi güçler, futbolun içinde barındırdığı toplumsal gücü keşfedip Real Madrid’i evlat edindiklerinde iç savaşın arifesinde Pandora’nın kutusu gibi tehlikeli futbol savaşını da başlatmış olurlar.

Diğer yandan İspanya’nın bir zamanlar en ileri bölgesi olan Katalonya, Fransız Devrimleri’den sonra kendisini yeniden keşfetmekle meşguldur. Ekonomik bağlamda Kastilya ve Madrid’den hiçbir eksiği olmayan bölgenin ruhsal başkenti Barcelona, iç savaş öncesinde bambaşka bir dünyayı soluyordur. Avrupa kıtasındaki ikinci bir kültürel, siyasi rönesansın merkezi olan şehir, Avrupa’nın tüm maceracı ruhlarının toplandığı uçsuz bucaksız bir düşünce tarlasıdır. Bu Barcelona’ya göç eden maceraperestlerden en ünlüsü olan Hans Gamper, şehre geldikten kısa bir süre sonra Barselona’ya duyduğu aşk yüzünden adını bir Katalan ismi olan Joan Gamper’le değiştirdiğinde FC Barcelona’nın temelleri atılmış olur. “Sürgündekiler” anlamına gelen Los Deportes gazetesine verdiği ilanda Barselona şehrine yakışır bir futbol takımı kurmak istediğini ilan eder. İlana cevap veren aralarından birinin adının Carles Puyol olduğu sporcularla bir araya geldiğinde, 29 Kasım 1899’da FC Barcelona efsanesi doğar. İlk yıllarında diğer takımlara göre son derece fakir olan kulüp, yok olma aşamasına geldiğinde kulübü kurtaracak olan yine Joan Gamper’dir: “Barcelona’nın ölmesine asla izin veremem, bu takım bir kulüpten çok daha ötesidir. FC Barcelona, ruhsal merkezi Barselona olan Katalonya’nın, ‘öteki İspanya’nın ta kendisidir. FC Barcelona’nın misyonu Katalonya’ya, insanlığın özgürlük savaşına hizmet etmektir. Bu misyonu gerçekleştirmek için başkan oluyorum”

Artık Barcelona takımı, şehrin ruhunda doğan ve İspanya’nın kalanına yayılan cumhuriyetçilik, demokrasi, insan hakları, laiklik, bölgesel otonomi, kültürel özerklik, sosyalizm, sendikalizm, hümanist anarşizm gibi modern dünyanın en anlamlı çığlıklarını haykıran bir futbol ülkesidir. Buna karşın kralın ve kraldan çok kralcıların merkezi olan Kastilya’dakilerin bağrına bastıkları Real Madrid, %100 İspanyolluğun, merkeziyetçiliğin, muhafazakarlığın, kilisenin, Katolikliğin ve Rivera’nın kilise soslu askeri diktatörlüğünün temsilcisine dönüşür.

1936’da İspanya İç Savaşı başladığında ise artık her iki futbol takımı arasındaki rekabet tarihin geri kalan bölümünde asla sadece futbol topuna sığmayacak kadar büyümüştür. Barselona’da filizlenen solcu Halk Cephesi, Rivera diktatörlüğünü devirip cumhuriyeti ve başta Katalonya olmak üzere İspanya’yı oluşturan tüm bölgelerin otonomisini ilan ettiklerinde, Kastilya’daki muhafazakar geleneklerin hepsi sağcı general Franco’nun etrafında toplanır. Aslında kimse Real Madrid’de oynayanlara ya da kulübü yönetenlere “Franco mu, Cumhuriyet mi?” diye sorma zahmetine bile katlanmamıştır. O zamanki Real Madrid başkanı olan Cumhuriyetçi’leri destekleyen solcu Rafael Guerra da Barcelona başkanı Josep Sunyol gibi Franco’nun karanlık güçlerinin işkence odalarında aynı acı kaderi paylaşacaktır.



Ama bu olay, her iki kulüp arasındaki son ortak noktadır. Cumhuriyetçiler, Franco zulmüne karşı dünyanın dört bir yanından aralarına katılan gönüllüler ile beraber mücadele ederken FC Barcelona’yı “İspanya Cumhuriyeti’nin elçisi” sıfatıyla Meksika ve Amerika’ya gönderirler. Takımın başında İrlandalı bir cumhuriyetçi olan teknik direktör Patrick O’Connell vardır. 1925 yılında bir maçtan önce Barcelona taraftarları Kralcı İspanya marşını yuhaladığında başkan olan Gampar, Rivera diktatörlüğü tarafından “İspanya’nın düşmanı dış mihrak” ilan edilerek sınır dışı edilmişti. Bu olaydan sonra kulübün menfaatlerini kendi hayatının önünde tutarak istifa eden ve İsviçre’ye dönen Gampar intihar ettiğinde kulüp ekonomik olarak çok zor bir döneme girmişti. O’Connell yönetiminde Meksika ve Amerika’da oynadığı maçların hasılatıyla ayakta kalan Barcelona bir kez daha küllerinden doğarken, O’Connell da Gamper’le aynı kaderi paylaşarak Londra’da bir sokakta beş parasız açlıktan ölecekti.

İspanya İç Savaşı’nda bir milyona yakın insan hayatını en acı şekilde kaybederken, Madrid’de doğmasına rağmen uzun süre Barselona’da yaşayan ve adı Katalonya direnişiyle özdeşleşen Picasso, savaşın resmini, efsanevi Guernica tablosunu yapacaktı. Picasso’ya göre resmi “yapan” kendisi değil Franco ve ona yardım eden Naziler’di. Başta Katalonya olmak üzere iç savaşın yaraladığı tüm yüreklerde direniş Guernica ve FC Barcelona’nın bayraklarında sonsuza kadar sürecekti.

Nazilerden fazlasıyla yardım alan Franco, iç savaşı kazanıp diktatörlüğünü ilan ettiğinde başta Katalanca olmak üzere Barselona’yı temsil eden ve Barselona’nın temsil ettiği her şey yasaklanmıştı. Yasakları delmeyi düşünmenin bile sonucu idamdı. Daha önce kralcı marşı yuhaladığı için başkanı sınır dışı edilen, puanları silinen FC Barcelona için o günler bile Franco rejiminin yanında kulübün altın çağıydı. 8 sezonda 6 kez Katalanya şampiyonu olmuşlar ama Real Madrid’le oynadıkları resmi maçların sadece 4’ünü kazanabilirken 13’ünde sahadan yenik ayrılmışlardı. Franco, demir yumruğunu ilk olarak İspanya’daki “bölücü Katalan isyanı”nın merkezi olarak gördüğü FC Barcelona’ya indirmiş, önce kulübün sosyal tesislerini bombalatmış, sonra da Cumhuriyetçi iktidar zamanında İspanya’nın elçisi sıfatıyla Amerika turnesine giden takımda forma giyen oyuncuları vatandaşlıktan atmıştı.

Buna karşın, Real Madrid’in içindeki tüm kendisine muhalif unsurları yok eden Franco, kulübün yönetimine de kendi adamlarını yerleştirdi. Tüm İspanya’da Katalanca ve Katalan isimler yasaklanırken, Nou Camp’tan önce FC Barcelona’nın mabedi olan Les Corts, Katalanca’nın gizli de olsa konuşulduğu tek yer olmaya başladı. 1943’teki İspanya Kral Kupası yarı finalinde Barcelona, Real Madrid’le eşleşecek ve ilk maçı 3-0 kazanacaktı. Rövanş maçından önce ise Franco’nun devlet güvenliği direktörü, Barcelona oyuncularını yanına çağırdı: “Size bir hatırlatma yapmak istiyorum. Unutmayın ki sizlere hayatınız bağışlandıysa ve futbol oynamanıza izin veriliyorsa, bunların hepsi de Franco’nun insani cömertliği sayesinde. Rövanşta merhametimizi zorlamayın”

Rövanş maçı, Franco’nun “uyarısı”ndan sonra 11-1 Real Madrid’in üstünlüğüyle sonuçlandı! Santiago Bernabeu, 1945’te Franco’ya yakın çevrelerin önerisiyle Real Madrid başkanlığına getirilmiş, kulüp İspanya’daki tüm takımların toplamı kadar büyük bir bütçeye sahip olmuştu. Buna rağmen Real 1954’e kadar tam 20 sene La Liga’da şampiyonluk yüzü görmedi. Aslında o zamanlar dünyanın en büyük futbolcusu olan Di Stefano’yu son anda Barcelona’nın elinden “çalmasalardı”, 1954’te de şampiyon olamayabilirlerdi. Arjantinli futbol virtüözü, 1953 yazında Barcelona’yla anlaşmış, kulübü Millonarios, çetin geçen pazarlıklardan sonra o zamanlar dünyanın en büyük futbolcusu olan oyuncularını Barcelona’ya satmıştı. Di Stefano, Barcelona’ya imza attığında FIFA bu transferi onaylayacak ancak son anda İspanya Futbol Federasyonu bu transfere engel olacaktı. Federasyon önce, yabancı oyuncuların İspanya’da forma giymesinin yasak olduğunu ileri sürdü, Barcelona federasyonla görüşürken ise Santiago Bernabeu devreye girerek Di Stefano’yu Real Madrid’e transfer etti. Arjantinli futbol virtüözü, bir hafta sonra Real formasıyla Barça’ya 3 gol atarken, Franco rejimi bir kez daha Barça’nın hayallerini çalmış ve “kendi” takımları olan Real’e Di Stefano’yu hediye ederek, 1954 ve 1955’in La Liga şampiyonunu önceden belirlemişti.



İspanya Federasyonu’nun Di Stefano “darbesine” rağmen 1950’li yıllarda Barcelona, Real’e meydan okumaya devam edecek, her iki ezeli rakip 4’er kez La Liga şampiyonu olacaktı. Bunda iç savaştan sonra insanların yüreğinde tam ortadan ikiye bölünen İspanya’daki soğuk savaşın da büyük etkisi vardı. Artık her İspanyalı, önce kendi takımını sonra da Real ve Barça’dan bir tanesini tutuyordu. Solcular, özerklik yanlıları, insan hakları savunucuları için Barça’nın Real’e attığı her gol, Franco diktatörlüğünün duvarına vurulan bir çekiçti. Diğer yandan ise Real Madrid’in başarıları, tarihi imparatorluğun, merkezin, krallığın “bölücü asiler”in kafasına indirdiği balyozdu.

1960’lı yıllar Barça tarihinin “Celali isyanları” dönemi oldu, kulüp öncelikle Di Stefano transferinden kaynaklanan iç çalkantılar ile istikrarlı bir istikrarsızlığa mahkum olurken, “can düşmanı” Real Madrid, Di Stefano’nun yanına eklediği Puşkaş, Gento gibi gelmiş geçmiş en büyük futbol sanatçılarından oluşan kadrosuyla fırtına gibi esti. 1960’lar aynı zamanda “El Classico”nun Avrupa Kupaları’nda da eşsiz bir futbol rekabetine dönüşmesine tanıklık etti. Barça, Real’le “daha eşit şartlarda karşılaştıkları” Avrupa Kupaları’nda, bir kez rakibini yenerek Avrupa şampiyon olmuş, buna karşın Real o yıllarda yaşadığı sayısız Avrupa şampiyonluklarından birini Barça’yı yenerek kazanmıştı.

Real kasırgası başta İspanya olmak üzere tüm Avrupa’da tüm şiddetiyle eserken La Liga’da en son 1960 yılında şampiyon olan Barça, 1974’te yeniden doğacaktı. El Classico tarihinin en büyük rövanşını bizzat Johann Cruyff olabilecek en anlamlı şekilde aldı. O yıl, dünyanın en iyi futbolcusu olarak gösterilen Hollandalı futbol tanrısı, Real Madrid kendisini ısrarla transfer etmek istemesine rağmen, herkesi şaşırtarak Barcelona’ya imza attı. “Asla, ne kadar para verirlerse versinler, Franco gibi bir katilin takımında oynamam” diyerek İspanya’ya gelen Cruyff, önce muhteşem futboluyla Barcelona’yı 14 yıl sonra şampiyonluğa taşıyacak sonra da oğluna Barselona şehrinin azizi Jordi’nin adını vererek tarihin akışını değiştirecekti. Barça, Santiago Bernabeu’da Real’i Cruyff’un tanrısal yeteneğiyle 5-0’lık hezimete uğrattığında tarih yeniden yazılıyordu. Cruyff, Franco’ya hayatında yediği en anlamlı tokadı atmış, çatırdamakta olan diktatörlüğü ilk olarak futbol sahasında devirmişti. Aynı günlerde Franco’nun hastalanması ve bir sene sonra ölmesi Barça’lılar için son derece anlamlıydı: “Cruyff o kadar güzel oynadı ki Franco acısından öldü.”



Franco’nun ölümünden sonra Juan Carlos’un İspanya’yı demokratikleştirme sürecinde her iki kulüp arasındaki rekabet azalmadı hatta artarak devam etti. Endüstriyel futbol çağında Barça ve Real, dünyanın en zengin ve en başarılı iki takımına dönüştü. 2000 yılında Barça kaptanı olan Portekizli Figo’nun daha fazla para uğruna Real’e transfer olmasından sonra Barcelona’lıların Figo’ya fırlattıkları kesik domuz başı karşılıklı nefretin en somut görüntüsü oldu. Her ne olursa olsun, futbol sanatı adına en güzel maçlar hep Real Madrid-Barcelona arasında oynandı. Bu sonsuz rekabet, İspanya’nın önce askeri darbecileri yargılayıp mahkum ederek başlattığı demokratikleşme ve bölgeler arası eşitliği Avrupa’nın kalanına örnek teşkil edecek bir biçimde yeniden tesis etme sürecinde Avrupa’nın en güzel futbol oynanan ligini yarattı.

Biz küçükken Santillana’lı, Butragueno’lu Real Madrid fırtınası vardı. Cruyff bir kez daha bu kez teknik direktör olarak Barça’ya dönüp, futbol sanatı adına gelmiş geçmiş en görkemli futbol takımını yaratana kadar Real Madrid’i oynadığı futboldan dolayı severdik; o zamanlar Franco’dan haberimiz bile yoktu. Sonra bir gün kendi babalarımızın da bizim Franco’muz olan Kenan Evren’in zindanlarında uğradığı eziyetleri öğrendiğimizde, tarih yüzümüze çok fena bir tokat attı. Redondo’ya, Roberto Carlos’a, Zidane’a rağmen Real’i sevmeyi ayıp saydık, bir anda en fanatik Barça’lı olduk. Halbuki bir zamanlar, Real Madrid başkanı olan Rafael Guerra da Franco zulmüne maruz kalmış, babalarımız gibi ülkesinden sürülmüş, vatandaşlıktan çıkartılmıştı. Bir El Classico’da Figo’nun kafasına atılan kesik domuz başının gölgesinde Guerra’ların, O’Connell’ların, Gamper’lerin, Sunyol’ların, Di Stefano’ların başrolde olduğu hiç bitmeyecek en güzel futbol filmine tanıklık ederken Fenerbahçe ve Galatasaray’lıların birbirinden neden bu kadar nefret ettiğini boşuna anlamaya çalıştık.

Kalecilik başlı başına bir deliliktir: Ravelli


Francis Bacon’ın demek istediğini en iyi Ravelli anlar: “İnsan tabiatında akıllıktan ziyade delilik vardır”. Nicolas Boileau’ya da hak verir Ravelli: “Hayat delilerle doludur; deliliğe rastlamak istemeyen kendisini evine hapsetse de yetmez, aynı zamanda evdeki bütün aynaları da kırması gerekir…” Ama yine de Ravelli’nin durumunu en iyi Schumacher anlatabilir: “Kalecilik başlı başına bir deliliktir. Sahanın diğer ucunda dünyaları kaçırıp kazara da olsa bir tane gol atmayı başaran forvet kahraman olurken, sen dünyaları kurtarır, bir tane yiyince rezil olursun. Buna bile bile devam etmek delilik değilse, delilik nedir ki?”

Son sözü Schumacher’in demek istediğini yıllar önce formüle eden Einstein söyler bu tartışmada: “Delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir” Tam 22 yıl aynı şeyi yaptı Thomas Ravelli… 143 kez İsveç Milli Takımı’nın kalesini korudu.. Eğer maçlardan önce doping kontrolü değil de psikolojik testler yapılsaydı, Ravelli çoktan bir akıl hastanesinde alırdı soluğu. Üstelik orada diğer delilerle maç yaparken bile diğerleri onun yanında ilim adamı kalırdı!

İlk olarak o anda fark etmiştim Thomas Ravelli ile küçüklüğümüzün en çok iz bırakan dizi filmlerinden A Takımı’ndaki deli Murdock’ın birbirlerine tek yumurta ikizi gibi benzediklerini… Herkes Kennet Andersson, Brolin, Larsson ve Dahlin’den bahsederken kaş göz arasında İsveç’i Dünya Kupası’nda yarı finale kadar taşıdığı Romanya maçının o kırılma anında… O anda bir tımarhanenin bahçesinde topun olmadığı hayali bir maçta oynuyormuşçasına kahkahalar atan Ravelli’nin karşısında gelmiş geçmiş en büyük futbol sanatçılarından George Hagi vardı… Daha birkaç maç önce orta sahayı geçer geçmez sol kanattan yaptığı şandelle dünyanın en iyi kalecilerinden birisi olan Oscar Cordoba’yı avlamıştı Karpatların Maradonası… Korkmamak mümkün değildi top Hagi’nin ayağına geldiğinde… Ama Ravelli o anda önce sol köşeye doğru atlamış, sonra da top sağ tarafına doğru falso alınca yüzündeki binlerce çılgına pabucunu ters giydiren ifade ile havadayken sağa doğru 180 derece kıvrılıp şimşek gibi gelen topu kurtarmıştı. Üstelik topu çelmemiş, şimşeği çeken paratoner misali topu patlamış gibi ellerinde küçültmüş, 23 Nisan kutlamalarındaki Polonya halk danslarını andıran hareketler yaptıktan sonra dönebilecek muhtemel bir topu tamamlamak isteyen Dimitrescu’nun saçlarını okşamaya başlamıştı… O anda o hareketin aynısını hiçbir futbolcu değil, sadece A Takımı’nda Murdock senaryo gereği yapabilir ama en fazla Ravelli kadar inandırıcı olabilirdi. Ravelli o andaki yüz ifadesinde ne Hagi’nin ustalığını aşağılamış, ne de Dimitrescu ile alay etmişti. O anda sadece deliliğin nasıl da en kestirme bir kaçış yolu olduğunu tüm dünyaya haykırmış, sonu olmayan, hiç bitmeyen yolda dörtnala giderken tüm dünyaya yakalanmıştı.

Nasıl A Takımı’nın her bölümünün başında çetenin yakışıklısı Face bir şekilde Murdock’ı akıl hastanesinden kaçırıp maceraya dahil ediyorsa, sanki Brolin ve Kennet Andersson da her maçtan önce Ravelli’yi kapattıkları tımarhaneden bir şekilde kaçırıyor, maçlara getiriyordu! Nasıl Murdock olmasa A Takımı, hiçbir suçluyu yakalayamazsa, Ravelli olmasa da İsveç çoktan elenebilirdi… İşin garibi İsveç’in siyahi oyuncuları Dahlin ve Henrik Larsson bile Ravelli kadar ateşli ve çılgın değillerdi. Aksine İskandinavya’ya özgü ölümcül bir soğukkanlılık ile siyah ırklarının Allah vergisi süper yeteneklerini birleştirip yeni bir İsveç rüzgarı estiriyorlardı. Yıllar sonra öğrenecektik ki 90 dakikanın tek bir saniyesinde bile klasik bir İsveçli gibi davranmayan ya da davranamayan Thomas Ravelli aslında etnik olarak bir İsveçli değildi zaten.

Soyadından da anlaşılacağı gibi aslında İtalyan kökenli olan Thomas Ravelli, 13 Ağustos 1959 günü Vaxjö’de dünyaya gelmiş, önce şansını marangozlukta denemiş, kısa bir süre sonra da kaleciliğe başlamıştı. Büyük ihtimalle kale dışında bir mevkide oynasaydı, Pascal Nouma ve Hasan Şaş bile Ravelli’nin yanında en fazla bir Ergün Penbe ya da Oğuz Çetin kadar hırçın kalırlardı… Belki de o yüzden Thomas Ravelli’yi daha futbol topuyla haşır neşir olmaya başladığı ilk andan itibaren kaleye hapsetmişlerdi.

Ama sorun birçok akıl hastalığı vakasında olduğu gibi Ravelli’nin çocukluğunda falan da değildi. İkiz kardeşi Andreas da kendisi gibi futbolculuğu seçmiş, o da İsveç Milli Takımı’nın formasını defalarca giymiş ama bir kez bile ne top toplayıcı çocuğu dövmeye kalkışmış, ne de rakibi topu dışarı atınca gidip kahkahalar atarak başını okşamıştı. Sadece aynı gün doğmuşlardı, hepsi buydu!

Belki de iki direğin arasına hapsedilmek deliliğe özgü bir lanetle, müebbetle cezalandırılmış olma durumuyla eş anlamlıydı, o yüzden Thomas Ravelli değil ikiz kardeşine, yeşil sahalara ayak basmış hiç kimseye benzemedi. Schumacher artık bir daha iyileşemeyecek kadar delirdiğinde Türkiye’ye kaçmış, Zubizarretta Barça’nın kalesini hiç bitmeyecek bir tufana terk ederek Valencia’ya sığınmıştı. Ravelli de tıpkı onlar gibi yediği her golden sonra kendisini daha da lekelenmiş hissedecek, istatistik bilimi onun için de bir yerden sonra kaleci kıyımı ile aynı anlama gelmeye başlayacaktı. Ama kaçacak başka bir yeri yoktu Ravelli’nin… O çoktan sonu olmayan bir yola girmiş, Thomas Ravelli olmuştu. Kariyerinin son yılı hariç sadece İsveç Ligi’nde kalecilik yaparken, başka bir ligde Ravelli’nin Ravelli olarak kabul edilmeyeceğini adı gibi biliyor, iki direğin arasındaki o huzurlu bataklıkta hiçbir zaman normal insan taklidi yapmaya çalışmıyordu. Son yıllarında Amerika’nın Tapma Bay Mutiny takımında forma giyerken de aniden “Motivasyonumu kaybettim, burada her şey çok normal ve sıkıcı” diyerek aniden futbolu bırakırken de normal insan taklidi yapmaya tenezzül etmeyecekti.

Belki de sadece içinde yeşermiş futbol oynama, topları yakalama sevincinden sürekli gülüyordu Ravelli… Hele hele söz konusu olan penaltılarsa kalecinin topu yakalaması normal bir insanın gökyüzünden düşen yıldırımı, çakan şimşeği yakalamaya çalışmasına benziyordu Schumacher’in de dediği gibi… Ama Ravelli, kalecilerin müzmin penaltı korkusunu yenerken, sadece kendisine özgü korkusuzlukla deliliğin birbirine teğet geçtiği ince çizgilerde tüm 1 numaraların makus kaderini değiştirdi farkında olmadan da olsa. O Romanya ile oynadıkları çeyrek finalin maçında sanki penaltıları atanlarla, tutmaya çalışanlar yer değiştirmiş… Kalesinde her an penaltıyı kullanacak oyuncuyu öldürmeye hazırmış gibi bakan Ravelli karşısında Rumen oyuncular, eskiden kalecilerin olduğu gibi kurbanlık koyunlara benzemişlerdi. Bu bir kadının bir erkeğe tecavüz etmesi, ya da bir adamın köpeği ısırması kadar eşine az rastlanır bir durumdu. O esnada Ravelli’nin gözlerinden yayılan hiddet karşısında, sadece Rumenlerin değil, hangi milletten olursa olsun herkesin eli ayağı titrer, kale daha önce hiç olmadığı kadar küçülür, kaleci de bu kadar devleşirdi.

Sadece kaleciliğin çocuk doğurma ya da sünnet olma anları gibi olan penaltılar esnasında değil, yan toplarda, cepheden gelen şutlarda, karşı karşıya kalınılan pozisyonlarda da Thomas Ravelli sadece kendisine özgü bir kalecilik bienali sergilerdi. Çoğu zaman bir yan topa çıkarken, önce kendi savunma oyuncularını iter kakar, sonra da rakip oyunculara bağırıp çağırmaya devam ederken, kimsenin yükselmeye cesaret edemediği kadar yükseklerde adeta asılı durup bir şekilde topu yakalardı. Degaj anları ise Ravelli’nin maçlara attığı asla futbol hafızalarından silinmeyecek en çılgınca imzalarıydı. Önce topu sanki patlakmış gibi tüm hiddetiyle sektirir, o kadar koşup nefes tüketmesinin acısını o anda toptan çıkartır, sonra da hiçbir şey olmamışçasına bir sirkteymiş gibi belinin arkasından çevirirdi. O anda tüm savunması hiç olmadığı kadar rahatlar, herkes maç yeni başlıyormuş gibi sahaya yayılırdı. Önce takım arkadaşlarının hepsinin ileri gitmesini işaret eden Ravelli, herkesin ileri gittiğine ve etrafta hiç rakip oyuncu kalmadığına emin olduğunda birden topu eliyle en yakın takım arkadaşına atar, herkesi ter köşeye yatırırdı.

Hani o yaptığı hareket maçın kırılma anındaki bir gol pası olsa herkes anlardı ama sadece oyunu başlatan bir pastı işte! Ama aslında tüm o anların toplamına bakınca o son derece basit ve saçma gözüken Ravelli’nin oyunu başlatan paslarının aslında İsveç’in yarı finale kadar gelmesinde oynadığı rol hiç gözükmediği kadar hayatiydi. İsveç kontrataktan tek bir gol dahi yemezken, rakip kalede kornerlerden gol aradığı anlarda bile Ravelli’nin kontrolünde bir nevi “kontradefans” organizasyonu yapıp maçı sürekli kontrolü altında tutardı.

Bir de o unutulmaz degaj anlarından bazılarında, sonradan Oscar Cordoba ile özdeşleştireceğimiz ani kontratak uzun pasları vardı. Bu kez top eline geçer geçmez sanki önündeki rakipler insan etinden değilmiş de pamuk ya da keten yığınındanmış gibi adeta içlerinden geçerek penaltı noktasına kadar gelir, topu atacağı arkadaşına değil de sadece elindeki topa bakarak aklınca rakiplerine bir kaleci olarak feyk atardı. Yine o anda dışarıdan bakınca son derece anlamsız ve saçma gözüken bu hareketten sonra Larsson, Dahlin ya da Andersson, Ravelli’nin tek topuyla buluşup golü attığında Ravelli’nin yıllardır deli taklidi yaparak hepimizi uyuttuğuna ve aslında tam da bu yüzden en akıllımız olduğunu düşünmekten kendimizi alamazdık.

Birçok pozisyonda biz “Top kaleye girecek bu deli Ravelli neden atlamıyor?” diye düşünürken bir anda sanki Kremlin kapısında nöbet tutan Rus askerleri kadar ciddi ve sert bir edayla büyük büyük adımlar atarak yürümeye başlar; sonra da top auta çıktığında kameraya dil çıkarırdı. İşte o anlarda Ravelli’nin aslında deli mi yoksa dahiyane bir kaleci mi olduğunu bir türlü hiç anlayamazdık. Belki de o anda bunun nedeni daha önce hiç la Rochefoucauld okumamış olmamızdı. Sonradan okuduğumuzda Ravelli’yi Ravelli yapan en önemli gerçeği nihayet anlayabilecektik: “En yaman delilik, en yaman akıl ve hikmetten doğar”mış meğerse!

Rochefoucauld’dan sonra neden sürekli olarak rakip forvetlerle karşı karşıya kaldığı pozisyonlarda topu kurtardıktan sonra oyunu başlatmak yerine rakibinin suratına bağırıp çağırmasının da sırrını çözdük. O andan önce biz Ravelli’nin sadece bir tek golü kurtardığını sanırken o aslında rakip forvetin suratına haykırdığı anlarda rakibini psikolojik olarak bitirerek onlarca muhtemel gol pozisyonunu daha doğmadan önlüyordu. Belki de o yüzdendi, forvetler topu kalesine sokamayıp dışarı attığında, çılgınca kahkahalar atıp bir anda dans etmeye başlaması ya da felç olmuş gibi kasılıp kalması; Yaşin, Dassaev, Meier gibi mükemmel kaleciler varken kendisine Grobbelaar’ı örnek alması…

Aslında Ravelli’nin o anlarda bize kusurmuş gibi gelen hareketleri, Fransız filozof Alain’in dediği gibi bizim büyütülmüş kusurlarımızdan daha fazla bir şey değildi. Hangimiz kaleye geçtiğimizde sıkılıp rakiplerimize dil çıkarmak, auta çıkan topun arkasından Prodigy çalıyormuş gibi dans etmek istememiştik ki? Sahada geriye kalan herkes bir dersin teneffüsündeki gibi oradan oraya koşarken, sürekli iki direk arasında kalmak başlı başına ölümcül bir sıkıntı değil de neydi ki? İşte Ravelli, yaptığı her hareketinde o ölümcül sıkıntıyı bir daha peydahlanmamak üzere öldürmüş, kaleciliğe bile neşe katmayı başarmıştı. Bunu yaparken de ne zamanının diğer iflah olmaz deli kalecileri Higuita gibi olmayacak yerde top kaptırıp takımının gol yemesine sebep olmuş, ne de eliyle çok rahat tutabileceği bir topu ayaklarının arkası ile çıkartmaya çalışıp kalbimize indirmişti. Sadece kaleden akılla deliliğin aslında tek yumurta ikizi olduğunu haykıran sonsuz bir neşe yaymıştı etrafa. Tüm bunları yaparken de kaşla göz arasında Murdock misali filmin kırılma anının gizli kahramanı olmuş, Göteborg’u defalara şampiyonluğa, İsveç’i de tarihinde ilk ve şimdilik son kez Dünya Kupası Üçüncülüğü’ne taşımıştı.

Belki de en iyi biz Türkler anladık Ravelli’yi… Belki de o yüzden haftalardır F Dergisi okuyucuları sürekli Ravelli’yi yazmamız için bize mesajlar yolluyorlar. Biz Türkler ki yetiştirdiğimiz en iyi kaleci olan Rüştü’yü bile birkaç kez hatalı gol dedi diye ezeli kovalığa, tavukkaralığına terfi ettiriyoruz, o zaman kalecilik söz konusu olduğunda bizi ancak Ravelli paklar… Bir İsveç-Türkiye maçında yine kalesinde sıkılıp sahaya giren yasa dışı pankartlı göstericiyi sanki kendisi saha komiseriymiş, gösterici de tavukmuş gibi paketlemekten beter edip bir de asıl görevlilere teslim ederken paket fiyongu yapıyormuş taklidi yapan Ravelli… Dünya Kupası Yarı Finali’nde karşısında sadece o zamanın değil tüm zamanların golle en eşanlamlı oyuncularından Romario ile karşı karşıya kalıp topu çelmeyi başardığında Dünya Kupası’nı kazandıran penaltıyı kurtarmış gibi delice kahkahalar atan Ravelli… Çoğu zaman adeta kaleci olduğu için kendisiyle alay ediyormuş gibi kafasına hasır şapkalar takan, İsveç Ligi’nde bir maçta hatalı bir gol yedikten sonra kendi yüzüne yumruk atan o ölümsüz delilik!

İnsan çaresizlikten delirir derler Anadolu’da… Sonra da fazla gülenlere “Gülmesene, deli misin?” denir. Ben kendi kendine gülene deli demem, direkt Ravelli derim. Aslında bir gün bir kaleye Ravelli, diğerine de Shorumnu geçmeli! Shorumnu’nun önünde yine Erman Güraçar-Ümit Bozkurt-Ali Eren üçlüsü oynamalı, gelen her yan top gol olmalı, her golden sonra Shorumnu daha fazla sırıtmalı! Ravelli topu kaptı mı önce belinin arkasından çevirip sonra Hasan Şaş’a atmalı, sonra da Hasan Şaş, ortasını Pascal Nouma’ya yapmalı. Takımı Yılmaz Vural çalıştırmalı ve mutlaka oyuncularına kızarken sahanın içine düşmeli, maçı da tabii ki Ahmet Çakar yönetmeli ve Gascoigne Çakar’ın cebinden düşen kırmızı kartı söz verip bikini giymedi hocaya göstermeli! Kadınlar haksız da kim haklı, bu kadar maç seyretmek başlı başına bir delilik değil mi zaten?

Şaka bir yana futbolu bu kadar sevmek, aslında hiç büyümemek, yaşlanmamak istemek bir yerden sonra… Ravelli yazmışken “Deliliğe Övgü”nün ölümsüz yazarı Rotterdamlı Desiderius Erasmus’u da anmamak olmaz: “Gençliğin gidişini ancak delilik durdurur ve yaşlılığın ölümcül can sıkıcılığından bizi ancak delilik uzak tutar” İşte belki de bu yüzden dünyanın dört bir yanında herkes seni bu kadar seviyor Ravelli! Yoksa FIFA 2007’nin Klasik 11’ine Zico, Cantona ve Beckenbauer’in olduğu takımın kalesine seni koymazlardı!

5. Beatle: Simply the Best