3 Mart 2009 Salı

Cesur Yürek mi dediniz: Bülent Korkmaz



Eğer olur da bir gün herhangi bir nedenle Galatasaray, aslan simgesini değiştirmek zorunda kalırsa, sarı kırmızının ortasına sadece kafa topuna çıkan Bülent Korkmaz’ı koysa, yeter de artar bence… O, kendisinden 5-10 santim uzun, teknik açıdan 5-10 gömlek üstün forvetin üstünden alınan top, başlı başına bir Galatasaray tarihidir… O her anında bacağı kopsa tek bacağıyla koşmaya devam edecekmiş gibi bakan gözlerdeki futbol ateşi başlı başına bir Türk futbolu belgeselidir…

Bir takım futbol sanatından bihaber olmasına rağmen sadece paraları olduğu için kararları veren gelip geçici kişiler, günlük gelip geçici trendlere göre önemli ama tarihte bir virgül kadar değersiz sıkıcı takım elbiseli adamlar ona bir jübileyi çok görseler bile sarı-kırmızı ve ayyıldızlı formaların üstüne sinmiş Bülent Korkmaz’ın emeğinin sıcaklığını kimse söküp atamaz futbol dilencisinin yüreğinden…

Tüm gündelik teknik, taktik analizlerin ötesinde, insan yüreğinin ayaklara, baldırlara yansımasıdır Bülent Korkmaz… Kelimelerin yetersiz kaldığı, mürekkebin kuruduğu o gelip geçici anların ötesinde ateşten bir heykeldir asla hiç kimsenin yıkmayı başaramayacağı…

Eğer Fenerbahçeliyseniz, nefret etmeniz normaldir Bülent Korkmaz’dan… Liverpool’luların Manchester efsanesi Roy Keane’den, Manchester United fanatiklerinin de Graeme Souness’tan nefret etmesi kadar doğaldır… Hatta bilakis bir Beşiktaşlı olarak benim de saha içindeki Bülent Korkmaz’dan nefret ettiğim anlar olmuştur, yalan yok! Ama bir an gözlerimi kapayıp Bülent Korkmaz’ı siyah beyaz forma ile düşündüğümde nefret ile aşkın arasındaki çizginin ne kadar da ince olduğunu bir daha unutmayacak bir şekilde anlamış, kalbimin dehlizlerinde tüm katıksızlığıyla hissetmişliğim de vardır…

UEFA Kupası finalinde kolu çıktıktan sonra oynamaya devam etmeseydi de bu satırlarda olabilecek en zarif şekilde günah çıkartırdım emeğin futbol hali karşısında… Hatta belki de her şeye rağmen ısrarla hakemlerim üstüne sarhoş atlar gibi koşması gözümün önüne geliyorsa tamamen kıskançlığımı yenememdendir büyük ihtimalle… Ama şöyle bir an renklerin bakarkörlüğünden sıyrılmaya çalışarak tekrar arkama dönüp baktığımda karşıma çıkan asıl manzara onun bıraktığı boşluğun dolmamış olmasıdır…




Servet Çetin’in emeğine, fedakarlığına dil uzatana Cantona uçan tekme atsın o ayrı ama yine de Türkiye Milli Takımı hala Bülent Korkmaz’ın yerine kimseyi bulamadı bence… Hatta belki de Servet Çetin, Bülent Korkmaz olmak için fazla yetenekli olduğundan bunu söylüyorum, kim bilir? Servet’e herkes gibi şapka çıkartıyorum ama Bülent Korkmaz’a biraz da çıkartmak zorunda olduğum günahın da ağırlığıyla Cemal Süreya’nın içi çiçek dolu şapkasını uzatıyorum bu satırlardan…



Futbol kalbim en çok da neyini özlüyor biliyor musunuz? Bülent Korkmaz’ın her maçta yaptığı hatalardan sonraki reaksiyonunu, kendisinden dünya çapında yeteneği esirgeyen futbol Tanrılarına karşı o katıksız etten, kandan, dibine kadar insan ruhundan direnişini… Yetenek derken, zaten 1980’lerin ikinci yarısından 2000’lerin başına kadar Türkiye’nin ateşten gömleğini giymiş bir savunma oyuncusundan Beckenbauer gibi olmasını beklemek Suudi Arabistan’daki gençlerden iyi bir Rock grubu kurmalarını beklemek kadar büyük bir haksızlık. “Altı üstü orta sahayı geçmemesi gereken bir savunma oyuncusu”, “Kazma”, “Takoz” yaftalarının savunma oyuncusu konusunda çöller kadar bakir olduğu topraklarda Bülent Korkmaz olabilmek, Bülent Korkmaz kalabilmek başlı başına efsane olmak ile eş anlamlı değil de nedir ki zaten? Onu ilk kez çocuk gözlerimle gördüğüm Neuchatel maçı ve son kez Ayvalık’ın Artur sahilinde eşiyle beraber otururken gördüğüm zaman arasında aslında değişen sadece Bülent Korkmaz’ın ölümsüz bir su olarak girdiği şişelerin şekliymiş aslında… Katıksız çocuk yüreğiyle, büyümeyi reddedip futbol topunun içindeki çocuk dünyasına gizlenmeyi seçen kaçık bir yazarın arasındaki fark kadarmış her şey… Meğerse Bülent Korkmaz’ın neredeyse her maçta yaptığı hatalar, sadece o dünyanın en güzel oyununun tuzu biberiymiş, yokluğunda futbol damağında buruk bir tat bırakan…

Aslında Bülent Korkmaz o Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki ölüm döşeğindeki kadın karakterin sayıkladığı su gibi… Önce Türk savunmacısının “bunlar asla çizgi halinde oynayabilecek kadar zeki olamaz” diye aşağılandığı 3-5-2’nin geçer akçe olduğu dönemden kalma Bülent Korkmaz… O hani, ortada ayağı biraz daha fazla top yaptığı için libero olarak ikame edilen oyuncunun sağında ya da solunda tek görevi topu rakipten alır almaz sanki bombaymış gibi başka arkadaşına vermek zorunda olduğu zamanlardan… Ama en güzel de Bülent Korkmaz’ın sayısız eski partnerlerinden Şampiyonlar Ligi’nde gol atan ilk Türk oyuncu olan Cihat’ın dediği gibi o yıllarda antrenmanlarda sadece kafa topu çalıştırılan stoperlerimizin günahı neydi ki Allah aşkına?

Sonra birden sanki her şeyimizde olduğu gibi futbolda da bir günde çağ atlamıştık! Her ne kadar bir süre 3-5-2’den çizgi savunmalı 4-4-2’ye dönüldüğünde hasarı fazlasıyla ağır bir travma sonrası stres bozukluğu yaşasak da 3-5-2 devrinden geriye sadece Bülent Korkmaz kalmıştı yine… Artık topu rakipten kapar kapmaz en yakınındaki takım arkadaşına vermiyor, elinden geldiğince oyun kurmaya çalışıyordu… Tam da o günlerde başta Fatih Terim olmak üzere herkes Bülent’in bittiğini zannederken, su sadece bir şişeden diğerine girene kadar buharlaşacak, UEFA Kupası finali gecesi bardaktan boşalırcasına yeniden yağmak için sırasını bekleyecekti…



O gece bardaktan yağan yağmur, o tadını unuttuğumuz su tüm ölümsüzlüğüyle iflah olmaz futbol aşıklarının yüreklerini sonsuza kadar serinletti… Belki de o gece top Arsenal’i değil de Galatasaray’ı sırf Bülent’in tek kolla verdiği mücadelenin hatırına o kadar sevdi… Ama o tarihi gecenin bulutlarından gerçeğin kaygan zeminine bir an için indiğimizde çok daha iyi anladık her şeyi… Bir kere madem Bülent Korkmaz oynadığı takımın taraftarları dışında birçok kişi için bu kadar “kazma”ydı da o Hagi’nin oyundan atıldıktan sonra Galatasaray nasıl ayakta durdu? Eğer Popescu o gecenin ölümsüz “En İyi Yardımcı Oyuncu”suysa Bülent Korkmaz, Galatasaray’ın ta kendisi değil miydi Allah aşkına? Sonuçta Popescu, Barcelona’nın eski kaptanı, Romanya’nın Hagi’den sonra yetiştirdiği en büyük futbol sanatçısıydı; buna karşın Bülent Korkmaz sadece “bizim çocuk”tan başka neydi ki?

İşte tam da o çelişki futbolun ta kendisiydi… 1998’de Fransa Dünya Kupası’nı kazanırken Laurent Blanc eşsiz bir savunma sanatçısıysa Marcel Desailly o her tekmeye kafa uzatan “bizim çocuk”tu… 2005’te İstanbul’da Liverpool, Şampiyonlar Ligi tarihinin en efsanevi final performansına imza atarken Sami Hyppia Popescu-Blanc rolündeyken, Jamie Carragher, Bülent Korkmaz’ın ikiz ruh kardeşi değil de neydi? Ve Jamie Carragher, önünde daha faal futbol yaşamı adına uzun yıllar olmasına rağmen Liverpool’lular için yaşayan bir efsaneye dönüştürülmüşken, Bülent Korkmaz’a bir jübilenin bile çok görülmesini çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz ki? Halbuki o kızıl İstanbul masalı gecesinde, yine aynı spikerdi Carragher’ı yere göğe sığdıramayan, halbuki ondan tam 10 yıl önce bir Galatasaray-Manchester United maçında Bülent Korkmaz’ın performansını papağan gibi tekrar ettiği “Boğaziçi Zırhlısı” hariç betimleyebilecek kelimeleri bile bulamamıştı… Neyse ki UEFA Kupası Finali’nde o kelime olarak karşılığı olmayan ruh hali, Türk futbolunun en güzel resim karesinde olabilecek en anmalı şekilde sağlam kalan tek koluyla kupayı kaldıracaktı.

Yıllar sonra Ayvalık’ın Artur sahilindeki tek açık olan çorbacıda ona yeniden rastladığımda o ölümsüz resim karesindeki gibi gülümsüyordu… Yanında ne UEFA Kupası, ne de Popescu vardı… Yıllardır evli olduğu eşiyle ilk el ele tutuştukları günkü kadar neşeli ve heyecanlıydı… Ama buna rağmen bir eliyle eşinin elini tutmaya devam etse de yanına gelen tüm insanların elini bıkmadan usanmadan ayağa kalkıp sıktı… Masasına oturmak isteyen kimseye hayır demedi… Ve karşısındaki her insana UEFA Kupası’na bakıyormuş gibi baktı…

Sonra sabah bir baktık ki, o masasına gelen çocuklarla, gençlerle maç yapıyordu… Hiç de Ali Sami Yen’deki gibi değildi o anda… Kimseye bağırıp çağırmıyor, tekmeye kafa sokmuyor, kimseyi hafiften de olsa dirseklemiyordu… İşte o anda tüm taraftarlık renkleri zihnimde anlamsızlaştı, hepsi bembeyaz oldu ve jeton düştü: İyi de cellatlar da kimseyi idam ederken sevimli olmaya çalışmıyor, gülmüyorlardı ki… O yıllarda Türkiye’nin üçbüyüklerinden birinde sadece azmi ve ruhuyla ayakta kalan bir savunmacı nasıl başka türlü olabilirdi ki?



O anda Artur’da da kimilerine cellatlar kadar sevimsiz gelen yaşayan efsane o ölümsüz su misali bambaşka bir şişenin içine girmiş, onun zarif şekline bürünmüştü… “Boğaziçi Zırhlısı” zırhını çıkarmış, tarihin altın askısına asmış, içinden de o Ayvalık güneşi kadar sıcak çocuk ruhlu bir adam çıkmıştı… 1994’te Kayseri’ye attığı gerçeküstücü goldeki gibi uzaklardan kafayla kaleyi yokluyor, top dağa taşa gitse de, havada patlıyormuş gibi kaleye yetişmeden yere düşse de yine aynı şekilde gülümsüyor, hiç durmadan kendisiyle dalga geçiyor, bazılarının emekli cellatı bir deniz kenarı bilgesine dönüşüyordu…

O anda onu o bazılarının gözünde cellatlaştıran kaybetmeye karşı isyandan, diğerleri için cehennemlik bir nefretle eş anlamlı olan giydiği formaya duyduğu karşılıksız aşktan eser bile yoktu… Artık futbolun endüstriyel cehenneminin çok uzaklarında, bambaşka bir geleceğin kıyısında aslında hep olduğu kişi oluyor, geçmişin gözlerimize sindirdiği pasları bir gülümsemesi ile bir daha geri gelmeyecek şekilde söküyordu. Etrafında ateşlemesi gereken kimse de yoktu… Ne Hakan Şükür birkaç gol kaçırınca duygularına yenilerek kendi kendisinin kötü bir taklidine dönüşüyor, ne Hagi bakarkör Türk hakemlerinin antikalığı karşısında kendisini kaybediyor, ne de hiç kimse maçın skorunu hatırlıyordu…
Belki endüstriyel futbol cehennemi hem de karşılıksız aşık olduğu takımın formasıyla ona sırtını çevirmişti ama o hala içindeki hiç yaşlanmaya Galatasaraylı çocuğun gözleriyle oraya, arkasına bakıyordu… Kimseye öyle bir şey demedi ama belki de bir kez daha kapıdan kovulduğu ölümsüz sarı-kırmızı aşkının yüreğine bacadan girmek için teknik adamlığa başlamıştı. Para onun için her zaman Galatasaray’la karşılaştırıldığında elin kirinden bile daha gelip geçici, daha önemsizdi. O yüzden de kariyeri değil bir kez daha ideali seçti… Kayseri Erciyes düşmesine düştü ama 11 oyuncu da maçın son anına kadar Bülent Korkmazlaşarak olabilecek en zarif, en güzel şekilde kaybettiler. O ateşten gömlek düşmeme maçlarının birisinin sonunda Bülent Korkmaz, oyuncularını bırakıp üzülüp ağlayan top toplayıcının yanına gelmişti. Ne de olsa o da Türk futbolunun en güzel fotoğrafına top toplayıcılıktan gelmemiş miydi zaten? Bir yerden sonra maçın skoru, o yükselişin yanında tamamen teferruattı.

Ama asıl Galatasaray söz konusu olduğunda Bülent Korkmaz için her şey teferruat oldu. En başta Fatih Terim tarafından ısrarla Galatasaray’dan koparılmaya çalışılsa da hatta zamane yöneticileri bonservisini Bursaspor’a vermiş olsa da o gitmedi, gidemedi. Kadro dışı kalmasına rağmen Galatasaray’da kalması ne gurursuzluk, ne de gereksiz bir hırstı! Diğerlerinde olmayan bir aşktı sadece; vefa ile alışkanlığın, bağlılık ile bağılmlılığın birbirine teğet geçtiği ince çizgilerin ölümsüzleştirdiği bir aşk… 8 şampiyonluk yaşamak, Türkiye ligleri tarihinde bir takımın formasını en uzun süre giymek ya da UEFA Kupası’nı kaldırmak için kalmamıştı… Belki o kadro dışı kaldığı gün bu ülkedeki hiçbir savunma oyuncusu kağıt üzerinde Bülent Korkmaz kadar “kazma” değildi ama zaten herkes onun kadar “kazma” ya da “başka bir şey” olsaydı bugün Türk futbolu tüm skortif başarılarına rağmen bu kadar lime lime bir elbise olmazdı… Bence asıl kazma Bülent gibi olmayanlar… Ayrıca birisi bana şunu söylesin bu adam bu kadar çirkefse nasıl oldu da 15 yıllık lig kariyerinde sadece iki kırmızı kart gördü? Ben bunun sırrını Ayvalık sahilindeki maçtan biliyorum ama kimseye söylemeyeceğim, o da bana kalsın!

5 yorum:

Adsız dedi ki...

Harika yazmışsın Ali Abi. :) Teknik direktörlükte de cesur olsun yeter. Taktik falan -koyu bir Galatasaraylı olarak- umrum değil. Skibbe'yi de gördük. Adam maçta uyuyordu resmen. Gol atıyorduk herif bir adım öne çıkmaktan başka bir şey yapmıyordu. Öyle adamda taktik bilgisinin Allah'ı olsa bana ne? :)

yavuzyen dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
yavuzyen dedi ki...

Ali abi syk daki programı yeni takip etmeye basladım.Eşsiz yorumlarına ve derin futbol bilqine hayRanım.çok güzeL yazmıssın eline saqLık...

Selen dedi ki...

ellerine saglık cok güzel olmus okurken gözlerim doldu mutlaka babamda okumalı

Onur dedi ki...

Harika yazı olmuş Ali abi. Ellerine sağlık, ayrıca Artur anıları da hoş olmuş sonuçta 15 yıldır her yaz gittiğim nefis bir sahil sitesidir:)