30 Nisan 2009 Perşembe

FourFourTwo Mayıs 2009


Çok uğraştım Liverpool yazısı için Dalglish'in ayrıldığı günden başlayıp Souness, Evans ağırlıklı olmak üzere nerede yanlış yaptığımızı anlamaya çalıştım yazarken. Açıkçası bana hiç fark etmez ya, bir 19 yıl daha şampiyon olmasak umrumda olmaz, ben Liverpool'u çok çok seviyorum...

CM FM sayfası süper olmuş cidden.
Flying Dutchman'den Fırat Topal'ın Van Gaal'i, Erdem Kabadayı'nın "3 büyüklerin son dakika şampiyonlukları" Atilla Gökçe'nin Platini'si, Barış Tut'un Messi'si, Arshavin, Kaka, Hernanes, Lavezzi falan sanırım 1 yıl önce bu dergiye geldiğimde hayal ettiğim içerikti... İnsan hayal ettiği kadar var dünyada Marcel Desailly'nin hayatı gibi...

28 Nisan 2009 Salı

DÜNYAYI KURTARAN ADAM: TAFFAREL


Tek bir sorum hakkım vardı o kısacık anda… Koluna dokundum hafifçe, bana baktı yanında beraber futbol oynadıkları küçük oğlundan bile daha muzip gözlerle… “Sor bakalım genç!” dedi. “Neden diğer kalecilerin aksine penaltılarda tek elinle en köşeye kadar uzanıyorsun, diğer elini hiç kullanmadan?” dedim. Topu uzaklara, havalara dikti; sonra oğluna “Hadi bakalım dripling çalış, bütün ağaçlar rakibin, bak o en büyük olan Bülent tamam mı? Hepsini geç ve sonra bizim yanımıza gel… Maracana’da, Sami Yen’de oynar gibi… Hadi göreyim seni…” dedi ve yanıma oturdu:

“Bak şimdi, kalecilerin aşil tendonu, penaltılardır. Dünyanın en iyi kalecileri Lev Yaşin, Meier, Fillol bile kendilerini dünyanın en zavallı insanı gibi hissederler rakip penaltı için topun başına gelirken… Eskiden, futbolcular penaltıları kalenin ortasına vururlardı. Çünkü kaleciler daha topa vurulmadan bir köşeye doğru Allah ne verdiyse atlarlardı. Şansları yarı yarıyaydı. Şansı tutan kahraman, tutmayan ters köşeye yatan aptal olurdu. Sonradan penaltı atışlarının önemi artınca kalecilere penaltı çalıştırılmaya başlandı, büyük turnuvalardan önce. Uzun süre çalıştım ve oyuncuların %90’ının penaltıları yerden köşeye attıklarını tespit ettim. Ben aslında çok yetenekli bir kaleci değilim ama çok çalışıyorum. Penaltılarda da yaptığım çalışmalar sonucu öyle atlamaya karar verdim”


O sırada, çocuk geri geldi… Ne kadar da babasına benziyordu, cin gibi gözleri ve ele avuca sığmaz elleriyle… Sürekli babasının şortunu çekiştiriyordu… Taffarel, “Biz gidiyoruz, çalışmamız lazım” dedi ve hızla gözden kayboldu… Tamamen büyük bir tesadüfün eseri olarak oradaydım… Motorum bozulmuştu, iyi ki de bozulmuştu… Çok güzel bir tesadüftü… Onu orada görmek, hatta onunla konuşmak, saha içindeki gibi dünyalar iyisi bir adam olduğunu yakından görmek… Bütün tesadüfler gibi güzeldi…

Ama Taffarel’in başarısı kısacık konuşmamızda da altını çizdiği gibi hiç mi hiç tesadüf değil… Efsanevi kaleci antrenörü Datcu, Taffarel için “Onun kadar çalışan bir kaleci daha görmedim” diyor… Maradona ise Taffarel’in kaleciler bazında tarihsel önemini belirtmek için “1982 ve 1986’daki Brezilya takımı, 1994’te Dünya Şampiyonu olan takıma 5 çekerdi, 5! Tabii eğer Taffarel 80’lerde Brezilya’nın kalesini korusaydı, her maçta herkese 5 çekerlerdi o ayrı…” diye yazıyor…

Bence de Maradona yerden göğe kadar haklı… Çünkü biz Türkiye’nin İngiltere’den 8 yediği yıllarda Dünya Kupaları’nda kendi milli takımımız gibi desteklediğimiz Brezilya, hiçbir şeyden çekmemişti, kalecilerden çektiği kadar… 1982’de adını bile hatırlamak istemediğim eldivenli felaket ve daha sonradan Türkiye’ye Malatya’ya transfer olan Carlos, sadece sahada en kötü futbol oynayan oyuncular olduğu için mahalle maçında kaleye atılmış kabiliyetsiz çocuklar gibilerdi.

1966 yılında Cláudio André Mergen Taffarel adıyla doğan, Taffarel, diğer Brezilyalı çocuklar gibi o anda forma giyenler arasında en kabiliyetsizi olduğu için kaleci eldivenlerine mahkum olmamıştı. Onunkisi pekâlâ bilinçli bir tercihti… İstese, savunma ya da orta sahada da oynayıp yine milli takıma seçilebilirdi. Ama yıllardır kaleci kabızlığı yaşanan bu dünyanın en büyük futbolcu fabrikasında iyi bir kaleci demek, bulunmayan Hint kumaşı demekti.


Aslen Alman ve İtalyan melezi olan Taffarel, kaleci olmaya karar verdiğinde diğer futbolcularla çift kale antrenmanı yaparken orta saha ve savunmada oynamaya devam etti. Bunun sebebi, ona göre bir kaleciyi vazgeçilmez yapacak en önemli özelliğinin oyunu okuma kapasitesi olduğuna inanmasıydı. “Bir kaleci nasıl olmalı?”nın tarifi yapılırken Taffarel’i tarif ediyoruz aslında: Her şeyden önce sahanın en soğukkanlı, en dengeli oyuncusu; aynı zamanda takımın gizli oyun kurucusu ve maçın kaderini belirleyecek anlarda minimum hata ile oynaması gereken en önemli oyuncu…

Oynadığı tüm takımlarda bu modern kaleci tarifinin olmazsa olmaz özelliklerini sahaya yansıtırken, üst üste 3 Dünya Kupası’nda Brezilya’nın banko kalecisi olmuş, 1994’te 24 yıl sonra gelen şampiyonluğun en büyük mimarlarından birisi olmuştu. Brezilya Milli Takımı tarihinin 2. en çok milli olan kalecisi ilk olaran Taffarel hayatımıza 1990 Dünya Kupası’nda girdi. Dünyanın gelmiş geçmiş en futbol fakiri olan kupasında Brezilya, savunma ağırlıklı bir oyun sergileyerek herkesi hüsrana uğratırken Careca ve Rai ile beraber takımın en çok göze hitap eden oyuncusuydu. Geriden eliyle oyun kurması, sürekli geriye yaslanan, Brezilya forması giymiş ama İtalya gibi oynamaya çalışan takımın geriden oyunu sabırla kuran beyniydi. Bir anlık Maradona-Caniggia mucizesi sonucu 2. turda Arjantin’e elendiklerinde Brezilya basını kupanın onlar açısından tek olumlu yönünün nihayet bir kaleciye sahip oldukları olduğunu yazmışlar, tarihinin en kötü Brezilyası’nın tek kazancı olarak onu övmüşlerdi.

1994 Dünya Kupası’na kadar bu övgülere layık olmak için kendisini daha da fazla geliştiren Taffarel, ilk tur grubunda sadece bir gol yemiş, finale kadar da kalesinde sadece 2 gol daha görmüştü. Dünya Kupaları’nın penaltılar sonucu şampiyonu belirlediği tek finalinde İtalya karşısında, sahanın tartışmasız yıldızıydı. Baggio, Baresi gibi penaltı ustaları Taffarel’in karşısında topu avuta yollamışlar, penaltı ustası Massaro’nun vuruşu ise yazının başında bana anlattığı gibi plonjon yapan Taffarel’in elinde eriyip gitmişti.

Daha sonra 1998 Dünya Kupası’nda Fransa’da yarı final karşılaşmasında Hollanda’nın en önemi penaltı ustası Cocu’nun atışını yine aynı şekilde kurtarmış, takımını finale taşımıştı. 1989 ve 1997’deki Copa America şampiyonluklarında da yine başroldeydi. Pele’nin belirlediği Gelmiş Geçmiş En İyi 125 futbolcu listesindeki 9 kaleciden birisi olan ve o 9 kaleci arasındaki tek Brezilyalı olan Taffarel ile olan asıl büyük aşkımız ise onun 1998’de Galatasaray’a transfer olmasıyla başladı. Daha önce 1984-90 yılları arasında Internacional, 1990-93 yılları arasında Parma, 1993-94 yılları arasında Reggiana, 1994-97 yılları arasında Atlético Mineiro formaları ile başarılı bir kulüp kariyerinin altına imza attıktan sonra Türkiye’yi seçmesi birçok futbol otoritesini şaşırtmıştı. Ama kaleciliğin ne kadar nankör bir meslek olduğunu onun kadar bilen çok az insan olduğu için o bu tercihi fazlasıyla isteyerek ve bilinçli bir şekilde yapmıştı.


Çok güzeldi Taffarel’in Türkiye macerası, 2001 yılına kadar formasını giydiği Galatasaray ile çok büyük başarıların altına imza attı. O olmasa Galatasaray UEFA Kupası’nı kazanabilir miydi? Hagi’ye rağmen kazanamazdı çünkü o yıl en az Cruyff’lu Barça, Dalglish’li Liverpool gibi kaleden en ileri uca kadar mükemmel bir orkestra gibi futbol icra eden Galatasaray’ın en arkadaki oyun kurucusuydu, en kritik anların en soğukkanlı adamıydı. O en zor pozisyonda bile çok rahat kurtarışlar yaptığı için “Panter Kaleci”, “maçı kurtaran adam” olarak pek anılmadı çünkü biz ona hemen alışmıştık. O mesela en efsane kalecilerden Meier, Dassaev ya da Bonner gibi direkler arasında kanatlanmış panterler gibi uçmazdı. Neredeyse bütün şutlar kucağına gelir, en sert toplar bile ellerinin arasında erir giderdi. Topun gideceği yeri sanki direklere konan melekler sürekli kulaklarına fısıldıyormuş gibi hep doğru tahmin eder, her zaman üç direk arasında olunabilecek en doğru zamanda en doğru yerde olurdu. Her degajı bir asist ya da ölümcül bir kontratak başlangıcı niteliğindeydi. Top tekniği, beraber oynadığı savunma oyuncularının Popescu hariç hepsinden çok çok daha iyiydi. O harika teknikle pekala Türkiye’de ya da dünyada birçok takımda orta saha oyuncusu olarak da oynayabilirdi. Galatasaray’a gelmeden önce 3 yabancı sınırlaması yüzünden İtalya’da kadroya giremediği dönemlerde Rahipler Ligi’nde santrafor olarak gol kralı olmuş, Galatasaray antrenmanlarında attığı jenerik gollerle akşam spor haberlerinin en önemli malzemesi olmuştu.

Bir Adanaspor maçında Okan Buruk’a yaptığı mükemmel asisti bir de Hagi yapabilirdi sadece… Her şey bir yana saha içinde o gelmiş geçmiş en güzel Galatasaray takımının Hagi ile birlikte en büyük orkestra şefiydi. Aslında en zayıf yönü yan toplarıydı ama savunmasını öyle bir yerleştiriyor ve öylesine ustalıkla yer tutuyordu ki sanki bütün toplar rakip takımın santraforuymuş gibi ona geliyordu. UEFA Finali’nde Maçın Adamı seçilecek, daha önce Dünya Kupası’nı kazanmış olmasına rağmen en çok sevinen oyuncu olacaktı. Çünkü her daim içindeki hiç yaşlanmayan çocuk sürekli gözlerinde, sözlerinde pırıl pırıl parlıyor, en başta Galatasaraylılar olmak üzere hemen herkese yaşama sevinci aşılıyordu.

Çok sevdiği iki çocuğunun yanı sıra 40 kadar çocuğu da evlatlık edinen bu çocuk yürekli adam, Florya’ya bisikleti ile herkesten önce geliyor, UEFA’yı kazanıp şampiyonluğu garantiledikleri dönemlerde bile herkesten çok çalışıyor, yine bisikleti ile en son evine dönen oyuncu o oluyordu. Buralardan ayrılana kadar ne kaleci ne de insani refleksleri bir nebze olsun zayıflamadı. Kendisine verilen tüm riskli geri paslarda bir an bile telaşa kapılmadı, en zor durumda bile harika bir ayak içi ile rakip ceza alanının önündeymiş gibi atılabilecek en stil pasla oyunu baştan kurdu. Galatasaray’da kurduğu ilişkilerde de en az oyun kurmasındaki kadar zarif ve ustaydı. 100. yıl maçı için geç saatlerde geldiği otelde “Oyuncular dinlensin, ben rahatsız etmeyeyim” diyerek iki çocuğu ile beraber yandaki 2 yıldızlı otelde kalmayı tercih etti. Onun için yıldız olmak, çok fazla bir şey ifade etmiyordu. Bir gün televizyonda söyledikleri kariyer hırsı ile hayatlarını mahveden milyonlara ders olacak nitelikteydi: “İyi bir futbolcu muyum? Bilmiyorum, çok da önemsemiyorum… Ama iyi bir insan olarak hatırlanmayı tercih ederim”

Tabii ki öyle hatırlayacaktık onu, onun istediği gibi, gördüğümüz en zarif gönüllü insan olarak… Ondan başka kim 1994’te Dünya Şampiyonu olduktan sonra profesyonel futbola ara verir, kimsesiz çocuklara karşılıksız futbol dersi verirdi ki başka? Bizler “Kalede Taffarel var, gerisi önemli değil” diyip saha içiyle yetinirken o topları kurtarmaktansa dünyayı kurtarmanın çok daha önemli olduğunu gösteriyordu bize… Brezilya’da Milli Kahraman olan tek kaleciydi, İtalya Serie A’da forma giyen ilk yabancı kaleciydi. UEFA Finali’nde Henry’nin kurtarılması imkânsız kafasını kurtardıktan sonra sadece “Tanrı’nın eli” demişti. 1985 Ümit Milli Takımlar Güney Amerika Şampiyonluğu, 1985 Ümit Milli Takımlar Dünya Şampiyonluğu, 1987’de Pan Amerikan Oyunları’nda altın madalya, 1988 Seul Olimpiyatları’nda gümüş madalya, 1989 Amerika Kupası Şampiyonluğu, 1992 İtalya Kupası Şampiyonluğu, 1993 Avrupa Kupa Galipleri Kupası Şampiyonluğu, 1994 Dünya Kupası Şampiyonluğu, 1995 Amerika Kupası İkinciliği, 1997 Amerika Kupası Şampiyonluğu, 1997 Conmebol Şampiyonluğu, 1998 Dünya Kupası İkinciliği, 1999 ve 2000 Türkiye Ligi Şampiyonluğu, 2000 Türkiye Kupası Şampiyonluğu’nu, dünyaları kazanmıştı. Ama onun için Galatasaray ile Maçın Adamı seçildiği 2000 Uefa Kupası Şampiyonluğu’nun kelimelerin ötesinde apayrı bir anlamı vardı. “Hayatımın en güzel gecesiydi. Bu dünyaya sağlıklı bir şekilde gelmiş, tek aşkımla evlenmiş, iki çocuk babası olmuştum – bir de Galatasaray ile UEFA Şampiyonu…” demişti, üstelik de bizdeki reyting saplantılı aptal kutusundaki kanallardan birine değil, hayatını anlattığı Brezilalı papaza…

Galatasaray’dan sonra ikinci kez formasını giydiği Parma’da oynarken, Empoli’den iyi bir teklif almıştı. Empoli’ye giderken yolsa arabası bozulmuş ve kendi başına tamir etmeye uğraşırken uzun uzadıya düşünmüştü: “Artık bırakmalı mıyım? Arabanın bozulması bir işaret olabilir mi?” Arabasını tamir ettirdi ama görüşmeye gitmedi, dönüşte Parma’da manastırın hemen yanında bir restoran açtı, peynirleri İstanbul’dan getirtti. İstanbul’u, Galatasaray’ı hiç unutmadı; çocuklarını anadili Türkçe olan bir okula vermiş, Alman-İtalyan kökenleri ve Brezilyalı kimliğinin üstüne bir de Türkiyeliliği eklemişti. En iyi telaffuz ettiği kelime hep “Çok güzel, çok güzel” oldu… Asıl bizim için o çok güzeldi, her şey onun “çok güzelliği”ydi…

Duyuyor musunuz? Yine çok uzaklardan eliyle topu, bize doğru atıyor… Acele edip yakalamamız gerek… Sadece bir futbol topu değil Taffarel’in buralara kadar gönderdiği o meşin yuvarlak… İçinde insanlığın, insancıllığın yüz akı saklı… Tüm sınırların, dinlerin, cinslerin, fikirlerin ötesinde çok çok sıcak bir yüz… Çocuklar gibi muzip gözlerde hiç batmayacakmış gibi ışıldayan bir Nisan güneşi, üzerinde Taffarel yazıyor… Kaderin bu topraklara en güzel, en ebedi hediyelerinden birisi… Düzeltip ona geri yolluyoruz, çünkü en çok onun eline yakışıyor kurtarmak…

20 Nisan 2009 Pazartesi

Barça'lıların bile sevebildiği bir Madridista: FERNANDO REDONDO



Sonradan Barça’ya kaptan olan Luis Enrique dışında bir zamanlar Real Madrid formasını giyen bir oyuncu asla Madrid kralcılarının can düşmanları Barcelona’lılar tarafından bu kadar sevilmedi, sayılmadı. Futbolun yavaş yavaş güzel bir oyun olmaktan çıkıp dünyanın silah ticareti ile birlikte en büyük endüstrisine dönüşmesinin en sancılı sürecinde olacak iş değildi, ama oldu. Eğer Fernando Redondo, La Liga’nın 1991-92 ve 1992-93 sezonlarında ligin son haftasında Tenerife formasıyla Real Madrid’i iki kez yenip şampiyonluğu sol ayağında hayat bulan altın tepside Barcelona’ya hediye etmeseydi de bu kadar sevilir miydi?

Sevilirdi çünkü teknik direktörü Valdano ile birlikte Madrid’in kralcılarına tarihlerinin en büyük şoklarını yaşattıktan sonra Real formasını giydiği 6 sezonda Barcelona’ya defalarca kök söktürmesine rağmen bir gün olsun diğer Real’li süper yıldızlar gibi yuhalanmadı, hatta birçok kez Barça’lılar Redondo’yu oyun kuralları dahilinde durduramayıp İtalyanvari tekmeler savurduklarında Barcelonalıların bile içi cız etti. Nasıl etmezdi ki? 1990’lı yıllarda hiçbir orta saha oyuncusu bu kadar güzel, bu kadar ateşli değildi; ondan başka hiç kimse sakatken oynayamadığı için kulübünün ödediği maaşı reddetmedi, ondan sonra hiçbir önlibero futbolu bu kadar güzelleştirmedi.

Cruyff’tan dolayı babamızın hatırına Barça’lıydık. Büyüyüp Barça’nın bir futbol kulübünün çok daha ötesinde dünya düzenine karşı alınan en şık tavırlardan biri olduğunu öğrenip fanatikleştiğimizde bile Redondo’yu sevmeye devam ettik. Hala da severiz, özleriz, laf ettirmeyiz… 1991-1994 yılları arasında Cruyff’un yarattığı Barcelona gelmiş geçmiş en güzel takımsa, o yıllarda Barça’da oynamasını istediğimiz tek Real Madrid’li de Redondo’nun ta kendisidir. Yollar hiç kesişmedi, çünkü Redondo Real Madrid’i sevmişti bir kere, Figo gibi yapamaz, para için dinini değiştiremezdi.


İlk defa 16 yaşındayken 17 yaş altı Güney Amerika Kupası’nda karşımıza çıktı. Nestor Rossi, Antonio Rattin, Sergio Batista’nın mihenk taşları olduğu Arjantinli 5 numara geleneğinin en büyük mirasçısıydı. Arjantin’de 5 numara stoper ya da liberolara değil, savunmanın hemen önünde Beckenbauer çağında libero, endüstriyel futbol çağında ise defansif orta saha ya da önlibero olarak tanımlanan pozisyondaki oyunculara verilirdi. Ama Arjantin’de önlibero, Avrupa’da sadece rakibin ataklarını ne pahasına olursa olsun kesip topu tekniği çok daha iyi olan 10 numaraya veren piyon vasıflı oyuncudan ibaret değildi. 5 numara, orta sahanın mutlak hakimi, iki cezaalanı arasında sürekli mekik dokuyan, atakları ateşleyen, sürekli hücumu düşünen güzel futbol anlayışının veziriydi.

Redondo, henüz 16 yaşında Güney Amerika Kupası’nda Arjantin ile şampiyon olduğunda dünyanın dört bir tarafından gelen televizyonlar maçtan sonra sadece onun yüzünü yayınladılar. Ağlıyor, sesi titriyordu. O gün tüm dünyada o habere rast gelen, futbolun f’sinden bile habersiz genç kızlar bu Manet tablosunu andıran androjen yüze öyle bir vuruldular ki bir daha kayıtsız kalamadılar. 1994 Dünya Kupası’nda Arjantin kupaya erken veda ettiğinde, mahalledeki tüm kızlar yas tutacak, bir daha da Redondo oynamayacağı için hiçbir Dünya Kupası’na o günkü ilgiyi göstermeyeceklerdi.

O, Brigitte Bardot ile Alain Delon’un çocuğuymuş kadar güzel yüzdeki gözlerden bambaşka bir futbol ateşi yayılıyor, hepimizin zihnini esir alıyordu. Arjantin önce 1992 yazında Konfederasyon Kupası’nı, bir dahaki yaz da Copa America’yı kazandığında, futbolun peygamberi Hazreti Maradona, halefini gururla ilan etmişti: “Sergio Batista, mükemmel bir orta saha oyuncusuydu ama Batista bile orta sahada hem bu kadar yıkıcı hem de yapıcı oynamak bağlamında Redondo’nun gerisinde kalır. Bir anda rakip takım boğucu bir baskı kurduğunda, tek bir hareket ile o baskıyı rakip alana yıkmayı başaran, oyunun her iki yönünde de eşit biçimde bu kadar etkili olan başka bir Arjantinli görmedim. Redondo için Arjantin hücumları, rakip takım onun üzerine doğru geldiği anda başlıyor. Eğer 1990’da oynasaydı, İtalyan mafyası ve onun en büyük ortağı FIFA bile bizi durduramazdı.”


1990’da oynasaydı… Oynayabilirdi… Kimine göre Bilardo onu Maradona’nın baskısı ile kadroya davet etmiş ama Redondo, Bilardo’nun aşırı defansif oyun anlayışına uymadığı için yedek kalacağını düşünerek İtalya’ya gelmek istememişti. Redondo’nun ailesi ise, Bilardo’nun ona açık açık yedek kalacağını belirttiği için Redondo’nun üniversite eğitimini seçtiğini ileri sürdü. Redondo ise bu konu hakkında tek söz etmedi, çünkü sonraları Arjantin formasıyla arasına öyle kara kediler girecekti ki 1990 yılının gizli gerçeği, Redondo-Arjantin tarihinde sadece bir virgülden ibaret kalacaktı. Ama 1990’da sakat sakat oynamak zorunda kalan Maradona çoğu zaman olduğu gibi haklıydı, orta sahadaki tüm yaratıcı yük onun sırtına binecek, Caniggia’nın kart cezalısı olduğu final maçında tek bir tehlikeli pozisyon bile yaratamayacaklardı.


1994 Dünya Kupası’nda Bilardo’nun halefi Basile’nin bebek yüzlü asiyi ilk 11’de oynatmaktan başka şansı yoktu çünkü ikinci kez Tenerife formasıyla son haftada Real Madrid’i yıktıktan sonra artık teknik direktörü Valdano ile beraber Madrid’e transfer olmuştu ve uzun bir aradan sonra sonsuzuncu kez yeniden doğan Maradona yanına o zamanlar dünyanın en iyi ligi olan La Liga’nın en iyi 5 numarasını istiyordu. Maradona, doping skandalından sonra kupadan ihraç edildiğinde, Redondo hayatının şokunu yaşadı. İkinci turda Maradonasız Arjantin, Romanya’ya elendiğinde kupanın en başarılı Arjantinlisi açık ara farkla Redondo’ydu.

90’lı yılların en iyi defansif orta sahası, Real Madrid’de dünyaları kazansa da Basile’den sonra bir daha Arjantin forması giyme şansını pek bulamadı. Çünkü Arjantin’i, eski bir hesap uğruna Maradona ve kalıntılarından temizlemek isteyen Passarella böyle buyurmuştu: “Hippi kılıklı, uzun saçlı, küpeli, Arjantinli erkeklere değil de Amerikalı kadınlara benzeyen uzun saçlılar bir daha asla o kutsal formayı giyemeyecekler çünkü bu formaya yakışmıyorlar”
Redondo’nun cevabı son derece net ve manidardı: “Passarella, o formayı alsın, münasip bir yerine soksun!”
Bu milli formayı önemsememek ya da vatan hainliği değildi, bir vatan haini varsa o da Passarella’nın ta kendisiydi. Futbolcuyken 1986 Dünya Kupası’nda Maradona’yı kıskanan ve oyuncular arasına nifak sokmaya çalışıp başaramadıktan sonra kadro dışı kalan Passarella, Arjantin’i çalıştırırken oyuncuları form durumlarına göre değil de, saçlarının uzunluğuna göre ayıracak, aslında Maradona’nın en yakın arkadaşları olan formunun zirvesindeki Caniggia ve Redondo’yu kadroya almayarak Arjantin’in ayağına kurşun sıkacaktı. Veron parlak elmas küpesi, Batistuta ise Redondo’dan çok daha uzun saçlarıyla 1998 Dünya Kupası’nda Arjantin’in en iyi isimleri olurken, sadece tükürdüğünü yalayacak ama Redondo’yu bizlerden mahrum bırakarak en başta kadınlar olmak üzere hepimizin haklı nefretini kazanacaktı.


Passarella, Arjantin’i kişisel hesapları uğruna batırıp kovulduktan sonra Bielsa, Redondo’yu yeniden milli takıma çağırdı. Redondo’lu Arjantin 1999 yılında Brezilya’yı 2-0’lık net bir skorla yenerken, o gün Rivaldo’yu sahadan silen Redondo, maçın adamı seçildi. Ama artık bir kez, Arjantin formasından soğutulmuş, bir daha da ısınamamıştı. 1994-2000 yılları arasında Bernabeu’da Roberto Carlosvari bir azizin mertebesindeydi ve o sadece futbol oynamak istiyordu. Sadece kendisi istediği için saçlarını kesmiş, Passarella’nın provokasyonuyla ikiye bölünen Arjantin tribünleri için tartışmalı bir isim olmaktansa kendisine tapan Bernabeu ahalisine daha fazla layık olmayı tercih ederek milli takımı bıraktı.

Onun kendisini keşfeden Valdano ile beraber Tenerife’den R.Madrid’e geçmesiyle Barcelona sultası bir az olsun yıkıldı. Tenerife forması ile R.Madrid’e yaşattığı ilk şokta takımının son maçta kümede kalmasını sağlamıştı. 1993’te ise Tenerife’ye UEFA Kupası yolunu açmış, sonunda bir zamanlar Fenerbahçe’nin yaptığını yapan R.Madrid, kendisine karşı bu kadar iyi bir performans gösteren Arjantinli’yi Valdano ile beraber renklerine bağlamıştı. Redondo’dan önce Real tarihiyle eşanlamlı olan Sanchis ve Hierro değişmeli olarak önliberoda oynuyorlardı. Sanchis, oyunun savunma yönünde, Hierro ise hücum yönünde daha etkiliydi. Ama Valdano, ikisinin toplamının yaptığı işi Redondo’nun tek başına yapabileceğini bildiği için, hiç tereddüt etmeden Redondo’yu onların yerine monte etti. Bu değişiklik, Hierro ve Sanchis ikilisinin savunmanın ortasına çekilerek yeniden doğmalarını da sağlarken 1995 ve 1997’de R.Madrid nihayet Barcelona’yı geçerek şampiyon olacak, Şampiyonlar Ligi’nde de yeni bir R.Madrid efsanesi doğacaktı.

Real, önce 1997-98 sezonunda sonra da 2000 yılında Şampiyonlar Ligi’nde şampiyon olurken finalde her iki takım arasındaki farkı Redondo belirliyordu. Rakipler ikişer önlibero ile orta sahada üstünlük kurmaya çalışırken, oyunun her iki yönünü de aynı ustalıkla oynayabilen Redondo 90 dakika boyunca oyunun ritmini dikte ederek, hem Roberto Carlos’un sol kanatta sonsuz hücum hünerlerini sergilemesini sağlıyor hem de Zidane’ın ikili mücadelelerde yıpranmasını engelliyordu. Valdano’dan sonra 1997’de La Liga şampiyonluğunu kazandığı teknik direktörü Capello, Redondo’yu yere göğe sığdıramıyor: “Önliberoyu Milan’dayken Deasilly’yi orta sahada savunmanın hemen önünde oynatmaya başladığım için benim icat ettiğim söylenir. Belki de doğrudur. Ama benim için sahada kırmızı çizgilerle ayrılmış alanlar yoktur. Önemli olan savunmanız ile forvet hattınız arasındaki mesafeyi kısaltmak, hatlar arasında yakın bir bağlantı kurmaktır. Milan’dayken Desailly’yi bu işi yapması için saatlerce çalıştırmıştım. Ama Real’e geldiğimde hazıra kondum. Çünkü Redondo, oyunun ritmini belirlemede, hatlar arası bağlantıyı kurmakta eşsiz bir yeteneğe sahipti. Ona hiçbir şey söylememe gerek yoktu, o zaten küçüklüğünden beri böyle oynuyordu. Sadece kendisi gibi oynadı, bu bize yetti de arttı.”

2000 yılında R.Madrid, bir kez daha Şampiyonlar Ligi şampiyonu olduğunda yılın en iyi oyuncusu ne Roberto Carlos ne de Zidane seçildi. Nihayet, Şampiyonlar Ligi ödüllerini verenler, yıllardır Bernabeu’dan yükselen Arjantin çığlığına kayıtsız kalmadılar. Redondo, yılın oyuncusu ödülüne layık görülürken, çeyrek finalde Manchester United karşısında yaptığı asistle tüm dünyadaki futbol severlerin kalbinde asla silinmeyecek bir iz bırakmıştı. Her iki maçta da o zamanlar dünyanın en iyi defansif orta sahası olarak görülen Roy Keane’i adeta sahadan silen Redondo, oyunun rölantide olduğu anlarda birden sol kanattan Overmars’ı andıran bir hızla ileri çıktı. Sol açıkta karşısına çıkan Berg, o ana kadar sahanın en iyi oyuncularından biriydi ama Redondo, ona öyle bir çalım attı ki bir daha Berg’den haber bile alamadık! Redondo, Berg’i karşısına aldı ve bir anda sol ayak topuğu ile topa bilardo oynanan istekalarla bile verilemeyecek bir falso verdi, Berg yukarısı dahil her yerde topu ararken, saçlarını düzelten Redondo çizgiye inmiş, topu boş kaleye yuvarlayacak Raul’un önüne al da at dercesine bırakmıştı. Bir zamanlar Barçalıların yaptığı gibi, böylesine bir futbol güzelliği karşısında Old Trafford’u tıklım tıklım dolduran Manchester United taraftarları sadece ayağa kalkıp alkışlıyorlardı.

Ama daha sonradan Makelele gibi bir abideye bile aynı haksız muameleyi yapacak olan başkan Perez alkışlamıyor, birkaç hafta sonra ilk icraatı olarak “Defansif bir oyuncuyu İtalyanlara 18 Milyon Euro’ya sattım” diyerek kendince böbürleniyordu. Aynı günlerde binlerce Real Madrid’li, Bernabeu’nun çevresinde toplanıp başkanlığının henüz birinci ayındaki Perez’i istifaya davet etti. Kulübü basmakla ve Perez’in evini yakmakla tehdit eden taraftarlar, bir sabah gazeteyi açtıklarında Redondo’nun Milan formasıyla resmini gördüklerinde, Bernabeu’ya şu pankartı astılar: “Redondo’yu satan Real’i satar”

Redondo gibi 90 dakika boyunca her şeylerini ortaya koyan oyuncularla gelen başarılardan sonra Perez’in parasını aklamanın en kestirme yolu olarak kurduğu “Süper Yıldızlar Topluluğu” taşa vurdukça, taraftarlar sık sık Perez’i protesto etmek için 5 numaralı Redondo formalarını tribünlere astılar. Bu maçlardan biri de 2002-03 sezonu Şampiyonlar Ligi karşılaşmasında Redondo’nun Milan formasıyla, Bernabeu’ya döndüğü gündü. Milan’a gittikten sonra iki sezon boyunca sakatlığı yüzünden hiç forma giyemeyen Redondo, o gün kendisini daha İspanya’ya gelmeden önce futbola başladığı Argentinos Juniors’la sahaya çıktığı ilk günkü gibi hissediyordu: “Ayaklarım titriyordu, bayılacak gibi olmuştum. Ben artık Real Madrid’de oynamıyordum ama kafamı her kaldırdığımda tribünlerin her yerinde üstünde Redondo yazan 5 numaralı R.Madrid formasını görüyordum. Halbuki üstümde sakatlanmama rağmen benden asla umudu kesmeyen ve bir hayat borçlu olduğum Milan’ın forması vardı. Yine de ayağıma gelen bütün topları o gün rakibim olan bir zamanların en iyi arkadaşlarıma atmamak için kendimi zor tuttum. Biz zaten gruptan çıkmayı garantilemiştik, o yüzden onların kazanmasını istiyor ama bu yüzden kendimden utanıyordum”

Tüm bunları hisseden Ancelotti, Redondo’yu oyundan aldığında asıl kıyamet koptu. İlk kez rakip takımda oynayan bir futbolcu için bütün Bernabeu ayağa kalkmış, kendilerine maçı kazandırmışçasına alkışlıyordu. Real Madrid’i yavaş yavaş batıran Perez, Redondo’yu para için satmıştı. Ama Redondo, Milan’a para için gitmemişti. Redondo’nun değerlerinde para Perez için olduğu gibi ilk sırada olsaydı, Milan’da sakatlanıp iki sezon boyunca hiç forma giyemediğinde kendisine ödenen maaşı reddetmezdi. Redondo’nun bu önerisi karşısında Galliani çok şaşırmış, ne yapacağını bilememişti ama Redondo’nun ısrarları karşısında bu daha önce eşine rastlanmamış teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Yine de Redondo’nun ısrarla geri vermek istediği araba ve evi geri almayı kabul etmedi. Bu eşsiz davranışı karşısında, iki yıl sonra sahalara döndükten sonra hemen sözleşmesi uzatılan ve maaşına zam yapılan Redondo, her ne kadar Real formasıyla özdeşleşse de Milan’ın da o büyük kalbinde bambaşka bir yeri oldu:
“Milan, çürük Redondo’yu baş tacı yapmıştı, tabii ki o hiç hak etmediğim parayı alamazdım, onlara hayat borçluydum. Komada yatarken, bir an bile gözünü kırpmadan bekleyen bir sevgili gibi Milan”


Bir başka futbolcu olsa, iki yıl boyunca sahalardan uzak kalmasına sebep olacak ağırlıkta bir sakatlıktan sonra hiç düşünmeden futbolu bırakırdı. Ama doktorlara göre bir daha oynaması imkansızken Redondo’yu futbola döndüren de Milan’a karşı hissettiği vefa duygusuydu. Başka türlü bir insandı Redondo. Saha içinde nasılsa, saha dışında da öyleydi. Onun için hayatın her anı, Bernabeu kadar devasa bir futbol sahasıydı. Diğer önliberolar gibi kimseye arkadan tekme atmadı, aynı futbol çağındaki diğer meslektaşları için futbol ne pahasına olursa olsun bir kazanma endüstrisiyken, Redondo için bir sanat biçimiydi. Beckham’ın endüstriyel, kozmetik ve plastik güzelliği, Redondo’nun dünya güzeli yüzünden sol ayağına yansıyan kozmik güzelliğinin yanında beş para etmez. Barça’lılar bir daha asla bir Real’liyi bu kadar sevemezler. Redondo’dan başka hiç kimse yıllık 5 milyon Euro’luk maaşından ölse bile kolay kolay vazgeçemez.

2006’da düzenlenmesine maddi manevi büyük katkılar sağladığı Evsizler Dünya Kupası’nda Redondo’yu izlerken, sevgilim onu unutmamıştı: “Bu o çocuk değil mi, hani senin karşı takımında oynarken tekme attıklarında ayağa kalkıp kendi takımına kızdığın bebek yüzlü çocuk?” Evet, ta kendisi, Fernando Redondo, hayatını Galatasaray Lisesi futbol takımına adayan Göksel Hoca’nın “Kız olsaydı, hemen yarın evlenirdim” dediği bir zamanların futbol dünyasının en güzel yüzü, en güzel ruhu!

17 Nisan 2009 Cuma

MARCEL DESAiLLY: HAYALLERİN KADAR VARSIN BU DÜNYADA


“Hava döner kalpten eser, saplanır bulutlara, çünkü hayallerin kadar varsın bu zalim dünyada…”
Fena şarkı sözü değil, ne dersiniz? Dinar Bandosu'nun ilk albümü "Saykodelikdeşik"te de yer alan bu sözleri efsanevi Fatsa belediye Başkanı Terzi Fikri’ye yazmıştım zamanında. Bizzat, hapishanedeki işkence günlerinde kendisini Afrikalı bir genç olarak hayal edip, futbol topunun peşinde kayıp hayallerine doğru nefes nefese koşan ve sonunda nefes darlığından ölen Fikri Sönmez’e…
Terzi Fikri’ye yazmamış olsa herhalde Marcel Desailly’ye yazardım bu sözleri… 15 yılda, insan hayatının tümüyle karşılaştırınca bir kelebeğin hayatı kadar kısa bir zaman diliminde bir futbolcunun yaşayabileceği –ve hayalini kurabileceği- tüm şampiyonlukları yaşamış ender oyunculardan birine… Gana’da, tenleri de kaderleri kadar kapkara Afrika’da milyonlarca gencecik insanın kurduğu rengarenk hayalleri gerçek hayatına dönüştürmüş yetim bir çocuğa…

2002 yılında Türkçe’ye çevrilen “Kaptan” adlı biyografisinde
köklerinin bulanık sularında kaybolan ama sonunda kendini bulan, saha içindeki kişiliği ile saha dışındaki yaşamı bir bozuk paranın iki yüzü gibi olan Marcel’in yetimlikten, aynı takımda oynadığı herkesin “babalı”ğına dönüşümü futbol edebiyatının yüz akı bir eser: “Başka bir yaşamda adım Odenkey olabilirdi. Fransız olmayabilirdim ama şimdi ben mavi formalıların kaptanı, kolumda kaptanlık bandı, kalbimin üzerinde bir horoz.. Sanki Gana’da değil de Nice’te doğmuşum gibi…”
Zenginliğin su gibi saktığı, kimsenin çalışmadığı ama herkesin para saçtığı Nice’te değil, Nice’in tam tersi Gana’nın Akra’sında dünyaya gelir. 7 Eylül 1968 sabahı, Fransa’nın kendini aradığı o 10 sene gibi süren 68 yılında beyaz bir adamın zenci bir bebeği, Fransa için bir Afrikalı doğar. Adı klasik bir Fransız ismi, Türk isimlerinde Mustafa ya da Mehmet’e karşılık gelebilecek Marcel olur. Zaten nüfus cüzdanına göre babası da annesinin babası olacak yaşta beyaz bir Fransız’dır. Uzun zaman da babası olarak bu emekli diplomat Mösyö’yü bilir Marcel. Halbuki asıl babası, aşkın tadı kaçtığında annesini karnında küçük Marcel ve diğer kardeşleriyle yalnız bırakan siyahi bir Afrikalı’dır. Ruhu melez olsa da bedeni kapkaradır Marcel’in…

Ama Mösyö Desailly, Ganalı’dan çok Ganalı, Fransız’dan çok Fransız’dır tıpkı gerçek babasından çok daha fazla baba olduğu gibi: Hemen Nantes’a taşınılır, Akra her türlü sosyo-ekonomik çalkantı ile bulanmış, insanların büyük çoğunluğunun insanlık dışı şartlarda çoğu zaman yokluktan öldüğü, sadece kaçılabilinecek bir yerdir. Evde daha çok Ganaca ve İngilizce konuşulsa da Fransızlar’dan daha çok Fransız olunur: Marcel Desailly, şöyle özetler o günleri:
“Biz de diğerleri gibi sanki buzdan kulübelerinde yaşayan Eskimolar gibi sokağa mümkün olduğunca az çıkar, hemen evlerimize dönerdik”
Fransa’da Fransız gibi yaşasa da Desailly ailesi kökleri gibi Afrikalı’dır: Marcel’in annesi ile arasındaki yaş farkının yanı sıra, emeklilik döneminde diplomatlık dönemine göre çektiği yoksunluk Mösyö’yü derin bir çöküntünün içine sokar. Ama kendisini hiç düşünmez, varsa yoksa çocuklar düşünülür. Siyah anne, emekli bir diplomatın eşidir ama herhalde o sıralarda dünyada başkalarının evlerine gündeliğe giden tek emekli diplomat eşidir. Ama çocukların diğer çocuklardan ten renkleri hariç hiçbir farkı yoktur: Bretagne kıyılarına gidilir, denize girilir, istakoz yenir, okula gidilir. Mösyö her ne kadar daha fazlasını yapamadığı için her geçen gün biraz daha kendini yiyip bitirse de başta küçük Marcel olmak üzere çocuklardan hepsinin keyifleri yerindedir. Ama Mösyö eldeki avuçtaki bitince, onların daha zor duruma düşmesinden korktuğu için her ne kadar fazla hazzetmese de büyük kardeş Seth ve küçük kardeş Marcel’in futbol okuluna yazılmalarına razı olur.

Marcel’in ilk antrenörü kolejden resim hocası Mösyö Ridel’dir. İçindeki çocuk hiç büyümeyen ve her özgür olduğunda topun peşinden kendisi ile beraber öğrencilerini de sürükleyen Mösyö Ridel sayesinde Marcel bir top delisi olur çıkar: Procé Park adlı hentbol sahasında maçın skoru tutulmadan yorgunluktan bayılıncaya kadar hiç durmadan oynanır.
Ama FC Nantes okulu adı üstünde bir “okul”dur ve asla Procé Park’ta oynanan oyunla aynı şey değildir: Kurallar, koşu idmanları, kültür-fizik… Marcel orayı da sever ama futbol tek aşkı değildir daha… Aklında hala tenis vardır. Belki de tenis hocası fazla sert birisi olmasa bugün Marcel Desailly ismi Boris Becker’lerin, Ivan Lendl’ların yanında olurdu, kim bilir?

Yine de hayatta örnek aldığı kişi, rol modeli abisi Seth gibi olmak ister Marcel. Nantes’ın hatta 1. ligin en önemli yıldızlarından Seth Adonkor, kendisinden 8 yaş büyük yarım kardeşi… Seth için Marcel biraz da annesinin son “vukuat”ından sonunda onun başına kalan bir derttir. Son model arabasında, son model mankenlerle takılmak yerine ufaklığı çalıştırmak zorunda olması başlı başına bir can sıkıntısıdır. Onun gibi saçlarını Bob Marley modeli yapar ama Marcel daha o yaşlarda hava toplarının tek hakimi bir savunmacı olduğundan her vuruşta saçları bozulur. Belki de o gün Seth olamayacağını daha iyi anlar Marcel. Ertesi gün Seth, Fransa’nın en büyük yıldızı Platini’ye sahayı dar eder, tüm stat “Adonkor, Adonkor, Adonkor” diye inlerken Marcel ayağa kalkıp “O benim kardeşim” diye haykırmak ister. Ama soyadları bile farklıdır zaten, haykırsa da kimse inanmaz zaten. Yolları da soyadları gibi apayrıdır. Seth, yıldızların şov maçına götürmez ufaklığı, ufaklık bagaja saklanır; bagajdan Marcel çıkınca Seth tokadı basar…

Önce top toplayıcılık, sonra altyapıda sürekli yükselme… Seth’in dünyası, her şeye rağmen Marcel’i daha da fazla futbola iter. Sonunda kolejde “Ne olmak istiyorsunuz?” anketinde “Ya futbolcu ya da pastacı” yazar. Baba Mösyö Desailly ise oğlu yükseldikçe futbolcu olmasını daha da az ister. Ama artık ok yaydan çıkmıştır.

Ama her şey o kadar da güzel değildir. Önce Mösyö rahmetli olur. Daha 14 yaşındayken hastane bekçisi Marcel’e “Mösyö Desailly” diye hitap eder. Dünyada kalan son “Mösyö Desailly” de ondan başkası değildir. Birkaç hafta hastanenin önünde bisikletiyle geçip binanın bacasından tüten dumanları seyredip “İşte orada, gökyüzüne uçuyor” der kendi kendine…

Daha da kötüsü, alkol ve aşırı hızın birbirine karıştığı “yıldızlar”a yaraşan bir kaza da Seth’i de kaybeder. Ne Nantes kulübü, ne Seth’in en yakın arkadaşı olarak gözüken siyahi Afrikalılar, kimse yardım bile etmez anne ve kardeşe. O gece Seth’in ölümünü Afrika usulü eğlenceli bir şekilde “kutlayan” Afrikalılar’dan da, oraya gelme bile zahmetine katlanmayan Seth’in takım arkadaşlarından da tiksinir küçük Marcel: “Bu mu harika futbol dünyası Seth?” diye haykırır. Ve sanki bir gecede 10 yaş birden büyür.

Bu iki ani ölümle, film hızlanır. İlk profesyonel maçında, Dünya Kupası’ndan dönen Jean Tigana’ya öyle bir müdahale yapar ki Tigana döner ve “Tamam çocuk, çok iyisin ama ben de Tigana’yım, biraz yavaş” diye bağırır. “Çocuk” sanılandan da iyidir. Havadan asla geçit vermez, fiziğine rağmen yerden hızlı, kendinden fazlasıyla emindir; sadece savunmacı değil, pasları gayet düzgün, topu fazla ayağında tutmadan oyunu okuduğu gibi kurabilen hem orta saha hem de savunmacı olarak meşhur Nantes akademisinin en verimli meyvalarından birisi…

18 yaşında 18 bin Frank maaş, “Petrol kralıydım” der daha sonra olacaklardan habersiz… Procé Park’ın orada bir daire alır, annesi sadece kendi evinde gündelik yapar, tüm kardeşleri de eline bakar… Ama Marcel’i motive eden bambaşka bir şeydir: O hem Seth, hem de Mösyö Desailly’nin bir karışımıdır. Yetenekli ama çalışkan, arzulu ama disiplinli…

Gana’ya bile gidilir, gerçek baba ile tanışılır ama asla “baba” olarak benimsenmez. Bunca yıl sonra ortaya çıkan “baba”nın tek isteği “oğlu”nun kendisine yardım etmesidir. İstemez ama eder. Bir an önce Fransa’ya dönmelidir. Artık Nantes’ın genç yıldızlığından önce Marsilya’ya oradan da Milli Takım’a terfi edilmiştir.

Marcel Desailly’nin Marsilya macerası aslında onun gerçek anlamda “profesyonel futbol” ile tanışmasıdır: Karanlık, entrikacı bir başkan; sürekli değişen teknik direktörler ve her türlü dedikodu… Marsilya söz konusu olunca futbol sadece futbol, başkan da sadece başkan değildir: Maçlardan önce, maçların devre arasında, maçların sonunda, antrenman sahasında sürekli “ora”dadır başkan. Bazen elinde ne idüğü belirsiz haplar (zararsız olduğunu kanıtlamak için tüm oyuncuların önünde kendisi de içer), savrulan tehditler, çoğu zaman oyuncuların parasını ödemek için karısının 16. yüzyıldan kalma tablolarını sattığını anlatan, kalp krizi geçirme taklitleri yapan, kendini yerden yere atan, her şekilde nasıl olursa olsun başarı isteyen garip bir adam. Oyuncuların adını bile bilmez, çoğu zaman onlardan “o şey” diye bahseder. Kendisine karşı gelen herkesi kovar, bitirir… Ona göre hakemler, Paris’teki futbolu yönetenler herkes ama herkes “mazlum” Marsilya’sının karşısındadır.

Ne şekilde olursa olsun bir şekilde en büyük başarılar gelir: Fransa şampiyonlukları, 1992’de Şampiyonlar Ligi Finali, 1993’te Milan’a karşı Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu… Aslında hepsi de tufandan önceki sessizliktir. Neyse ki Marcel her geçen gün daha da iyi oynar. Öyle ki artık Milan kendisinin peşindedir. 1993’te Marsilya’nın açıkça şike yaptığı ispatlandığı için lig şampiyonlukları sayılmaz ve küme düşürülür. Ama zaten Marcel çoktan en üst kümeye, 90’ların ilk yarsının tartışmasız en büyüğü Milan’a kadar çıkmıştır.

Şimdilerde Marsilya başkanı olan o zaman Desailly’nin menejeri Pape Diouf önce Milanlı yöneticilere “Çok teşekkürler bizi bu güzel şehre özel uçağınızla getirdiniz, ağırladınız ancak bu dediğiniz rakama kargalar bile güler. Marcel Desailly bu!” Kargaların güleceği rakam, Marcel’in Marsilya’da aldığının neredeyse 2 katıdır. O an Marcel, Pape Diouf’u öldürmeyi bile düşünür. Ama İtalya’da transferin kapanmasına sadece 20 dakika vardır. Milanlı yöneticiler 5 dakika sonra geri dönerler ve ilk tekliflerinin yaklaşık 2 katı bir ücrete imzalar atılır.
Artık Capello’nun has adamı “Marcello”dur o. Önliberoda, Baresi ve Costacurta’nın önünden topu süpürüp Saviçeviç’e aktarmaktır tüm yapacağı. Bununla kalmaz tabii Marcello. 1994 finalinde bu kez Milan formasıyla asrın takımı olarak gösterilen Barcelona’yı 4-1 ile ezip geçtiklerinde sahanın asıl yıldızıdır. 2 yıl üst üste hem de ayrı takımların forması ile Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan ilk oyuncu olur. İlerleyen yıllarda işler biraz sarpa sarsa da, Milan Milan’dır, Marcello da Marcello… Şampiyonluklar, Berlusconi ile özel yemekler, Sacchi’nin gelmesi ile asıl yeri olan savunmanın ortasına geri dönüş derken 90’lı yıllarda dünyanın en ünlü savunma oyuncusu olmuştur Marcel Desailly.

Ama asıl Desailly efsanesi Fransa forması ile yeniden yazılır. Houllier’li, Cantona’lı, Ginola’lı çalkantılı yıllardan sonra Aimé Jacquet ile yeniden “takım”laşan Fransa’nın belkemiğidir Desailly… Önce 98 Dünya Kupası’nda neredeyse santrforsuz oynayarak kendilerinden çok daha iyi birçok takımı eleyerek Dünya Şampiyonu olunacaktır. Tabii ki Zidane vardır sahada ama Zidane Bordeaux’da da, Juve’de de vardır. Fransa’da ise adeta Marcel ve yakın dostu Deschamps’ın sahadaki futbol kişiliklerinde vücut bulan tam anlamıyla bir takım vardır. Euro 2000’de kral yine Fransa olur. Kısıtlı hücum silahlarına rağmen, 90 dakika tam saha pres yapan, takım haline hücuma kalkıp, takım halinde savunmaya çekilen geminin 2. kaptanı Marcel’dir. Kadim dostu Deschamps Milli Takımı bırakınca 1. kaptanlığa terfi edecektir. Thuram tarafından kırılana kadar 116 maçla en fazla Fransa Milli Takımı’nda oynama rekoru onun olacak, Milli Takımı bıraktıktan sonra ise bıraktığı boşluk asla doldurulamayacaktır.

Milan’dan sonra yetmezmiş gibi bir de İngiltere Ligi’nin yolunu tutan “Kaptan”, önce Ada’daki aşırı hızlı futbola alışamaz. Ama 6 ay sonra Chelsea’nin “kayası”na dönüşüverir. Tıpkı “babası” olarak gördüğü Mösyö Desailly gibi bir su gibidir ve girdiği şişenin şeklini alır, bir gün buharlaşıp gökyüzüne karışıp tekrar yağacağı günü bekleyen, sadece hayallerinin peşinde koşan tüm insanlar gibi… İngiltere Ligi’nde sıradan bir takımlıktan büyük takım hüviyetine terfi eden Chelsea’nin bu dönüşüm sürecinde Marcel Desailly’nin oynadığı rol yadsınamaz. Zaten halen Chelsea taraftarlarının kalbinde bambaşka bir yeri vardır. Sadece şimdiki kaptan Terry’yi yetiştirmesi bile Desailly’nin futbola katkısını en güzel özetleyen örneklerden birisidir.

Profesyonel futbolcu olarak son yıllarını Katar’da geçiren “Kaptan” bugünlerde kökleri ile hüzünlü hesaplaşmasına kaldığı yerden devam etmeye hazırlanıyor. Çok yakın bir zamanda Gana’nın başına teknik direktör olarak geçecek. Bugüne kadar hiç yanlışı olmadı. Stoichkov kendisine en iğrenç ırkçı hakaretlerde bulunduğunda bile olması gereken bir profesyonel gibi davrandı ve hepimize harika dersler verdi. Profesyonelliği sadece parasını almaktan ibaret zanneden birçok genç Türk futbolcusu için Marcel Desailly çok büyük bir ders niteliğinedir. Gana’da doğan, sonra Fransa’da, İtalya’da, İngiltere’de girdiği şişelerin şeklini alan ama hep kendisi olarak kalan bu futbol seli, en yakın zamanda yine kaldığı yerden yağmaya devam edecektir. Keşke herkes senin gibi olsa Marcel!

15 Nisan 2009 Çarşamba

Türkiye'den neden mi FABIO CANNAVARO yetişmez?


Türk futbolunun saha içindeki en amansız hastalığı (forever) bireysel savunma hataları. Yıllardır savunmayı, hücum gibi bir sanat biçimi olarak görmediğimiz, en iyi savunmacılarımıza son tahlilde “kazma” gibi küçümseyici lakaplar takıp oyunun savunma kısmını gelişigüzel toplar gibi uzaklaştırdığımız için başımıza geliyor bu illet.

Nasıl ülkemizde müzisyenlere rakı mezesi muamelesi yapılıyor ve bu yüzden de dünya standartlarında müzik sanatçıları yetiştiremiyorsak, futbolda da defansı oyunun geçiştirilecek, sıkıcı kısmı olarak değerlendirip savunmacılarımıza forvetleri yani şahları ve vezirleri koruyan piyon muamelesi yaptığımız için bizimkiler o hataları ısrarla yapmaya devam ediyor.

Belki de isimlere takılıp saçımızı başımızı yolmaya devam etmek yerine şu soruları kendimize sorarsak Türk futbolunun geleceği adına çok daha hayırlı bir iş yapacağız: Neden pek de beğenmediğimiz Alpay’dan beri müzmin yedek İbrahim Kaş ve Cottbus’lu Çağdaş dışında ülkemizde yetişen tek bir savunma oyuncumuz bile Avrupa’nın üst düzey liglerinde oynayamıyor? Neden İngiltere, İtalya ve Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de de yılın en iyi savunma oyuncusu ödülü verilmiyor?

Eğer Bosman hukukuna göre futbolcular birer işçiyse, o zaman savunmacılar da en zor şartlar altında mücadele eden maden işçileri gibiler… Hatta Türkiye söz konusu olduğunda, defans oyuncularımız ülkemizdeki işçilerin büyük çoğunluğu gibi sigortasız, geleceksiz, hayatları gündelik başarıların pamuk ipliğine bağlı, her an harcanmaya hazır piyonlardan başka ne ki? Belki de bizim de savunmacılarımızın makus kaderinin değişmesi için her zaman olduğu gibi bir kahramana, bir Cannavaro’ya ihtiyacımız var, kim bilir?

2006 yazında ilk kez bir savunma oyuncusu, FIFA’nın verdiği Dünya’da Yılın Futbolcusu Ödülü’nü aldı. Üstelik de o güne kadar bu ödüle layık görülen en yaşlı oyuncuydu. Kendisi de bu işe çok şaşırmış, Ronaldinho ile Zidane’ın yanında otururken kendisine uzatılan mikrofonlar aracılığıyla şaşkınlığını olabilecek en ironik şekilde bütün dünya ile paylaşıyordu: “Bu ödülün sadece bir savunma oyuncusu olan 33 yaşındaki Fabio Cannavaro’ya verilmesi çok anormal bir durum. Bunu hiç beklemiyordum. Hatta şu anda Zidane ve Ronaldinho ile karşı karşıya olmam bile çok garip. Saha içinde karşımda olsalar anlardım ama şu anda olan biten her şey sanki biraz sonra uyanacağım ve bir daha da göremeyeceğim bir rüya gibi geliyor”


Sadece FIFA’nın Yılın Futbolcusu Ödülü’ne değil aynı yıl UEFA tarafından verilen Avrupa’nın En İyi futbolcusuna da layık görüldü Cannavaro. UEFA, bu ödülü en son bir savunma oyuncusuna ta 1972 yılında Franz Beckenbauer’e vermişti. Şimdiki futbol ile karşılaştırıldığında Beckenbauer’in ne kadar savunma oyuncusu olduğu fazlasıyla tartışılırdı. Ama o anda tartışılmayan tek tarihi gerçek vardı. Fabio Cannavaro, tüm dünyadaki savunma oyuncularının makus talihini değiştirmiş, adeta defans oyuncularının Spartaküs’üne dönüşmüştü.

Sırrını sorduklarında herkes forvet oyuncuları gibi anlaşmalı olduğu krampon ya da eşofman sponsorlarından birinin adını duymayı beklerken o herkesi ters köşeye yatırdı: “En önemli motivasyonum Napoli. Ben Napoliliyim. Diyeceksiniz ki İtalya’nın geri kalanı tarafından İtalya’nın parçası olarak bile görülmeyen, suçla, uyuşturucuyla özdeşleştirilen bu şehrin bu ödülle ne alakası olabilir? Bir kere her şeyden önce eğer Napolili olmasam, profesyonel futbolcu olmanın nasıl bir ayrıcalık olduğunu anlayamaz, değerini bu kadar iyi bilemezdim. Ben Juventus’ta da Inter’de de hep bir Napolili olarak kaldım. Napoli’den kastım sadece şehirle özdeşleşmiş olan futbol takımı değil. Napolili olmak, yaşamın her anında, en aşağı düşsen de en yukarı çıksan da hayattan zevk almayı bilmek, yaşadığın tüm sorunlara rağmen gülebilmektir”


1973 yılında İtalya’nın içinde başlı başına bir varoş olan Napoli’nin varoşlarından birinde doğmuştu Cannavaro. Annesi hizmetçi, babası ise bir bankada veznedardı. Bir yandan belediye takımı Giugliana’da amatör olarak futbol oynayan babası Pasquale, Fabio ve daha sonradan aynı takımda forma giyeceği küçük kardeşi Paolo Cannavaro’nun en büyük ilham kaynağıydı. 2006’da dünyanın en iyi futbolcusu seçildikten sonra 1.78’lik boyuna rağmen hava toplarından nasıl bu kadar iyi olduğunu soran gazeteciye yine giydiği kramponların markasını söylemeyecek, babasından bahsedecekti: “Sıçrama yeteneğim tamamen genetik… Babam da uzun boylu değildi ama kimseye kafa topu vermezdi. Çünkü futbolu sokakta öğrenmiş, kendini geliştirmişti. Bana da küçükken iyi bir futbolcu olmak istiyorsam sokakta oynamam gerektiğini söylerdi. Ablamla aynı odada büyüdük, yalnız olduğum tek anlar sokakta futbol oynadığım anlardı. Ama ablam hamile kaldığında yine aynı odada yaşamaya devam etmek zordu. O zamanlar benim için en güzel kaçış yolu sokakta futbol oynamaktı. Sokakta hiçbir kural yoktu, Napoli’nin arka sokaklarındaki futbol da Napoli gibiydi. Seni koruyacak kimse olmadığı için güçlü olmalı, kimseye pabuç bırakmamalıydın.”


Sonra Napoli’nin bir nevi Fikirtepesi diyebileceğimiz Bagnoli’nin minik takımında oynamaya başladı Fabio Cannavaro. Daha o zamanlardan yaşıtlarından ruhsal ve bedensel olarak brkaç futbol yılı ilerideydi… Ama orta sahada oynuyordu. Zaten o zamanlar İtalya’da biraz olsun pas verebilen savunma oyuncularının hepsi orta sahada oynardı! Sonra bir gün kendisini Napoli’nin genç takım yöneticisi olarak tanıtan mafya babası kılıklı adamlar gelip onun artık Napoli’de oynayacağını söylediler. Canına minnetti 11 yaşındaki Fabio’nun… Ne de olsa babası ile beleştepeden izlediği Maradona’dan sonra fanatik Napolili olmuştu çoktan.

Önce onun genetik sıçrama yeteneğini keşfeden antrenörleri, Fabio’yu savunmanın ortasına yerleştirdiler. O sezon Napoli minik takımı Trofeo şampiyonu oldu. Sonra bir gün Maradona o her daim gülen yüzü fark etti. O andan itibaren önce idolünün kramponlarını ve formalarını taşımaya başladı Fabio, sonra da yine Napoli’nin kralı Maradona’nın isteği üzerine A takımın maçlarında top toplayıcılığa başladı. Napoli şampiyon olduğunda, daha 12 yaşındayken Maradona ile beraber şampiyonluğun kutlandığı gece kulübüne gitti: “O şampiyonluk partisini hiçbir zaman unutamadım. Maradona kral ben de onun küçük prensi gibiydim. Bir gün bile bana karşı en ufak bir kabalığı olmadı, hep alçakgönüllü ve cömertti. Bir keresinde çıkarıp saatini verdi ama babam kızar diye almadım. O yaşta Maradona’nın yanında olmak rüya gibiydi, hayatımda başına gelen en güzel şeylerden birisiydi.”

Sonra bir gün yine Maradona’nın partilerinden birinde 15 yaşındayken gelecekti eşi Daniela ile tanıştı. 1990 Dünya Kupası’nda Maradona’nın Arjantini ile İtalya’nın karşılaştığı yarı final maçında, Maradona aşkına diğer Napolililer ile beraber Arjantin’i tuttuktan sonra bir daha başkalarının topunu toplamadı. Artık o top toplayıcı çocuk değil, bizzat Maradona ile beraber antrenmanlara çıkan, genç yaşına rağmen saha içindeki tüm topları toplamaya başlayan savunmanın belkemiği olarak Napoli’nin geleceğiydi. Hatta bir gün bir antrenmanda Maradona’yı marke ederken sertleştiği için hocalarından azar işitecek ama Maradona, Cannavaro’yu azarlayan hocaya kızacaktı: “Heyecandan ölmek üzereydim; ne yaptığım üzerine hiçbir fikrim yoktu. Sadece kendi idolüm değil tüm Napoli’nin kahramanı karşımdaydı. Antrenör bana kızınca ona döndü ve ‘Saçmalama, kızacak ne var, antrenman yapıyoruz’ dedi sonra da bana döndü ve ‘Aynen devam et, harikasın’ diye omzuma vurdu. Ben de devam ettim”

Bir süre sonra Napoli gördüğü en güzel rüyadan uyanacak, Maradona kendilerine tek başına kafa tutan Kuzey İtalya’nın futbol derebeyleri tarafından çarmıha gerilecekti. Ama Cannavaro, Maradona’yı dinleyip kaldığı yerden devam etti. Maradona’dan sonraki idolü Napoli’nin efsanevi savunma oyuncusu Ciro Ferrara oldu. Yıllar sonra 2006 Dünya Kupası’nda İtalya’nın kaptanı olarak Dünya Kupası’nı havaya kaldırdığında ilk olarak kendisine yerden müdahele yapmayı öğreten Ferrara’ya koşacak, şampiyonluk priminin büyük bir kısmını da onunla beraber kurduğu Ferrara Cannavaro Kanser’le Mücadele Vakfı’na bağışlayacaktı.

1993 Mart’ında Napoli formasıyla ilk Serie A maçına çıkmış, Juventus’un yıldızı David Platt’a göz açtırmamıştı. Artık İtalya’da Cannavaro isimli başka türlü bir savunma rüzgarı esiyordu. 1.78’lik boyuna rağmen hava toplarının mutlak hakimi olmasının yanı sıra kendisinden önceki efsanevi İtalyan savunmacıları Scirea, Gentile ve Costacurta gibi değildi. O isimler söz konusu olduğunda adam geçse top geçmiyor, top geçse adam geçmiyordu! Ama söz konusu savunmacı Fabio Cannavaro olduğunda top hiçbir zaman geçmiyor, rakibiyle çoğu zaman muhatap bile olmuyordu. 13 yıl sonra İtalya Dünya Şampiyonu olduğunda takım kaptanı Cannavaro, tüm maçlarda 690 dakika boyunca forma giyecek ama tek bir sarı kart dahi görmeyecekti!

1994’te İtalya 21 yaş altı takımıyla Avrupa Şampiyonu olan Cannavaro rüzgarı Çizme’de daha da hızlı eserken, Maradona’dan sonra Napoli İsa’dan sonra Filistin’inkine benzer kaotik bir tufana tutulacak, Napoli’yi İtalya’nın parçası olarak görmeyen Kuzey İtalya derebeyliğinin diktatörlüğü karşısında iflas bayrağını çekecekti. 1995’te kulübün yaşadığı derin ekonomik krizden biraz olsun kurtulması için Parma’ya transfer olduğunda, 58 kez Napoli forması giymiş, 2 de gole imza atmıştı.

1995-2002 yılları arasında Parma formasını giyen Cannavaro, daha sonra Inter ve Juventus gibi Napoli’yi İtalya’dan saymayan zengin kuzey takımlarının formasını giyse de hayatı boyunca hep Napolili olarak kalacaktı. İtalya’da “İtalya Güzeli” lakabını aldığında hatta en seksi 10 erkekten birisi seçildiğinde bile Daniela’ya sadık kaldı ve üç çocuk babası olarak Napolice bir yaşam tarzı sürdü. İtalya formasıyla 1996’da bir kez daha 21 yaş altı Avrupa Şampiyonası’nda şampiyon olurken aynı yaz Atlanta Olimpiyatları’nda da milli formayı giydi.

Bu arada Parma’da Fransız Lilian Thuram ile o zamanların en harika savunma tandemini oluşturacak, 1997’de tarihinde ilk kez Serie A’yı ikinci sırada tamamlama başarısını gösteren takımının en büyük kozu olacaktı. Carlo Ancelotti yönetimindeki Parma o sezonu şampiyon olan Juventus’un sadece 1 puan gerisinde tamamlamış ve Avrupa’nın en güçlü takımlarından birine dönüşmüştü. 1998-99 sezonunda Veron’lu, Crespo’lu Parma bu kez hem UEFA hem de İtalya Kupası’nı müzesine götürürken, artık takım kaptanlığına terfi eden Fabio Cannavaro, İtalya’nın en iyi savunma oyuncusuna verilen Albo d’oro Oscar ödülüne layık görüldü. Bu arada 1998 Dünya Kupası’ndan itibaren İtalya Milli Takımı’nın da değişilmez oyuncusu olacak ve Nesta ile beraber on yıl boyunca herkesin imrenerek bakacağı bir savunma tandemi geliştirecekti.

1998 Dünya Kupası’nda çeyrek finalde İtalya’yı penaltılarla eleyerek Cannavaro’nun kalbini kıran Thuram’ın Fransa’sı, 2000 yazında bir kez daha İtalya’yı, bu kez Avrupa Şampiyonası’nın finalinde dize getirdiğinde tüm dünya normal olarak Fransa’nın multietnik takımını yere göğe sığdıramadı. Ama en başta Zidane’ın merkezinde olduğu bu futbol bienali Cannavaro ve Nesta ikilisinin yarattığı mucizevi başarıyı gölgeledi. Turnuvanın büyük bir kısmında hücumda fazlasıyla zorlanan İtalya bu muhteşem ikilinin jeneriklik Çanakkale Geçilmez’leri sayesinde yarı finale kadar gelmiş, yarı finalde de maçın büyük kısmını 10 kişi oynamalarına rağmen o zamanlar Avrupa’nın en kudretli hücum gücüne sahip Hollanda’ya Cannavaro liderliğinde 120 dakika geçit vermemişti. Ama her zaman savunmacıların makus kaderinde olduğu gibi final maçının son anında muhteşem ikilinin bir anda gözünden kaçan Wiltord kahramanlığa terfi etmiş, Nesta ve Cannavaro’nun o ana kadar canlarını dişlerine takarak yaptıkları kumdan kaleler bir anda yerle bir olmuştu.

2002 Dünya Kupası ise Cannavaro için daha büyük bir hayalkırıklığı oldu. Nesta’nın sakatlanması sonucu savunmanın ortasında solbekten devşirme Maldini ile beraber takımını ayakta tutmaya çalışacak ama hem forvet oyuncularının bekleneni verememesi, hem de Güney Kore maçında yan hakemin evsahibi ekibin 12. oyuncusu gibi davranması sonucu İtalya erkenden evine dönmek zorunda kaldı.

O yaz, son iki sezondur kardeşi Paolo’nun da savunmada kendisiyle beraber oynamaya başladığı Parma’dan ayrıldığında yeni takımı Inter Cannavaro’nun bonservisi için tam 23 Milyon Euro ödedi. Inter’in 2002-03 sezonunda Şampiyonlar Ligi yarı finaline kadar çıkmasında hayati bir rol oynayan “İtalyan Güzeli” ikinci sezonunda şanssız bir sakatlık geçirdi. Ama Euro 2004’e kadar kendisini hazırladı. O sezon Inter’in maçlarının birçoğunda sakatlığı yüzünden forma giyememesine rağmen, milli takımda oynaması taraftarlar ve yönetimle arasını açtı. Daha sonra turnuvanın bitiminde Juventus’a transfer olduğunda iki sezon üst üste özlediği şampiyonluğu yaşayacak ama ayyuka çıkan şike skandalları yüzünden bu şampiyonluklar Juventus’tan alınarak Inter’e verilecekti. Bu süreçte İtalya kaptanı olarak yaptığı açıklamalar ve Inter’in şampiyonlukları hak etmediğini bunu da oyuncularının gayet iyi bildiğini söylemesi dünya futbolunun gündemine bomba gibi düşen skandalın artçı şoklarından birisi oldu.


Tüm bu negatif atmosfere rağmen Zidane’dan sonra turnuvanın en iyi ikinci oyuncusu seçildiği 2006 Dünya Kupası’nı üstünde Daniela ve üç çocuğunun isimlerinin yazdığı dövmeli kollarıyla havaya kaldırıp “Hiç düşlemediğim bir rüya görüyorum. Bunu hayal bile etmeye cesaret edemezdim” dediğinde içindeki hiç ölmeyen Napolili yine kendini gösterecek, bir zamanlar beraber büyüdüğü arkadaşlarının birçoğunun İtalya’nın uçsuz bucaksız varoşunun lanetli kaderinde hayatlarını kaybettiğini, bir kısmının da ya hapishanede ya da uyuşturucu tedavisi için hastanelerde süründüğünü açıklayacaktı. Kupayı kaldırır kaldırmaz önce bir başka Napoli futbol efsanesi Ferrara’nın oturduğu tribüne doğru koştu sonra da Napolili eski dostlarına selam yolladı. Kısa bir süre sonra dünyanın en zengin takımı Real Madrid’in yolunu tutsa da kalbinde yine Napoli sokakları vardı: “Günümüz futbolunun en önemli sorunu yeteri kadar esnek ve doğal olmaması. Şimdiki çocuklar lüks içinde çok steril ortamlarda futbolu öğreniyorlar, sonra da büyüdüklerinde futbolun gerçeklerine adapte olmakta güçlük çekiyorlar. Halbuki ben Napoli’nin arka sokaklarında dar alanlarda, kuru kalabalığın keşmekeşinde Fabio Cannavaro oldum. O sokaklar beni güçlendirdi, ayakta kalmak için en büyük silahım olan aklımı kullanmayı öğretti. Şimdilerde her şey fazla steril, bu da uzun vadede futbolun ölümüne sebep olacak”

9 Nisan 2009 Perşembe

Liverpool Efsaneleri: Son Efsane Steven Gerrard BÖLÜM 1


KIRMIZI BİR FUTBOL MASALI (FourFourTwo arşivimden)
1980’li yılların ortası… Liverpool sokaklarında hiç dinmeyecekmiş gibi gözüken bir yağmur ve fırtına var… Ama insanların başı dimdik, futbol topunun içine gizlenmiş hayallerine dört elle sarılmışlar, Anfield Road’a doğru yürüyorlar. Rüzgâra, yağmura aldırmadan, birazdan başlayacak maçta mutluluğun gümüşten şarkısını bulacaklarına emin bir şekilde stada yaklaştıkça adımlarını hızlandırıyorlar. Hep beraber koşarcasına yürümeye devam edenler arasında bir baba ve oğlu, ikisi bir kırmızı kaşkolu takmış… Baba oğluna o anda dondurucu soğuğu hissetmemek için hep bir ağızdan söylenen şarkının sözlerini öğretmeye çalışıyor… O anı ölümsüzleştiren o şarkıyı: “Asla Yalnız Yürümeyeceksin”

Biraz sonra maç başlıyor. Babayla çocuğun oturduğu sol kanatta top Siyah İnci’nin ayağına gelince herkes ayağa kalkıyor. Çocuk, babanın pantolonunu çekiştiriyor: “Top Barnes’a geldi, beni omzuna al!”
Ama birden, o yıllarda olmayacak bir şey oluyor ve rakip takımın forveti, cezaalanının dışına kadar çıkmış Liverpool kalecisi Grobbelaar’ı geçip topu boş kaleye yuvarlıyor. Tüm dünyada maçı televizyonlarının başından izleyen futbolseverler pozisyonun gol olacağından eminler. Ama Anfield’da kale arkasında oturan Liverpool taraftarlarının hepsi ayağa kalkıyor… Kaleye gitmekte olan topu hızlandıran fırtınaya aldırmadan meşin yuvarlağın aksi yönüne doğru nefesleri tükenene kadar üflüyorlar… Çocuk, babasına “Ne yapmaya çalışıyorlar?” diye soruyor. Baba sadece “Bu üfledikleri nefes, Liverpool ruhu” diyor.



O maçtan yaklaşık 15 yıl sonra bu kez o küçük çocuk büyümüş, Liverpool’un yeni John Barnes’ı olmuş… Tribünden bu kez endüstriyel futbol çağının en görkemli ikonlarından birine dönüşmüş ama çocuk kalbi o maça gittiği günde kalmış 8 numara için yeni bir şarkı söylüyorlar:

“Sen gerçek olamayacak kadar iyisin
Kimse senden topu alamaz
Cennetsi bir dokunuşun var
Souness’ın Rush’a verdiği paslar gibisin
Ve hepimiz pub’larda körkütük sarhoşken
Senin bizle olduğuna inanamıyoruz hiç
Gerçek olamayacak kadar iyisin”


Steven Gerrard’ın küçüklük kahramanı John Barnes, yıllar sonra o gün kendisini ve 12. adamın olağanüstü çabasını izleyen çocuk dünyanın en çok örnek alınan orta saha oyuncusuna dönüştüğünde şöyle buyurmuştu: “Bugün Zidane ve Ronaldinho gibi hücuma dönük orta saha oyuncuları futbolu şereflendiren en büyük yetenekler. Makelele ise orta alanın defansif yükünü tek başına çeken modern futbolun en büyük zanaatkarı. Gerrard, tek tek karşılaştırınca bu oyuncuların hiçbirinden daha üstün olmasa da bir takım oyuncusu olarak bu üç futbol zanaatkarının yaptığının hepsini yapabilen dünyanın en komple oyuncusu. Ama benim için en önemli özelliği sadece saha içinde oyunun her iki yönü arasındaki en güçlü köprüyü kuran oyuncu olması değil. Gerrard’ın kendinden önce takım için kullandığı yeteneği ve emeği, Liverpool formasının üstüne öyle bir sinmiş ki o 8 numaralı forma Dalglish-Souness-Rush’ları Carragher-Maschenaro-Torres’lere, efsanevi bir geçmişi umut dolu bir geleceğe bağlıyor”




Liverpool’un yaşayan efsanesi Siyah İnci böyle buyurduktan sonra en başta biz olmak üzere kimsenin itiraz edecek hali yok tabii. Ama bugün Steven Gerrard’a sadece Liverpool’lu gözlerle bakınca onun temsil ettiği inanılması zor gerçeğin endüstriyel futbol çağında ne kadar da devasa olduğunu ıskalayabiliriz. Evet, bu yıl Liverpool takımın kalbi Gerrard sayesinde 18 yıl sonra ilk kez İngiltere Ligi şampiyonluğunda bu kadar iddialı ve kendisinden emin. Ama aynı Gerrard,
Uzun yıllardır Premier Lig’de her yeni sezona şampiyonluk parolasıyla başlayıp daha ilk haftalarda yarışa havlu atan takımın kalbi, ruhu, beyni, her şeyiydi. Liverpool, şanlı geçmişiyle son 18 yıldaki hayalkırıklıkları arasında sürekli kendisini arayıp bocalarken Steven Gerrard hep orada kadere karşı inatla üflenen nefesin vücut bulmuş hali oldu. Başta endüstriyel futbol filminin “kötü adamı” rolündeki ezeli rakipleri Chelsea’den gelen dudak uçuklatan teklifleri elinin tersiyle itip nesli tükenmekte olan Paolo Maldini ve Ryan Giggs misali Liverpool ile eş anlamlı hale geldi. Bir kere Liverpool’lu doğduğu için yenilse de asla yalnız yürümemenin ölümsüzlüğünü paranın gelip geçici saadetine tercih etti.


Belki de Şampiyonlar Ligi tarihinin en güzel finali olan 2005’teki kırmızı İstanbul masalında Liverpool o efsanevi geri dönüşü gerçekleştirmeseydi, Gerrard kalesi de her şeye rağmen düşecek ve bu satırlar şu anda yazılmıyor olacaktı. Ama o gece maç 3-0’ken kaderine başkaldıran Gerrard, modern futbola öyle bir elbise dikti ki ne Abramovich’in, ne Berlusconi’nin ne de bir başka endüstriyel futbol baronunun paraları yetmez o güzelliği tarihten silmeye...

Gerrard isimli sapına kadar kırmızı futbol masalı, İstanbul’dan önce ve İstanbul’dan sonra diye ikiye ayrılabilir pekala... Ama kesin olan bir şey var ki o 25 Mayıs 2005 günü İstanbul’da yazılan futbol tarihinde yeni bir çağ başladı ve hâlâ da tüm ihtişamı ile sürmeye, endüstriyel futbolun kara deliği olmaya devam ediyor: Steven Gerrard Çağı!
Her şeyden önce saha içinde Steven Gerrard’ın modern futbola damgasını vurduğuna tanıklık ediyoruz. Artık Capello’nun Milan’dayken aslında bir stoper olan Marcel Desailly’yi orta sahaya kaydırarak başlattığı, 1990’lara ve 2000’lerin ilk yarısına damgasını vuran orta sahada defansif ve ofansif görevlerin belirgin bir şekilde bölündüğü önlibero çağının sonuna geldiğimiz muhakkak. Artık dünyanın her yerinde orta alan oyuncularından Desailly ya da Saviçeviç değil de oyunun ofansif ve defansif yönünü aynı başarıyla oynayabilen Gerrard olmaları isteniyor: Her iki ceza alanı arasında sürekli mekik dokumak, 2008 model şampiyon İspanya örneğinde de gördüğümüz gibi orta saha oyuncularının satrançtaki vezirler misali sonsuz varyasyon ve hareketlilik serbestisine sahip olduğu, 90 dakika boyunca rakibin durumuna göre sağda, solda, ortanın ilerisi ve gerisinde her yerde mücadele ettiği bir Gerrard’lar ordusu...
Tabii Gerrard olmak hiç de kolay değil. Saha içinde sadece sağ veya sol ya da her iki ayağınızı tenis raketi ya da bazuka ateşleyicisi misali kullanmanız yetmiyor, her şeyden önce kafanızı ve oyuna verdiğiniz ruhunuzu da ayak içiniz kadar usta ve ateşli bir şekilde kullanmanız gerek! Artık modern futbolda İngiltere’ye gidip kendisini kimsenin tahmin etmediği kadar geliştirmeden önceki Tuncay Şanlı gibi sadece ruhunuzla oynamanız da yetmiyor. Madalyonun diğer yüzüne bakarsak bir zamanlar Zola ya da Baggio’nun yaptığı gibi ne kadar dahiyane olursa olsun günümüz futbolunda sadece zekanızla da oyunun kaderini her an değiştirebilecek kalibrede bir yıldız olamıyorsunuz (bknz Manchester City’nin harika sambacısı Elano). Hatta bu açıdan bakınca belki Cristiano Ronaldo, Ronaldinho ya da Eto’o gibi süper yıldızlar attıkları ve attırdıkları gollerin sayıları baz alındığında, istatistik bilimine göre Gerrard’dan daha üstün oyuncular. Ama bu olağanüstü yeteneklerle donanmış oyuncuların hiçbiri de takımının ihtiyacı olduğunda, maçların belli dakikalarında oyun kurucu, diğer kritik anlarında sol açık, dönüm noktalarında ise santrforu destekleyen ikinci forvet olarak sadece Gerrard’a özgü olan bitmek bilmeyen bir futbol ateşi, ustalık ve forma aşkını harmanlayarak oynayamıyorlar (Bknz Ronaldo’nun Portekiz’le yaşadığı hayalkırıklıkları). Bu yüzden de dünyanın dört bir yanındaki teknik direktörler, yıldız adaylarından saha içinde total futbolun Johann Cruyff’tan sonraki veliahtı olan Gerrard’ı izlemelerini ve onu örnek almalarını istiyorlar.


Peki, Gerrard 9 yaşında mahalle takımı Whiston Juniors’ta Liverpool’un Serpil Hamdi Tüzün’ü Steve Heighway tarafından keşfedilip modern futbolun en çok örnek gösterilen oyuncusuna dönüşene kadar kimi örnek almıştı? Her şeyden önce bugün Gerrard’ın Liverpool ile eşanlamlı hale geldiğini düşünürsek, Gerrard’ı Gerrard yapan en önemli kaynak Liverpool tarihiydi. Buradan bakınca bir önceki sayımızdaki Metin Tekin-Beşiktaş aşkında Sarı Fırtına’nın altını ısrarla çizdiği duruma benziyor Gerrard’ınki: “Ben efsane değilim. Efsanelik ne haddimize, tek efsane vardır o da Beşiktaş’tır”. Bunun İngilizcesi de herhalde Gerrard’ın söylediği olmalı: “Benim için yaşamak, Liverpool forması giymek ile eş anlamlı!”

Gerrard’ı Beckham ve diğerlerinden ayıran en önemli nokta da bu. Beckham hangi formayla olursa olsun kazandığı her maçtan sonra Victoria ile önceden hazırladıkları pozlar verirken, Gerrard 2005’te İstanbul’da yazdığı efsanenin ardından dünyanın en güzel kadınlarından birisi olan (Victoria’dan çok daha güzel olduğu kesin) Alex Curran’la büyük bir aşk yaşıyor olmasına rağmen o gece İstanbul’daki otel odasında Şampiyonlar Ligi Kupası’na sarılarak uyuyacak, sabah uyandığında da kupanın yanında olmadığını fark edince yüreğinden bir parça kopmuş gibi hissettiğini söyleyecekti. Aynı gün Chelsea’ye gidip gitmeyeceğini soran gazetecilere verdiği cevap ise Liverpool tarihinin en güzel sayfalarından birisi oldu: “Böyle bir geceden sonra ‘bir insan’ kendisine kaç para fazla verilirse verilsin Liverpool’dan ayrılamaz!”
“Bir insan”! Steven Gerrard da her ne kadar endüstriyel futbol çağının en önemli ikonlarından birisi olsa da bir insan. Ve her ne kadar saha içindeki olağanüstü performansı sadece Play Station’daki sanal oyuncularla karşılaştırılacak kudrette olsa da endüstriyel futbol çağında herkesin ıskaladağı bir Gerrard gerçeği vardı. “O insan” tam da yıllardır bekleneni veremeyen bir takımdan Michael Owen ve Steve McManaman gibi istemeden de olsa ayrılmak zorunda kalmak üzereydi. O günlerde hiç kimsenin yapmadığını yaptı. Çünkü sadece babasının ona beraber gittikleri o taraftarların gol çizgisini geçmeyeceğine inandıkları için topu üfledikleri maçı hatırlatması Liverpool’da kalması için yetti de arttı. Kendi sözleriyle bir anda “hayatının hatası”ndan döndü.


Dönüş, o dönüş... O günden sonra uzun zamandır leblebi çekirdek gibi yuttuğu paracetemol yatıştırıcılarını almayı bıraktı ve aylar sonra ilk kez yataktan gülümseyerek kalkıp Liverpool ile olan sözleşmesini uzattı. Benitez yönetiminde her ne kadar zaman zaman sahanın her yerinde aynı başarıyla oynamasanın kurbanı olarak rotasyon uğruna sahanın birçok değişik mevkisinde görevlendirilse de Gerrard’ın en kötü gecesi İstanbul’daki gibi oldu. Houllier’nin fütursuzca harcadığı, El Hadji Diouf’lara, Cisse’lere har vurup harman vurduğu paralar yüzünden Liverpool’un ağır bir ekonomik krize girmesinden sonra kulübün taraftarların karşı olduğu Amerikalılara satıldığı kriz döneminde saha dışında, daha içindeki kadar önemli bir müdahele yaptı: “Bu kulüpten Shankly, Paisley, Dalglish, Rush geldi geçti ama sonunda yine siz taraftarlara kaldı. Bir gün başkanlar da Benitez de ben de olmayacağız ama Liverpool sonsuza kadar sizin olacak!”


Araya bazen “kötü adamlar”ın, hayal kırıklıklarının, tarifsiz sakatlık acılarının girmesine rağmen Gerrard isimli kırmızı futbol masalı hep devam etti. Ve bu sezon kariyerinde tatmadığı tek ama ona göre en önemli kupa olan İngiltere Ligi şampiyonluğunu kazanmak için bir zamanlar izleyip hayran kaldığı, topun aksi yönüne doğru üfleyen taraftarların saha içindeki ölümsüz ruhu olarak Gerrard olmaya devam ederken yine yalnız yürümüyor. O dünyanın en güzel futbol şarkısının sözlerindeki gibi başı dimdik, hayallerine sarılmaya devam ediyor. Rüzgarda, yağmurda ama her zaman kalbinde kırmızı bir umutla yürümeye, futbol yüreklerimizi ışıl ışıl aydınlatmaya devam ediyor...