31 Mart 2009 Salı

FourFourTwo'daki Zico röportajından sonra yazmadan duramazdım: “ASIL PELE, SİYAH ZİCO’DUR OĞLUM!”: ZİCO, ZİCO, ZİCO... O kadar özledik ki!...



“ASIL PELE, SİYAH ZİCO’DUR OĞLUM!”

Daha dünyanın en güzel kadını İstanbul’un ince topuklu çizmeleri Moda, endüstriyel betonarme yığınına dönmeden önce, beyaz köşklerin arasında tanışmıştık Beyaz Pele’yle… 1980’li yılların başında, uçsuz bucaksız Moda sahilinde bana o zamanlar dünyanın en güzel masalları gibi gelen güzel yaşama sanatının sırlarını anlatan dedem “Futbol, aşktan beri en büyük icattır” demiş, daha sonra da “Şimdi gelmiş geçmiş en büyük futbol sanatçılarını seyretmeye gidiyoruz” diyerek ilk kez kızıl Ford Mustang’ini bu kadar hızlı sürmüştü.
Erenköy’deki kırık dökük köşke geldiğimizde yol boyunca dedemin sanki peygamberleri ya da dünyayı kurtaranları anlatıyormuşçasına kusursuz bir saygı ve aşırı bir sevgiyle adlarını andığı isimler, kulaklarımda yankılanıyor, pencereden içeri süzülen zarif melteme karışarak güneşe doğru yükseliyordu:
“Babanla amcan gibi sakallı olan ama hep dimdik duran Socrates, dayın gibi her daim iki dirhem bir çekirdek zarif Falcao ve hepsinin şefi Zico!” “Zico, Zico, Zico…”


Arabadan olabilecek en hızlı şekilde inip televizyonun olduğu salona doğru ilerlerken sigarasını söndürmüş ve sanki dünyanın sırrını açıklıyormuşçasına kendisinden geçerek “Bak Zico’ya ‘Beyaz Pele’ diyorlar. Ben Pele’yi de seyrettim, eğer Zico Pele’den önce oynamış olsaydı, asıl Pele’ye ‘Siyah Zico’ derlerdi.” dDiye noktayı koymuştu. Sokrates ve Falcao’yu hayatımdaki en güzel şeylere benzeten dedem, Zico için sadece “Pele” demişti. “Pele” demek dedemin kutsal futbol kitabında İsa demek, toprak ana demek, kutsal ruh demek, her şey demekti. Şaşırmış, iki karışlık aklımla anlamaya çalışmıştım. Başlama düdüğünden hemen önce dedem anlayacağım dille anlatmıştı her şeyi: “Futbol bozuluyor artık, İtalyanlar, Almanlar, Sovyetler herkes makine gibi oynuyor; ruh yok, sanat yok, insan dokunuşu yok. Çirkin bir elbiseye dönüştü futbol, Zico da o elbisenin üstündeki küçük gözüken ama bakmasını bilene pırıl pırıl parlayan en güzel düğme…”

Dedem baş köşeye kurulmuş, babaannem tömbeki nargilesini hazırlamış, maç başlamıştı. Sarı ve kızıl formalı iki takım sahadaydı. Ben önce iki karış aklımla “Beyaz Pele”ye taktığım için daha çok beyaz tenli oyuncunun forma giydiği Sovyetleri tuttuğumuzu sanıyordum. Ta ki maçın hemen başında Sovyet oyunculardan birisi gerçek “Beyaz Pele”ye tekme atana kadar… Dedem yerinden fırlamış, sanki tekme kendisine atılmış gibi acıyla kıvranarak bağırmaya başlamıştı. Ama bizim asıl tuttuğumuz takım Brezilya hemen oyuna başlamış, dedem yerine dönmüştü:
“İşte futbol bu! Herkes örnek almalı, tam 9 oyuncu ile hücum, top ayaklarına geldiğinde hepsi birer Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar…”
Ben hiçbir şey anlamıyor sadece top ayağına mıknatıs gibi yapışan “Beyaz Pele”ye bakıyordum. Sahiden de babama ikizi gibi benzeyen Socrates kendi cezaalanı önünde topu alıyor, kanatlara açıyor ama bir şekilde top hep Zico’ya geliyordu. Bütün bir ilk devre boyunca hep sarılar oynamış ama golü tam anlamıyla “Bal”ına Sovyetler atmıştı. Bal’ın golüne rağmen dedem nargilesini keyifli keyifli tüttürüyor “Hiç merak etme, onların Bal’ı varsa, yukarıda da Allah var” diyordu. Allah vardı şüphesiz, ikinci yarıda Sovyetlerr sadece topun peşinden nefes nefese koşturdular, onlar da iyiydi ama yeterince değil, önce babam Socrates sonra da Eder ile Brezilya fazlasıyla hak ettiği golleri atıyor, dedem küçük çocuklar gibi havalara uçuyor, közler halıyı yakıyordu. Babaannem her zaman olduğu gibi yine kızmıyor hatta dedemin ona verdiği görevle Brezilya kazansın diye içeriye gidip namaz kılıyordu. Maç bitmişti. Ben ilk kez aşık olmuştum. Haziran’ın en güzel günlerinden birinde, gündüz gece demeden bahçeye çıkmış, Zico olmaya karar vermiştim. Ama bahçede top oynamak için toplanan herkes de Zico olmak istiyordu. Tam 10 Zico, annelerimiz çıldırana kadar sarı topun peşinde, başka gezegenler arası bir gece yolculuğuna çıkmıştık.

Sonraki 4 gün de aynı şekilde geçmiş, "Ben Zico olacağım, sen Zico olacaksın" kavgaları şiddetlenerek devam etmişti. Nihayet dedem kardeş kavgasını ayırmış ve hepimizi köşkün salonunda toplayarak aşkımızla ikinci randevumuz için hazırlamıştı: Bir sürü Çamlıca gazozu, çilekli pastalar, babaannemin krallara hazırlar gibi bir ihtişamla hazırladığı tömbekisi ve yan odada inanç bulutları üzerinde gol duasına çıktığı seccadesi… İlk 33 dakikada pastalar çoktan bitmiş, babamla amcam gidip yeni gazozlar ısmarlamışlardı. O 33. dakikada ise herkes Zico’ydu… Hayatım boyunca gözümün önünden silinmeyecek o anda tam 33 dakika Tanpınar’ın “Huzur”undaki Mümtaz ve Nuran gibi defalarca buluşan Zico ve futbol topu nihayet öpüşecekler ve o an sonsuzluğa doğru kanatlanıp uçacaktı. Babaannem içeriden başında yaşması gelmiş, hepimizi kucaklamış, yere dökülen gazozlara, közlere hiç aldırmadan Zico’ya sarılan Eder gibi dedeme sarılmıştı. Bize hiç bitmeyecek gibi gelen bu harika film, aslında Sevilla’daki Estadio Benito Villamarin Stadı’nda daha yeni başlıyordu. Biri Souness olmak üzere tam 3 oyuncuyla Zico’yu durdurmaya çalışan İskoçya bir şeyi farkında değildi: Zico 70’lerden kalma bir yıldızdı, kendisine değil Cruyff gibi Beckenbauer gibi takımı için oynuyordu. Sahadaki 50 bin kişiyi mest eden ufak tefek adamda en ufak bir hırs belirtisi bile yoktu. Sanki doğup büyüdüğü Rio De Janeiro’nın Quintino varoşundaki gibi top ayağına geldiğinde elinden geleni yapıyor ve tüm umutlarını kendisine bağlayan işsiz sınıfı ailesini mahçup etmemek için, topu hiç kaptırmamak için çırpınıyordu. Onun ayaklarında futbol topu işsiz bir gencin sokakta bulduğu paltonun içinden çıkan sahipsiz bir pırlanta gibiydi. Mahallede beraber oynadığı arkadaşları da onun gibi fakirdi, hepsinin de babaları işsizdi, o yüzden olsa gerek herkesle paylaşıyor ama herkes de sanki en çok onun ayağına yakıştığında hemfikir olduğu için pırlanta dönüp dolaşıp hep ona geliyordu. O gün de işte İskoçlar karşısında 4-1 kazanmakla kalmayıp tüm futbol dilencilerini de bir daha asla silinmeyecek bir aşkla kendisine bağlayan Zico ve arkadaşları tıpkı ilk top oynadıkları günkü gibi şenlerdi.

9 gün sonra aynı stada bu kez Yeni Zelanda’yı yine 4 golle geçerlerken perdeyi yine Zico açacak, 3 dakika arayla birbirinden zarif iki golle ona olan aşkımızı sonsuzluğun da ötesine taşıyacaktı. Dedem, nargilesinden çıkıp tüm salondan Haziran gökyüzüne yayılan bulutların üzerindeydi. O yaz uçuyorduk, sanki asla yere düşmeyecek kadar yükseklerde uçuyorduk… Neredeyse bir başka hayat kadar uzak bir tarih olarak gelen 2 Temmuz’a kadar Zico ve arkadaşlarından mahrumduk, sadece hatıralarıyla yaşıyor, her gün gazetelerin verdiği boy boy Zico posterlini duvarlarımıza asmakla ve saatlerce süren maçlarda Brezilya olmakla yetiniyorduk. Karşı mahalledeyse mavi-beyaz çizgili Maradona’lar vardı. 2 Temmuz’a kadar Maradona’lar ile defalarca oynadık, hepsinde de dedemin boş gazoz şişeleriyle verdiği taktikler sayesinde kazandık. Ama nedense Sokrates kılklı babam bir akşam yemekte “Brezilya o kadar iyi oynuyor ki bu kupayı kazanmasına imkan yok” demişti. Önce kızıp sofradan kalkmış, sonra da 5 karış aklımla babama küsmüş, yazın kalanında tamamen dedemin yanına taşınmıştım.
Dedemlerde kaldığım ikinci gece bütün takım oradaydık. Yaşmağı başında kutsal görevine hazır babaannem, tömbekili nargile, Çamlıca gazozları, bizim mahallenin Brezilya takımı ve konuşmasak da Socrates kılıklı babam… Onu o kadar özlemiştik ki, sanki o da bizi çok özlemiş gibi daha 11. dakikada Maradona’ların kalesine her zamanki zerafetinde bir gol atıyor, daha çok atacaklarmış gibi fazla sevinmeden kendi sahasına dönüyordu. Babam görecekti şampiyonun kim olacağını! İşin garibi o da bizim kadar Brezilya’yı tutuyordu! Önce onun pasıyla Serginho sonra da O’nun pasıyla Falcao… Geriye sadece uyuz İtalyanlar kalıyordu. Hiç maç kazanmadan final grubuna çıkan şikeci Rossi ve mahalle kasapları! Biz Dallas’taki Bobby Ewing’dik, güzeldik, dürüsttük, onlar ise Ceyar’dı! Bizim evimiz “Küçük Ev”deki o eldeğmemiş yeryüzü cennetiydi, onlarınki ise Ceyar’ın binbir dolap çevirdiği malikanesi! Bu sefer arka mahalledeki Maradona’lar uyuz Rossi ve kasaplarına dönüşmüşlerdi. Son yaptığımız maç bitmemiş, ben ilk kavgamı etmiş, bana yani Zico’ya arkadan tekmeyi yapıştıran kasaba Allah ne verdiyse girişmiştim. Babam kızmış, teknik direktörümüz, her şeyimiz dedem ise beni korumuştu. Zaten ben dedemin torunuydum, babamın oğlu değil! Çünkü ben Zico’ydum!
5 Temmuz 1982’de finale kalacak takımı belirleyecek maç, sadece benim günlerce ağlamama, hayat boyu da haticenin boşverilip neticenin hatırlanacağı acısını öğrenmeme sebep olmayacaktı. Küçük bir çocuğun gözlerinden bakınca o gün dünyada aslında hakkın değil, haksızlığın hüküm sürdüğünü ilk kez anlayacaktım. Ama artık büyümüş bir futbol dilencisi olarak o maç, gerçek anlamda futbol dilencilerinin en büyük yenilgisi, haksızlığın en büyük zaferidir. Yeteneksizliklerini “kilit” sistemine sığınarak ört bas etmeye çalışan İtalyanlar o maçı haksızca kazanmasalardı, 1990’larda futbol bu kadar sıkıcı ve kötü olmazdı. Eğer o gün Brezilya kazanmış olsaydı, bugün futbolun bir adaleti olurdu. Sadece o gün Zico’ya atılan ve hepimizin kalbinde hissettiği tekmeler, İtalyan usülü zaman çalmalar belki de o zamandan bizleri asileştirdi, asabileştirdi. O gün hak eden taraf kazanmış olsaydı, bugün gelmiş geçmiş en büyük futbolcu olarak Zico anılırdı! Ama tekmeler ve çirkeflik kazandı ve o gün kazanmak için her yol mübah sayılmaya başlandı. Öyle de devam etti…

Aslında Zico’nun öyküsünü en güzel özetleyen olay da şüphesiz o maçtır. Ama bizler neticeye değil haticeye aşık olanlar olarak, bugün o saf çocukların futbol Tanrı’sının çok yakın zamanda burada Kadıköy’de olmasının ne kadar da önemli olduğunu adımız gibi biliyoruz. Onu Rio’nun varoşlarından Kadıköy’ün ihtişamına taşıyan kader daha en baştan 5 Temmuz 1982 günündeki gibi haksızlığın hükümdarlığında biçimlenmiş.
Daha benim onu seyrettiğim yaşlarda futbola başlayan ve sokakta eski bir elbisenin cebinde bulunan pırlanta gibi o içinde bambaşka bir dünya saklı olan futbol topuna can simidi gibi sarılmış Arthur Antunes Coimbra. O yıllarda doğan tüm Brezilyalı çocuklar gibi tek umudu futbol olan Arthur’u ilk olarak radyocu Celso Garcia keşfetmiş ve elinden tutup Flamengo’ya götürmüş. Bu çelimsizler çelimsizi ama kalbi kocaman çocuğa önce kültür fizik eğitimi verilmiş. Daha önce günde en fazla 1.5 öğün yiyebilen ve neredeyse hiç et yememiş olan Arthur, annesinden geçen özveri ve disiplinle günlerce kültür fizik çalışmış. Uzun bir zaman sonra nihayet topla buluşunca Flamengo’nun altın çağı da başlamış. Serbest vuruşlardaki ustalığı daha 16 yaşındayken dillere destan. Orta sahada oynamasına rağmen her zaman oynadığı her takımının en önemli golcüsü. O zamana kadar atılmış her golü atabilen ve kendisinin geliştirdiği vuruş teknikleriyle akla hayale sığmayacak, bir daha asla atılamayacak cinsten goller, Flamengo’yu 70’ler sonu ve 80’lerin ilk yarısında Güney Amerika’nın en büyüğü yapmış.

Hala kimse bilmez Zico solak mıdır, yoksa sağ ayaklı mıdır? Dünyada ilk ve son iki ayağı bu kadar birbirine yakın futbol sanatçısıdır Arthur Zico. Tıpkı hem şiir hem de romanı aynı ustalıkla yazabilen birkaç edebiyatçı gibi. Dünya yıldızı Zico ilk kez 1978 Dünya Kupası’nda son dakikada kornerden İsveç kalesine atılan ama hakemin saymadığı golle gündeme gelir. Çocuk gözüyle cümlelere sığdırmaya çalıştığım 1982 Dünya Kupası’ndaki Zico’yu daha fazla anlatmak için “Karamazov Kardeşler” kadar büyük bir roman bile yetmez bence.
1983’e kadar tek başına Flamengo’yu 3 kez lig, 1 kez Copa Libertadores, bir kez de Kıtalararası Şampiyon yapmış olması, rekor ücretle Udinese’ye transferi, İtalya yıllarında tanrısal tekniği ile Platini ve Maradona’ya bile birçok kez şapkasını ters giydirmesi, hakiki Pele tarafından gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan birisi olarak gösterilmesi, bunların hepsi sadece futbol tarihinde virgüller, noktalar ya da parantez içinde yazılan cümleler olarak okunmalı. Zico’nun kendisi futbolun kutsal kitabının George Best ile beraber “neticeye değil haticeye aşık olanlar” cildinin en büyük bölümüdür. İtalyan Ligi’ndeki aşırı ve anlamsız sertlik yüzünden sık sık sakatlanması ve eski performansını gösterememesi de sadece günlük gazete satmaya çalışan futbol sanatından bir haber zavallıların vızıltıları. Sadece Japonya gibi futbolla o ana kadar hiçbir ilgisi olmayan bir ülkeyi bir futbol ülkesine dönüştürmesi, Puşkin’in Rus edebiyatını kurması ile karşılaştırılabilir – asla hiçbir futbolcunun hiçbir parlak kariyeriyle değil. Futbolu sadece futbol olarak bırakmayan, hayatımızın nihai anlamına, sırrına dönüştüren en büyük sanatçılardan birisidir Zico. Brezilya’da spor bakanı olması, bir orta saha oyuncusu olmasına rağmen 1180 maçta attığı 826 gol, defalarca dünyada yılın futbolcusu seçilmesi de sadece virgüldür kutsal futbol kitabında… Plaj futbolunun gelişmesi için 5 kuruş almadan ilerlemiş yaşına ve doktorların karşı çıkmasına rağmen 40 derecede kavrulan Rio plajlarında hala topa bir pırlantaya dokunur gibi dokunuşları, asla büyümeyecek olan o 1982 yazından kalma çocukların kayıp cennetidir! Bu yazıyı yazarken, o kayıp cennetin ölümsüz kahramanı ile aynı sokaklarda yürüyor olmam hissi bile beni 1982 yazındaki kadar heyecanlandırıyor. Onun ruhu buralardayken, biz 1982 yazından kalma çocuklar asla yalnız yürümeyeceğiz!

Liverpool Efsaneleri 10: Manchester United ile olan rekabet üzerine kırmızı bir deneme


Futbolda derbi kelimesinin sözlük anlamı aynı şehre mensup iki takımın karşılaştığı maçtır. Ama İngiltere Ligi’ndeki en büyük derbi maçı ne Liverpool şehrinin iki büyüğü Everton ve Liverpool FC arasında oynanan maçtır ne de Manchester’lı City ve United arasındaki maç… Futbol literatürüne “İngiltere Derbisi” olarak geçen Liverpool-Manchester United maçlarında rekabet ezeli olmaktan da öte tarihsel bir sonsuzluğa ulaşırken, futbol topu asla rekabet ile düşmanlık arasındaki ince çizgide durmaz, iki şehrin tarihi ve sportif başarıları arasında gider gelir.

İngiltere futbol tarihinin en başarılı iki kulübünü karşı karşıya getiren derbideki rekabet, asla maçın 90 dakikası ve oynandığı statla sınırlı kalmaz. İngiltere Derbisi’nin oynandığı gün, sadece İngiltere’de değil, başta İrlanda ile İskoçya olmak üzere, Galler, Güney Afrika Cumhuriyeti, Kuzey İrlanda, Norveç’te her iki takımın taraftarları arasındaki düşmanlık, tarih ilerledikçe bambaşka yan anlamlara bürünerek sürekli tazelenir. Sorun sadece kimin kazandığı değildir. Şehirlerin nüfusları gibi İngiltere içindeki taraftar sayıları da birbirine çok yakındır. Ama ondan çok daha önemli olan kimin dünyada daha çok taraftarı, sempatizanı olduğudur. Kim gerçek kızıldır, kırmızıdır? Kim daha işçi sınıfıdır? Kim daha iyi müzik dinler, kimin şehri Avrupa’nın kültür başkentidir? Hangi takımın tezahüratları daha şiirseldir, kim daha az holigan, kim daha çok centilmendir? Daha da önemlisi kim daha büyük trajediler yaşamış ama kim yaşadıklarının altında daha az ezilerek küllerinden doğup Ada’nın en büyüğü, dünya futbolundaki gururu olmuştur?


Liverpool ve Manchester arasındaki rekabet, 19. yüzyıldaki sanayi devrimi ile yaşıttır.
Başta tekstil olmak üzere imalat üretiminin başkenti olan Manchester, sanayi devriminin başladığı ilk şehir olarak, ezeli rekabete 1-0 önde başladı. Bilimsel sosyalizmin kutsal kitaplarını yazan Marx ve Engels sanayi devrimi sürecindeki üretim ilişkileri sürecini irdelerken sürekli olarak Manchester’a atıfta bulundular. Başta İrlanda ve İskoçya olmak üzere İngiltere’nin tüm iç sömürgelerinden ucuz iş gücü Manchester’a akın ettiğinde, Liverpool dünyanın en büyük ve işlek limanlarından birisini restore etti ve o zamanların ticaretin en karlı yolu olan deniz ticaretinin bayrağını İngiltere’nin gönderine çekerek durumu 1-1 yaptı.

Her iki şehir de sanayi devriminin kurumsallaşması sürecinde daha ucuz bir iş gücüne olan talebin bağlamında göçmenlerin akımına uğradı. Henüz sosyologlar “multietnik” terimini icat etmeden ve insan hakları savunucuları “bir arada yaşam”ı kutsamadan önce dünyanın ilk multietnik bir arada yaşamın gerçekleştiği şehirler Liverpool ve Manchester oldular. Bu da daha sonraları her iki şehirle özdeşleşecek ve İngiltere’nin başka hiçbir yerinde eşine rastlanmayacak Liverpool’lu “Scouser” ve Manchester’lı “Mancunian” aksanlarının gelişimini sağladı. 20. yüzyılın hemen başındaki İngilizce sözlüklerinde sadece Manchester’lı ve Liverpool’lulara özgü yeni bir İngilizce diyalekti yer almaya başladı.

Liverpool ve Manchester’da, İngilizlerin iç sömürgelerinden gelen göçmenlerin yanı sıra dünyanın her yerinde renkleri yüzünden horlanan Afrika kökenli siyahlar, Çinliler ve ticarete olan üstün yetenekleri ile dinleri yüzünden aşağılanan, her türlü faşizmin hedefi haline gelen Museviler ilk kez diğerleri tarafından eşit muamele ve haklara tabi oldular. Multietnik yapının kurduğu sosyo-ekonomik denge her iki şehri Ada’nın en cazip modern yaşam merkezleri haline getirirken, Manchester 19. yüzyılın sonunda büyük Manchester Kanalı’nı açarak, Liverpool’daki deniz ticaretinin merkezi olan limanın tekeline son verdi ve 2-1 öne geçti.


Futbol sahasında ise ilk gol Manchester United’dan gelmiş gibi gözükse de Manchester United 1878’de ilk kurulduğunda adı Newton Heath L&YR F.C.’di. Newton, tam da kurucuları olan İrlandalı göçmen işçilere atıfta bulunarak adını Manchester Celtic yapmaya karar verdiğinde, içeri giren İtalyan göçmen Louis Rocca 1902 yılında “Eğer takımımızın adını tek bir etnik kökene indirgersek Liverpool’luların dilinden kurtulamayız” diyerek Manchester United adını önerdi ve bu isim oybirliğiyle kabul edilirken efsanenin temelleri atıldı. Lancashire bölgesinin diğer yakasındaki, sadece 400 mil uzaklıktaki Liverpool’da ise çoktan 1892 yılında Everton kulübünden ayrılan Houlding’in Liverpool FC’si kurulmuştu bile.


Her iki takım da endüstriyel ekonomi bağlamında Ada’nın öncü şehirleri olmalarına rağmen 2. Dünya Savaşı öncesinde futbolda şehirlerine kimliklerine göre son derece sıradan takımlardı. 1911 yılında, Old Trafford adlı Manchester şehrinin bitmek tükenmek bilmeyen hayallerini temsil eden futbol tapınağının açılışında kaderin harika bir cilvesi olarak Manchester United, Liverpool ile karşılaşacaktı. Manchester’ın kızılları 3-0 öne geçmesine rağmen Liverpool efsanevi geri dönüşlerinden ilkini yaparak 4-3 kazanacak tarihi rekabette skoru 2-2’ye eşitleyecekti.

Manchester United, 2. Dünya Savaşı öncesinde zaman zaman şampiyon olsa da istikrarlı bir istikrarsızlıktan muzdarip olacak ve sevgili Karşıyaka misali müthiş taraftar potansiyeline rağmen asansör takım hüviyetinde birinci lig ile ikinci lig arasında yoyo misali salınacaktı. İngiltere’yi bir enkaza çeviren savaş bittiğinde hem Liverpool’da hem de Manchester’da bambaşka bir geleceğin tohumları savaşın vicdanlarda açtığı boşluklara, kara deliklere ekiliyordu. Savaşın bittiği 1945 yılında Liverpool tarafından fikirleri fazla radikal bulunan İskoç Matt Busby, Manchester United’ın başına geçecek ve Ada’daki ilk büyük futbol devrimini başlatacaktı. Manchester Busby yönetiminde 1950’lerde ve 1960’ların ikinci yarısında fırtına gibi eserken daha çok Manchester’lı gençlere yer verdiği kadrosuyla dünya futboluna öz kaynaklara dayalı başarı düşüncesini öğretecek, onun açtığı yoldan giden takımlar Busby misali büyük başarılara imza atacaklardı.

Manchester United, Avrupa kupalarında mücadele eden ilk İngiliz takımı olurken 1957’de Anderlecht’i 10-0’lık bir tarihi hezimete uğratarak Avrupa arenasında alınan en farklı galibiyete imza atacaktı. Ama 1958’deki Münih Hava Faciası olarak tarihe geçen olayda Man Utd’ı taşıyan uçak düşerek tarihin en trajedik uçak kazalarından birisi yaşanacaktı. Tam 8 United’lı oyuncu hayatını kaybetmiş, yeni yeni kızışan futboldaki Liverpool-Man Utd rekabeti biraz olsun hafiflemişti. Liverpool’lular o zamanlar tribünlerine “Hepimiz Kızılız” pankartını asarak Manchester’lı Kızıl Şeytanlar’ın acısını paylaşacak, hatta kendi oyuncularından bazılarını ezeli rakibine bedelsiz kiralamayı teklif ederek tüm dünyaya futbol üzerinden unutulmaz bir insanlık dersi verecekti.

Bir yıl sonra, 1959’da başka bir İskoçyalı futbol devrimcisi olan Bill Shankly, Liverpool’un başına geçecek ve kulübün altın çağının tohumlarını Anfield’ın çimlerine ekecekti. Münih felaketinin ezeli rakibi Manchester’ın tarihinde açtığı hava boşluğunda tam 17 yıl sonra 1964’te ligde şampiyon olan Shankly’li Liverpool için artık futbol hayat memat meselesi değil, ondan çok daha önemliydi. Ezeli rakibinin acısını saha dışında en yakından paylaşan Liverpool için saha içinde futbol asla sadece futbol değildi ve asla da basit bir sportif mücadeleden ibaret olmayacaktı.


1960’lar İngiltere’sinde Liverpool ve Man Utd en büyük işçi sınıfı kentleri olarak savaş sonrası sosyal(ist) refah devletinin katalizörleri oldular. 2. Dünya Savaşı’nda babalarını kaybeden ve baba figüründen yoksun olarak büyüyen bir işçi sınıfı gençliği siyahi göçmenlerin geleneksel yapıyı yapıbozumuna uğratan değerleri kadar Busby ve Shankly’nin sapına kadar hümanist etik değerlerini de hayat rehberleri olarak benimsediler. Man Utd, 1968’de Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanan ilk İngiltere takımı olarak ezeli rakibi Liverpool karşısında 3-2 öne geçse de bütün dünya Manchester’dan önce Liverpool’u konuşuyordu. 1960’lardaki sosyo-kültürel devrimin en önemli avangardı olan Beatles grubu sadece Liverpool’da doğmamıştı, şehrin sosyo-kültürel yapısını taçlandıran şarkılarıyla da dünyada bir Merseybeat devrimini başlatmıştı. Beatles artık John Lennon’ın unutulmaz açıklamasında söylediği gibi İsa’dan bile ünlüydü ve sapına kadar Liverpool’luydu. Grup sık sık Liverpool atkılarıyla poz verirken (Paul McCartney sonradan Everton'lı olduğunu söyleyecekti o ayrı!), Bill Shankly de oyuncularına Beatles’tan etkilenerek atıflarda bulunuyordu: “Bugün Manchester, Avrupa şampiyonu olmuş olabilir ama Beatles’ın dediği gibi yarın ne olacağını kimse bilemez”


Shankly yerden göğe kadar haklıydı. Liverpool, Beatles sayesinde dünyanın sanat ve başkaldırı başkenti olmuş, ezeli rakipleri Manchester’ın dünyaca ünlü en büyük oyuncusu George Best bile Liverpool’a atıfta bulunularak kutsanmaya başlanmıştı: “Best, beşinci Beatle gibi güzel ve tanrısal”. Gerçekten de Best’le Man Utd arasına içki şişeleri, iskambil kağıtları ve dünya güzelleri girdikten sonra Beşinci Beatle şehri terk etmek zorunda kaldığında, sanki Manchester’ın tüm büyüsü kaçmış ve Busby’ye futbolda ilham perisi olan ruh, hemen en yakındaki şehir olan Liverpool’a göç etmişti.

Liverpool, Man Utd’dan beş sene sonra Şampiyon Kulüpler Kupası’nın yanında Manchester’lı ezeli rakipleri tarafından “Mickey Mouse kupası” olarak nitelen UEFA Kupası’nı kazandığında, Avrupa’da ilk kez büyük bir başarı kazanacaktı. Ama bu Manchester’ınki gibi uzun bir süre için son kupa olmayacaktı. Bill Shankley 1974’te “Çok yaşlandım, Liverpool’daki görevimi bırakmak tıpkı tekerlekli sandalyeye mahkum olmak gibi ama futbol ruhum daima Liverpool şehrini aydınlatacak” diyerek görevini bırakıp yerine yardımcısı Bob Paisley’i atadığında, tüm dünya bir zamanlar müzikle Beatles’ın eşanlamlı olduğu kadar futbol ile Liverpool’un bu kadar eş anlamlı olacağını farkında bile değildi.

Aynı yıl, Man Utd 2. lige düşerken, 2 yıl sonra Liverpool, Paisley yönetiminde hem lig, hem de UEFA Kupası şampiyonu olacaktı. Final maçında bilet alacak parası olmayan bir Liverpool taraftarı Shankley’nin ödediği para ile maça girerken ona “UEFA Kupası’nı kazanmak çok güzel ama ligde mutlaka Man Utd’ı yenmeliyiz çünkü birinci lige yeni çıktılar” diyecekti. Man Utd için ise 1970’lerin ikinci yarısından 1990’lara kadar Liverpool maçları tek var olma nedeni gibiydi. Bir aralar Demirören yöentiminde Beşiktaş’ın (maalesef!) sadece kupa maçlarında Fenerbahçe’yi yenerek mutlu olması gibi 1970’lerin ikinci yarısından 1990’ların başında Dalglish’in ayrılmasına kadar süren Liverpool altın çağında, Man Utd, Ferguson'un ilk yıllarındaki yönetiminde bile sadece “ötekileştirdiği” Liverpool’u yenerek var olduğunu hissedecekti.


1977 yılında Ada’da punk-rock fenomeni patlamış ve Liverpool hariç o güne kadar işçi sınıfı tarafından kutsanan tüm değerlerin içi boşaltılmıştı. Aynı yıl Liverpool’un kızılları B.Mönchengladbach’ı Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde yenerek muhafazakar Thatcher zamanı İngiltere İşçi Sınıfı’nın Gerileme Dönemi’nden önce Manchester’lıların bile takdirini kazanırken, aslında dünyada futbol ile eşanlamlı olmaya başlayacaktı. 1978 finalinde Liverpool, Club Brugge ile karşılaşmadan önce, Manchester’ın en ünlü televizyon kanalı olan Granada TV’nin en popüler programında Bay Manchester Tony Wilson yakasında Brugge arması ile boy gösterecek, hem futbolda hem de sosyo-kültürel yaşamda en büyük dekadansını yaşayan Manchester’ın son kalesi olacaktı.


1990’da Kenny Dalglish, artık aşırı baskıya dayanamayarak Liverpool’dan ayrıldığında Liverpool hem Avrupa’nın hem de İngiltere’nin en başarılı takımıydı. Üstelik bunu Liverpool’un sosyo-kültürel multietnik yapısında temel taşı olan İskoç, İrlandalı, ve Gallerli göçmenlerin iskeletini oluşturduğu bir takımla başarmıştı. Man Utd ise sadece kupalarda zaman zaman ezeli rakibine çelme atmayı başararak var olduğunu hissedecekti. 1990 yılına gelindiğinde sadece saha içindeki ezici üstünlüğüyle Liverpool ezeli rakibi karşısında 5-2 öne geçse de o yıldan itibaren bir daha İngiltere’de şampiyon olamayacak ve tarihi yarışta Manchester’ın çok gerilerine düşecekti.

1990 yılında Liverpool son kez şampiyon olmuştu ama artık dünyanın müzik başkenti Stone Roses, Happy Mondays, New Order’lı Manchester’dı. Manchester’da Tony Wilson’ın ektiği tohumlarla öylesine bir elektrik hasıl olacaktı ki Bay Manchester Tony Wilson'ın sözleriyle "O yıllarda Tanrı bile Manchester’lıydı!" Şehir kısa zamanda Manchester’dan “Madchester”lığa terfi ederken önce Tony Wilson sonra da Alex Ferguson rekabeti bambaşka boyutlara taşıyacaktı. Aslında Tony Wilson, Manchester ve Liverpool’un başını çektiği bir Kuzey Batı İngiltere’nin otonomisinin yılmaz bir savunucuydu ve Manchester şampiyon olmadığında Liverpool’u Londra takımları yerine şampiyon olarak görmeye yeğlerdi. Ama Ferguson bir zamanlar Busby ve sonra da Shankly’nin mirasına sahip çıkarak yerel gençlere dayalı bir takım kuracak, Liverpool efsanesi Alan Hansen’in “Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız” laflarını başta Hansen olmak üzere tüm Liverpool’a yedirecekti.

Nasıl bir zamanlar Beatles kasırgasından sonra Shankley ve Paisley, Liverpool’u dünya futbolunun başkentine dönüştürdüyse, başka bir İskoç futbol devrimcisi olan Ferguson da Man Utd’ı Madchester fenomeninden sonra futbolun Roma İmparatorluğu’na dönüştürecekti. Şampiyonluk dışında her türlü neticeyi “yenilgi” olarak algılayan ve ısrarla oyuncularına algılatan İskoç dahi, önce Ada sonra da Avrupa futbolunun çehresini değiştirirken Liverpool da Seba sonrası Beşiktaş misali bir istikrarlı istikrarsızlıktan dem vurup Manchester’lı düşman kardeşinin çok gerilerinde kalacaktı.

2001’de Liverpool hem UEFA, hem Lig Kupası, hem de FA Cup’ta şampiyon olurken 11 yıl sonra büyük bir geri dönüşü müjdeleyecek ama gerisi gelmeyecekti. Manchester'lılar için 1999 kazandıkları Şampiyonlar Ligi, FA Cup, İngiltere Ligi üçlemesinden sonra sadece bir “Mickey Mouse üçlemesi” olabilecek Liverpool geri dönüşü, sadece medyanın partizanca bir histerisinden başka bir şey değildi. Ama bir zamanlar Liverpool’un Çarşı’sı Kop’un ilahı olan Robbie Fowler, Manchester City formasıyla United filelerini havalandırdığında farklı düşünüyordu: 2006 kışında Man Utd’a golünü attığında elleriyle “Beş” işareti yaparak Liverpool’un kazandığı toplamdaki beş Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na gönderme yapmış diğer eliyle de Manchester United’ın kazandığı “sadece” iki Avrupa’nın en büyük kupası şampiyonluğuyla alay etmişti.

Ama artık 17 yıldır İngiltere’de şampiyonluk yüzü görmeyen Liverpool’a Old Trafford’dan yükselen cevap bambaşkaydı: “Siz artık meşhur değilsiniz” Oyuncuları Park, sakatlığında United’ların yaptığı tezahürat ise Liverpool’la olan rekabetin en fanatik yüzüydü: “Boşver Park, sakatlanmak önemli değil, denize karşı Liverpool’lular gibi çürük fare eti yiyor da olabilirdin” Britanya ordusu ise Blair’in Amerikan yalakalığı sonucu Irak’a girdiğinde Liverpool’un cevabı gecikmedi: “Irak’ı rahat bırakın, Manchester’ı bombalayın” Old Trafford’daki cevap niteliğindeki, pankart ise körü körüne fanatizmde Anfield ile yarışıyordu: “Bir Liverpool’luyu temizlemek için bile üzerine işemem”


İşin aslı her iki, bir arada yaşayan halkların takımını da 2006’da Amerikalı yeni zenginler almış, önce Liverpool’lular Man Utd’la “Man USA” diyerek alay etmiş sonra da Man Utd’lılar Bruce Springsteen’in unutulmaz şarkısını Liverpool’lu ezeli düşmanlarına göre icra ederek “Sold to the USA – Amerika’ya satılmış”ı söylemişlerdi. İşin kötüsü her iki işçi sınıfının kızıl takımı Amerikan sermayesinin kontrolüne geçmiş Busby ve Shankley’nin kemikleri fena halde sızlamıştı. Bir zamanlar ikiye ayrılan Doğu Roma ve Batı Roma gibi Man Utd ve Liverpool, endüstriyel futbol konjonktüründe birbirlerinden daha da fazla korktukları için iyice nefret etmişlerdi. Ben ise bu satırları yazarken Fenerbahçe-Man Utd maçında Fenerbahçe’yi desteklemeye gelen Liverpool’luyu bir türlü unutamadım:
“İki takım arasındaki fark içtiğin içkiyle ölçülebilir, o filmde Liverpool fanatiği olan Robert Carlyle gibi ben de çok içip kızılları karıştırarak Manchester’lıların pub’ına dalmıştım. Beni de fena halde paralamışlardı ama ‘öteki’ olmasa Manchester olmasa Liverpool’un hiçbir anlamı olmaz, bu kadar basit!”

Liverpool Efsaneleri 8: Bruce Grobbelaar





Liverpool’un en büyük efsanesi Bill Shankly der ki: “Futbol, hayat memat meselesi değildir. Ondan çok daha önemlidir” John Lennon’ın Liverpool’da doğmuş olması ne kadar tesadüf değilse, başkasının değil de Bill Shankly’nin bunu söylemiş olması da hiç tesadüf değil. Ama Liverpool şehrinin tarihinde en büyük tesadüf aslen bir kriketçi ve paralı asker olan beyaz bir Afrikalı’nın, Bruce Grobbelaar’ın 80’lerde dünyanın en iyi takımı olan Liverpool’un altın çağının unutulmaz kalecisi olması…

1957 yılında insanlığın en çirkin yüzü ırkçılığın demir yumruğuyla yönetilen Güney Afrika’da dünyaya gözlerini açan ve büyük ihtimalle doğarken ağlamayan hatta hayatının kalanında olacağı gibi etrafa gülücükler saçan Bruce Grobbelaar’ın hayatı tamamen tesadüfler zincirinden ibaret…
Aslen Zimbabweli olan Grobbelaar, genç yaşlarında parlak bir kriketçi kariyeri yapmak üzeredir ama bir gün sokakta siyah çocuklarla futbol oynarken aslında hep futbolcu olmak istediğini hatırlar. Aynı günlerde Amerika’dan beyzbolcu olarak üniversite bursu kazandığını öğrenir, ama belki de siyah çocuklarla geçirdiği büyülü dakikalar, dünyanın geri kalanına bedel olmalı ki futbol topunun içindeki saklı dünyayı tercih eder.



Önce Rodezya’da başlayan kalecilik kariyeri, Highlanders’tan sonra Jomo Cosmos’ta devam edecektir. Ancak ırkçılığın tam ortadan ikiye böldüğü Güney Afrika’nın çoğunluğu siyahi oyunculardan oluşan bu takımı, beyaz Bruce’u dışlar. Ne de olsa ilk kez fark ediyordur, o büyülü futbol topunun içindeki dünyalar çocuklar ve yetişkinler için siyah ve beyaz kadar farklı dünyalardır. Shankly haklıdır, futbol hayat memat meselesi değil, daha da fazlasıdır ve Jomo Cosmos takımı için beyazları oynatarak başarıya ulaşmak apartheid rejimine boyun eğmekten farksızdır.
Ama Bruce Grobbelaar söz konusu olduğunda siyah ve beyaz, yazı ve tura gibidir, hayatında gideceği yolu belirlemek için havaya fırlatılan bozuk para bir kez daha tam ortada duruverir: Dışlandığı siyahi futbol dünyasından ucuz işgücü keşfetmeye gelen Kuzey Amerikalılar, Meier, Yaşin gibi ideal kaleci prototiplerine göre ufak tefek sayılabilecek ama eşine daha önce rastlamadıkları atletik yapıda, ele avuca sığmaz Grobbelaar’ı seçerler.
Oysa Grobbelaar son 2 yılını futbola küserek paralı asker olarak geçirmiş, iç savaşın mahvettiği Rodezya’da hayatı boyunca unutamayacağı şeyler yaşamıştır. Ama sivil hayata döner dönmez, en eski dost futbol topunun içindeki dünyaya sığınmış ve seçmelere katılmıştır. İngiltere Milli Takımı eski kalecisi Tony Waiters’ın çalıştırdığı Vancouver Whitecaps takımına transfer olan Bruce, 2. kaleci olarak transfer edilmesine karşın, karşı karşıya pozisyonlardaki başarısı, ceza alanında adeta demir yumruk rejimi kurmasıyla çok kısa zamanda kendini ispatlar ve formayı hiç sırtından çıkarmaz. Bir anda o kadar ünlü olur ki daha ilk sezonu olan 1980-81 sezonunun devre arasında arkadaşlarını ziyarete gittiği İngiltere’de, 80’li yılların en başarılı teknik adamlarından Ron Atkinson’dan bir telefon alır: “Seni West Bromwich Albion’a transfer etmek istiyoruz” Bruce konuşamaz, sadece gülümser ve sonunda çocukluk hayalinin gerçekleşeceğini hissederek kısaca “Tabii ki” der. Ancak yine yetişkinler dünyasının karanlık yüzü karşısına ecinni gibi dikilir. Arayan yine Ron Atkinson’dır: “Allahın belası bürokrasi sana çalışma izni vermiyor. İç savaş falan, aptal aptal hikayeler anlatıyorlar, çok üzgünüm”


Belki de Rodezya’dan canlı çıktığı için, dünyası başına yıkılmaz. Sanki kısa süre sonra yeniden İngiltere’ye döneceğine eminmiş gibi yanında getirdiği eşyalarının büyük bir kısmını Ada’da bırakarak Vancouver’a geri döner.
Thatcherizm’in en karanlık yılları olan 1980’lerin başında çalışma izinleri veren bürokrasi genellikle göçmen karşıtı bir derin devlet olsa da parayı bastıran sermaye eninde sonunda hep kazanan olur. O yıllarda büyük bir atılım içinde olan Crewe Alexandra takımı yöneticileri de gerekeni yaparlar ve Ada’dan ayrılışından 1 ay sonra Bruce’u kiralık olarak İngiltere’ye ithal ederler. 24 maçta forma giyen Grobbelaar, bir de gol atar ve daha da önemlisi en iyi maçını Liverpool’un futbolcu izleme komitesi başkanı Tom Saunders’ın geldiği maçta gösterir. Crewe’deki kiralık dönemi sona eren Bruce Grobbelaar, Vancouver’a döner, eski bir Liverpool’lu olan antrenörü Tony Waiters kendisini beklemektedir:
“Sen bugüne kadar beraber çalıştığım en yetenekli kalecisin. Kaleci takımın yarısı demektir. Ama söz konusu Liverpool olduğunda benim, takımımın ya da burada gerçekleştirmek istediğim futbol devriminin hiçbir önemi yok”



250.000 Pound karşılığı, 1981 yılının soğuk ve tabii ki yağmurlu bir Liverpool sabahı John Lennon havalimanına inen Bruce Grobbelaar, başına geleceklerden habersiz bir şekilde gülümseyerek pasaport kontrol noktasından eline kolunu sallaya sallaya geçer. O artık eski bir iç savaş lejyoneri ya da beyaz bir Afrikalı değildir, o artık Liverpool’un kalecisi, Tony Waiters’ın dediği gibi efsane bir takımın yarısıdır. Belki bu kadarı bile Grobbelaar’a yetip de artacaktır bile ama önümüzdeki 10 yılda yaşayacakları aslında Afrika’daki iç savaştan bile gariptir. İlk olarak efsanevi kaleci Ray Clemence’in arkasında sırasını bekleyen Bruce öncelikle sürekli gülen yüzü ve soğuk İngilizlere gayri ciddi gelen şakacı tavırlarıyla azgın tabloid basının hedefi haline gelir. İlk maçında kendisi gibi ilk kez kırmızı formayı giyen efsanevi Mark Lawrenson’la sahaya çıkan Bruce, Clemence’in Liverpool’un 1 numarası olmanın baskısını daha fazla kaldıramayarak Tottenham’a geçmesi ile bir anda haftanın 3 günü kendisini iki direğin arasında bulur.
Üzerindeki kırmızı formadan mı yoksa her gün arkasında “Asla yalnız yürümeyeceksin” diye bağıran yüzbinlerce Liverpool’lunun baskısından mı ya da her ikisinden mi bilinmez; birden direklerin aralıkları büyür, sanki üst direk gökyüzüne kadar uzanır. Ve yetişkinler dünyasının futbolunun karanlık bulutları omuzlarına çöküverir. Bir maçta onlarca karşı karşıya pozisyonu kurtarmasına rağmen, yağmurun kayganlaştırdığı topun elinden kaçması ve ağlarına girmesi ile manşetlere geçer: “Palyaço”, “Lejyoner”, “Bodur”… Afrika iç savaşında bile böyle ağır sözler işitmemiştir. Ama orada hem bağlı olduğu lejyonun hem de gerillaların çapraz ateşinde yılmayan Palyaço Prens yine yılmamaya kararlıdır.


Yılbaşından sonra adeta yeniden doğan Liverpool, başta takımın çömezleri Lawrenson ve Grobbelaar’ın yükselen form grafiği ile geri kalan 50 puanlık fikstürde sadece 7 puan kaybeder ve şampiyon olur. Bu şampiyonluk sadece herhangi bir şampiyonluk değil, Liverpool’un altın çağının miladıdır da… Aynı sezonda yine harika bir tesadüf eseri Ray Clemence’in kaleyi koruduğu Tottenham’ı 3-1 yenerek Süt Kupası’nı da kazanan Liverpool, sadece Clemence’in yerini doldurmakla kalmamış, zaman zaman hatalar yapsa da modern futbolun prototipi olacak bir kaleci kazanmıştır: Eliyle çok hızlı bir şekilde oyun kurabilen hatta kontrataklarda asist yapan, göreceli kısa boyuna rağmen yan topların mutlak hakimi olan, takımı geri düştüğünde bir libero gibi ceza alanını terk ederek rakip kontrataklarını tam zamanı ve yerinde kesebilen; üstüne üstlük 90 dakika boyunca sürekli gülen yüzü ile takım arkadaşlarını en iyi şekilde motive edebilen bir Palyaço Prens…
1981’den 1994’e tam 627 kez kırmızı formayı giyen Palyaço Prens’in Liverpool kariyerini en güzel özetleyen gün 1984 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası Final maçıdır. Liverpool-Roma arasında, uzatmalar sonucu 1-1 biten maç, penaltılara kalır. Hem 120 dakikanın verdiği yorgunluk, hem de her iki kızıl takımın taraftarlarının yarattığı atmosfer sonucu tüm sinirler gerilmiş, penaltı atışlarına geçilmiştir. Tek bir kişi hariç, herkesin yüzü kaskatıdır. O tek kişi de tabii ki Palyaço Prens’tir. Roma’nın en iyi penaltıcısı Bruno Conti, topu penaltı noktasına dikerken, bir anda kameralar Grobbelaar’a odaklanır: Sanki küçükken siyahi çocuklarla Afrika’da taştan yapılmış kaleler arasında oynuyormuş gibi şen şakrak olan ve muzip muzip gülümseyen Grobbelaar, kameraları fark edince önce bir kahkaha atar, sonra da sanki İtalyan spagettisi yiyormuşçasına kale direğini ısırır. Conti, Grobbelaar’ın yerine geçmesini beklerken artık nasıl gerildiyse, belki de hayatında ilk defa bu kadar kötü bir penaltı vuruşu kullanır. Son Roma penaltısını kullanacak olan Graziani de Conti’den sonra takımın ikinci usta penaltıcısıdır. Ama Palyaço Prens şov devam etmektedir, bu kez bacakları ile garip ötesi hareketler yapan, ördek gibi yürüyen ve ellerini kollarını, bacaklarını sanki sinirleri tamamen boşalmış gibi sallayan Bruce’un fendi Graziani’yi de yener. Liverpool, penaltı atışları sonucu Avrupa’nın bir kez daha en büyüğü olur. En unutulmaz anlardan birisi ise maçın hakeminin bile o anda kendini tutamayıp gülmesidir. Daha sonra İstanbul’daki Şampiyonlar Ligi Finali penaltı atışlarında Liverpool kalecisi Dudek’e ilham olan bu şov, adeta endüstrileşmeye başlayan futbol dünyasına bir ders niteliğindedir: Baskı ve stres sadece performansınızı düşürür, oynarken eğlenmeyi ve eğlendirmeyi unutmayın, çünkü bu bir oyun, belki hayat memat meselesinden bile daha önemli ama eh nihayetinde bir oyun – hem de en güzelinden…

Şampiyon Kulüpler Kupası madalyasını kazanan ilk Afrikalı olan Bruce, Liverpool formasını giydiği 14 yıl boyunca zaman zaman hataları ile gündeme gelse ve tabloid basın tarafından şaklabanlıkla suçlansa da, kulübün altın çağında en başarılı 3 antrenör Paisley, Fagan ve Dalglish’in vazgeçemediği isimlerin başında gelmiştir. Hücum hattı için Rush ne ifade ediyorsa savunma hattı için de Grobbelaar odur. Kendi kuşağının en çok madalya kazanan kalecisi olan Grobbelaar, lakabına yakışır bir biçimde Palyaço Prens’liğini her zaman savunmuş ve Afrika iç savaşında yaşadıklarından sonra futbolun sanıldığı kadar da ciddi bir şey olmadığını her daim dile getirmiştir. Filmlere konu olan kalecilerin penaltı korkusu bağlamında Bruce’un ne kadar haklı olduğu ortada. Hayrettin Demirbaş gibi baskıdan kasılıp kasılıp kafaları direğe vurmaktansa Grobbelaar gibi davranmanın daha doğru olduğu istatistiklerce de doğrulanıyor. Hele bir de 1988-89 sezonunda menenjit olan ve ölümden yakasını zar zor sıyıran bir kaleci söz konusu olduğunda sanırım en iyi kaleciler, futbolu en az ciddiye alan kaleciler olsa gerek. Geçirdiği ağır menenjit hastalığına rağmen 1 sezon sonra kaldığı yerden devam eden Bruce, David James’in transfer edildiği 1994 yılına kadar Liverpool tarihinin en vazgeçilmez 1 numarası oldu. Zimbabwe Milli Takımı’nda forma giymeyi tüm baskılara rağmen bırakmadığı ve Afrika Kupası yüzünde Liverpool’u zorda bıraktığı için kariyerinin sonuna doğru çaptan düşürülen Grobbelaar, daha sonra birçok takımda forma giydi ve antrenörlük yaptı. Birçoğunda başarılı olamayan Bruce, Liverpool’da forma giyen en iyi 100 oyuncu anketinde 17. sırayı alarak ve gelmiş geçmiş en iyi 2. Liverpool kalecisi seçilerek asla unutulmayacağını bir kez daha kanıtladı.

Futbolu bırakmasına yakın hakkında çıkarılan şike dedikodularına da sadece gülüp geçmesi belki de palyaçoluğun tek kötü yönüydü, oyun bitmişti ve palyaço sonunda ağlıyor, makyajı dökülüyordu. Ondan sonra futbol artık bir oyun olmaktan tamamen çıkmış ve büyük, azgın bir endüstri olmuştu. Taraftarlardan çok büyük şirketlerin, tabloid medyanın manipüle ettiği, ne iş yaptığı belli olmayan para babalarının adeta Championship Manager oynar gibi satın aldıkları kulüpleri oyuncak gibi gördükleri bir karmaşa…

Ama yine de İstanbul’daki final maçı bize futbolun daha ölmediğini gösterirken, sanki Grobbelaar’ın ruhu orada endüstriyel futbolu son bir kez daha yenmişti: Şaibeli bir başbakanın oyuncağı olan dünyanın en pahalı takımı, Grobbelaar’ı örnek alan Dudek’in elleri karşısında diz çökmüş, sahadan oyuncağı kırılan şımarık çocuklar gibi boynu bükük ayrılmıştı. Kazanan güzel oyundu, asla yalnız yürümeyenlerdi. İşin garibi Bruce Grobbelaar da o gece sahiden İstanbul’daydı…


FourFourTwo Nisan 2009



En iyi 100 Türk Futbolcusu şimdiden büyük tartışmalara yol açtı, demek ki sahiden çok çalışmışız. Seçici jüride ben yokum baştan söyleyeyim kimler var: Rıdvan Dilmen, Güntekin Onay, Feyyaz Uçar, Melih Şendil, Nezih Alkış, Ersin Düzen...

Oğuz Çetin, kesinlikle iddia edildiği gibi Fatih Terim'in yanında figüran falan değil, röportajı bizzat ben yaptım, milli takım çalışmalarına bizzat şahit oldum. Benim zaten hiç şüphem yoktu, bu kadar teknik bir maestro, Fenerbahçe'deki ilk deneyiminde sadece duygusallığının kurbanı olmuştu. Kendi sözleriyle: "Fenerbahçe'nin başına o kadar toyken geçmem hataydı ama Oğuz Çetin, Fenerbahçe'ye nasıl hayır diyebilir ki?" Benim sözlerimle: Ölümsüz aşk dedikleri bu olsa gerek!

Boca Juniors'un yarattığı global altyapı devrimine sadece şapka çıkartıyorum, okurken kendimden geçiyor dönüp yetiştiğim doğduğum ülkeye soruyorum: Arjantin bizden daha fakir değil miydi? Her şey cüzdan meselesi değil işte!

Pele mi, Maradona mı? Futbol oynanmaya devam ettikçe hiç bitmeyecek bir tartışma. İbrahim Altınsay FourFourTwo'ya "Bence ikisi de değil, bir başkası" dedi. Bence de o başkası ama sizin fikirlerinizi çok merak ediyorum.

Zico röportajı çok güzel ama 2 sayfa Socrates bana ömür boyu yeter! Kaderin böylesi, yıllarca Socrates'le yapılmış küçücük bir röportaj, anekdot ararken bir anda çalıştığım dergide görmez miyim! Dünyalar benim oldu.

Hilal Gülyurt, aylar önce Sivas'tan İstanbul'a gelmişti staj yapmak için ama öyle bir 1975-76 model Trabzonspor yazdı ki Sivasspor'un Türkiye Ligi'ndeki çıkışı gibi maşallah...

Ronaldo, hayatımda en sevdiğim oyuncuydu, hâlâ da öyle. "Gerçek" Ronaldo'dan, Brezilyalı yaşayan efsaneden bahsediyorum. Sahi 2 yılda akla gelmeyecek şeyler oldu. Yine de geri dönmesi, gol atması futbolun ölümsüzlüğünden başka bir şey değil.

Liverpool efsaneleri birazdan devam edecek
Önce Grobbelaar çünkü en az hakkı verilen o bence!

30 Mart 2009 Pazartesi

Liverpool Efsaneleri 9 (Ayrıca başlı başına bir Newcastle Efsanesi): Kevin Keegan



Onu en son 2005 Mart’ında doya doya izlemiştik… Ezeli düşmanı United’ın dünya çapındaki başarıları karşısında uzun zamandır (Şeyh Mansur'un satın almasından çok önce!) İngiltere’nin asansör takımı olarak istikrarlı bir biçimde bocalayan ve kayıp parlak geçmişini ararken bir türlü kendini bulamayan sonunda da ondan sonra şeyhlere peşkeş çekilen Manchester City’nin başında… Keegan’lı Manchester City, ligde iki maçta da Kırmızı Şeytanlar’a yenilmeyerek ezeli rakibine biraz olsun kafa tuttuğu, ligde ilk beşin içerisinde olmasa da sanki şampiyon takımmış gibi ısrarla güzel hücum futbolu oynadığı günlerde… Chelsea deplasmanında bile takımını savunmaya çekmediği, 4-6-0 sıradanlığına teslim olmadığı için “gerçekçi futbol” oynatmamakla itham edilmiş, skor ne olursa olsun takımının sürekli hücum yapmasını istediği için bir taktisyenden çok ponpon kıza benzetilen iflah olmaz futbol romantiği küsüp gitmişti.

Her pazartesi gecesi futbolun özünün eğlence olduğunu iddia eden Hakan Can’a “Futbol eğlence değildir, eğlence istiyorsan sirke git” diyen Ahmet Çakar’a nazire yaparcasına City’den ayrıldıktan sonra Glasgow’da bir futbol sirki açan Keegan, futbolun özündeki estetik idealleri kaybettiğine inandığı için asla teknik direktörlük yapmayacağını açıklamıştı. Ama söz konusu 90’lı yıllarda çalıştırırken hiçbir kupa kazanmasa da taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan o yılların “en güzel kaybedeni” Newcastle United olduğunda sözlerini yuttu. Söz konusu olan Keegan ve Newcastle ise gerisi sadece teferruattı. Keegan’ın Newcastle’a geri döndüğünün açıklanmasından bir gün sonra FA Cup’ta Stoke ile karşılaşan Newcastle, uzun yıllardır ilk kez bu kadar fazla bilet satmış ve tüm stat kendileriyle beraber tribünde maçı izleyen Keegan’a sonsuz sevgilerini dile getiren taraftarların astığı pankartlarla kaplanmıştı: “Newcastle’ın İsa’sı Kral Kevin, evine, hiç bitmeyecek futbol rüyalarımıza hoş geldin!”

Sevilmeyecek adam değil Keegan… Yine de 1951 yılının Sevgililer Günü’nde Newcastle’lı bir maden işçisinin oğlu olarak dünyaya gözlerini açan futbol efsanesi, endüstriyel futbolun egemen kriterlerine göre başarı ile eş anlamlı değil. Çalıştırdığı her takımı ilk sezonunda Premiership’e çıkarması, sürekli göze hoş gelen futbol oynatmasına rağmen (ve belki de bu yüzden) hiçbir takımla tek bir kupa bile kazanmamış olmasını vurgulayanlara göre Newcastle yönetimi intihar etmişti. Her şeyden önce günümüzün egemen futbol kıstaslarına göre aynı ırmakta ikinci kez yıkanılmazdı. (Halbuki asıl intihar şu andaki durumuna bakınca Keegan'ın bir kez daha teknik direktörlükten ayrılmasına izin vermeleriydi) En başta biz Fatih Terim’in ikinci Galatasaray döneminde buna kendimizi inandırmıştık ama Keegan her zaman parametrelerin dışında istisnai bir figürdü. “Süper futbolcudan iyi teknik direktör olmaz” klişesini yıkan ilk isimlerden birisiydi. Liverpool, Hamburg, Southampton ve Newcastle formalarıyla birçok kez Yılın Futbolcusu seçildikten sonra Cruyff’un izinden giderek çalıştırdığı her takımın taraftarların gönlünde bir aziz mertebesine yükselecek, “Başarılı bir jokey olmak için daha önce at olmanıza gerek yok” diyen Sacchi’ye katıldığını söyleyerek futbola bambaşka gözlerle bakmamızı sağlayacaktı.



Zaten eğer Sacchi haksız olsaydı ve en başarılı jokeylerin daha önce at olarak başarıları kıstas olarak alınsaydı, Keegan dünya futbol tarihinin skortif açıdan da en iyi teknik direktörü olurdu. Henüz 17 yaşındayken futbol hayatı boyunca ilk ve son kez bir antrenör tarafından beğenilmeyecek ve küçükken tuttuğu Doncaster Rovers yerine Scunthorpe’ta profesyonel futbol yaşamına başlayacaktı. Futbol hayatının geri kalanında olacağı gibi hiçbir zaman George Best, Dalglish ve Maradona kalibresinde bir süper yetenek değildi ama Pascal Nouma-Hakan Şükür’vari bir oynadığı takıma kendini ölümüne adaması ve Bülent Korkmaz-Mattheus’vari kazanma arzusu ile o yılların futbolu için yepyeni bir oyuncu türüydü.

Orta sahada forma giydiği Scunthorpe’ta 124 maçta sadece 18 gol atmış olsa da Liverpool’u sadece İngiltere’nin değil Avrupa’nın da en büyük takımına dönüştürmek isteyen Bill Shankley için Keegan’ın yeteneklerini maksimum seviyede kullanmasını sağlayan kazanma arzusu ve futbol iştahı biçilmez kaftandı. 1971 yılında Liverpool’a bir orta saha oyuncusu olarak transfer olan Kevin Keegan, bir antrenmanda diğer oyuncuların sakatlığı nedeniyle forvette Toshack’ın partneri olarak denendiğinde Shankley’nin Liverpool devrimi hızlandı. Keegan, Liverpool formasıyla oynadığı ilk maçın henüz 12. dakikasında ilk golünü atarken, kısa bir süre sonra önce Ada’nın sonra da Avrupa’nın en efsanevi forvet ikililerinden birisi doğacak, 5 sezon boyunca Liverpool dünya futbolunu fethederken spikerler sadece şu üç kelimeyi zikredeceklerdi: “Keegan, Toshack, gol!”


Aralarındaki telepatiden öte bir uyumla Liverpool’u yedi yıl sonra 1973’te ilk kez şampiyonluğa taşıyan ikili Batman-Robin ikilisine benzetilirken aynı yıl UEFA Kupası’nı kazandıklarında final maçlarının yıldızı Toshack’ın indirdiği toplarla iki gole imza atan Kevin Keegan’dan başkası değildi. Bir sonraki sezon muhteşem ikiliden Keegan bu kez FA Cup finalinde iş başındaydı. Liverpool’un, Newcastle’ı 3-0 yendiği final maçında, 1966 finalinden beri ilk kez bir oyuncu iki gol atmayı başaracak, bir pozisyonda topu eliyle aldıktan sonra boş kaleye topu yuvarlamak yerine durup hakemi uyararak yıllar sonra kendisini “aziz” mertebesine yükseltecek Newcastle taraftarları tarafından bile ayakta alkışlanacaktı.

1976 yılında Keegan’lı Liverpool bir kez daha hem ligde hem de UEFA Kupası’nda şampiyon olarak duble yaparken, 25 yaşındaki oyuncu İngiltere’nin en ünlü yıldızı oldu. Bir yandan ilkokul öğrencilerini bilinçlendirmek için çekilen trafik reklamlarında para istemeden rol alırken, diğer yandan da her daim permalı saçlarıyla Ada’da yepyeni bir saç modasını başlatacaktı. Yine de 20 yıl sonra Liverpool’un süper yıldızları olacak McManaman ve Fowler gibi Spice Boys olmakla itham edilmedi. Popülaritesine ve kaçınılmaz gece hayatı performansına rağmen Liverpool formasıyla her maçta Bülent Korkmaz’ın Galatasaray’da, Rıza Çalımbay'ın Beşiktaş'ta, Müjdat Yetkiner'in Fenerbahçe'de gösterdiği ölümüne performansı sergileyen Keegan, 1977 yılında Liverpool formasıyla hem lig hem de Şapmpiyon Kulüpler Kupası’nda şampiyon olurken hayatındaki tek korkusunu açıklayacaktı:
“Ölümden, sakatlanmaktan, çaptan düşmekten korkmuyorum. Ama bir gün Kop tribünün önünde boş kaleye gol kaçıracağıma ölmeyi tercih ederim. Kop tribünü ‘You’ll never walk alone’u söylemeye her başladığında gözlerim doluyor, birçok kez ağlayarak oynadığımı hatırlıyorum.”



Keegan-Liverpool aşkı her ölümsüz aşk gibi fazlasıyla karşılıklıydı. 70’li yılların en efsanevi Liverpool’lularından Ian Callaghan’a göre Keegan, Liverpool’un ilk “süper yıldız”ıydı. Toshack’a göre kendisini 70’li yılların en iyi pivot santraforuna dönüştüren Keegan’dan başkası değildi. Keegan ise Toshack’tan sonra hiçbir zaman Toshack’la beraber oynadığı zamanki kadar kendisini rahat hissetmedi. Shankley ise sadece Liverpool’daki futbolculuk günlerinde değil, hayatı boyunca Keegan’a ilham kaynağı olacaktı:
“Her zaman Shankley’nin resmini yanımda taşırım. Ondan futbol ve insanlık adına o kadar çok şey öğrendim ki hayatım boyunca ona kendimi borçlu hissediyorum”

Ama birbirlerini ne kadar sevseler de hep sonunda bir şekilde ayrılacak olan sevgililer gibi Liverpool ile Keegan’ın da yolları ayrılacaktı. 1977 yazında Liverpool yönetimi Almanya’nın Hamburg takımından gelen o zamanların rekor teklifine karşı koyamadı. 323 maçta 100 gol attıktan sonra Liverpool’dan ayrılan Keegan, The Beatles’tan beri Liverpool’un Hamburg’a yaptığı en büyük ihracatıydı. Keegan’ın yerine aldıkları Dalglish, Liverpool’da yeni bir altın çağı başlatırken, Keegan Hamburg formasıyla birçok kez Avrupa’da Yılın Futbolcusu seçilecek, ayrılık her iki eski sevgilinin daha da mutlu olmasını sağlayacaktı.


Liverpool formasıyla oynadığı son maç olan 1977 Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde, B.M’Gladbach’ın efsanevi savunma oyuncusu Berti Vogts’a Toshack’la beraber 90 dakika sefilleri oynatan Keegan, Almanya tarihinin o zamanki en pahalı transferiydi. Keegan’ın ikinci kez üst üste Avrupa’da Yılın Futbolcusu seçildiği 1978-79 sezonunda Hamburg, tarihinde ilk kez şampiyon oldu. Bu tarihi başarıdan sonra Keegan “Head Over Heels in Love” adlı 45’liği yayınladı ve Almanya müzik listelerinde 10 numaraya kadar yükseldi. Alman futbolseverler için Keegan, “Batman Toshack”ın “Robin”liğinden, zayıf fiziğine rağmen harikalar yaratan “Süper Fare”liğe terfi etmişti. 1980 yılının Şampiyon Kulüpler Kupası’nda ise Hamburg, Keegan’ın harika performansı ile finale kadar gelecek ama İngiliz ekibi Notthingham Forest’e boyun eğecekti. Aynı yıl çıkardığı ikinci 45’liği olan “England” ise sadece Almanya’ya güzel bir veda değil aynı zamanda da beklenmedik bir eve dönüş hazırlığıydı.



1980 Şubat’ında İngiltere Milli Takımı’nın kaptanı olarak bir yıl önce Dünyada Yılın Futbolcusu seçilen Keegan, Southampton gibi Birinci Lig’in çiçeği burnunda takımlarından birine transfer olarak Ada’ya döndüğünde yer yerinden oynadı. Keegan, o zamana kadar hiçbir süper yıldızın yapmadığını yaparak Manchester United, Everton gibi Liverpool’un ezeli rakiplerinden gelen servet niteliğindeki teklifleri reddetmiş ve Liverpool’a dönme şansı kalmadığında kendi kariyerine nazarla son derece vasat bir takım olan Southampton’ı tercih etmişti.

Southampton taraftarları, İngiltere kaptanı olan Keegan gibi bir süper yıldızın takımlarında oynamasına inanmakta güçlük çekerken, Keegan iflah olmaz bir romantik olarak inanılmazı gerçekleştirerek 1981 yılında Southampton’ın ligi 6. sırada bitirmesini sağlayacaktı. 1981-82 sezonunda daha da imkansız bir şey gerçekleşti. Southampton, Ocak ayında ligde liderlik koltuğuna oturmuş, Keegan takımının attığı 72 golün 26’sına imza atarak İngiltere’de Yılın futbolcusu seçilmişti. Sezon sonuna doğru düşüşe geçen Southampton, ligi ancak 7. sırada bitirebilirken, Keegan Britanya Futbolu’na yaptığı hizmetlerden dolayı Şövalyelik Nişanı ile ödüllendirildi.


1982’de nihayet Dünya Kupası Finalleri’ne katılma hakkını kazanan İngiltere’nin en büyük kozu olan Keegan, sakatlığından dolayı grup maçlarında forma giyememiş ama ikinci turda ne pahasına olursa olsun Dünya Kupası’nda oynamak uğruna hayatını riske atmaktan bir an bile olsa çekinmemişti. İkinci tur maçında oynayabilmek için gizlice kiraladığı arabayla İspanya’dan Almanya’ya tek başına son sürat yol alacak ve Hamburg’daki doktoruna kendisini maça yetiştirmesi için yalvaracaktı. Yine de Keegan’ın bu delice fedakârlığı, İngiltere’nin elenmesine engel olamadı. Robson, Keegan’ı bir daha milli takıma almasa da 63 kez milli olup 21 gol atmayı başarmış, 31 kez de kaptan olarak sahaya çıkarak son derece başarılı bir milli takım kariyerine sahip olmuştu.

Dünya Kupası dönüşünde, herkes Keegan’ın şampiyonluğun en büyük adayı olan eski takımı Liverpool’a döneceğini beklerken, o bir kez daha beyniyle değil kalbiyle hareket ederek herkesi şaşırtacaktı. 1982-83 sezonunun başında İkinci Lig’de mücadele eden Newcastle United’a transfer olan Keegan’a herkes “kariyerini mahveden bir aptal” gözüyle bakarken aslında Liverpool-Keegan aşkından bile daha ölümsüz bir aşk başlamıştı. 1982-84 yılları arasında 78 maçta 48 gol atarak önce Newcastle’ı Birinci Lig’e çıkartacak sonra da Beardsley ve Waddle gibi o zamanın en çok göze hitap eden genç yıldızlarıyla taraflı tarafsız herkesin takdirini kazanan hücuma dayalı bir romantik futbolun bayrağını en tepelere dikecekti.


1984 yılında Keegan, Newcastle formasıyla son maçına çıktı, golünü attıktan sonra formasını üstünden çıkarmadan sahanın ortasında kendisini bekleyen helikoptere atlayıp İspanya’ya gitti ve Newcastle’ın kendisini teknik direktör olarak çağırmasına kadar 8 yıl boyunca İngiltere’ye geri dönmedi. Bu 8 yıllık gönüllü sürgünde, hiç futbol izlemediğini ve sadece ailesiyle zaman geçirdiğini anlatan Keegan, bir kez daha İkinci Lig’e düşüren takımın “kurtarıcısı” olarak Ada’ya geri döndü.

İlk sezonunda Newcastle’ı Premiership’e döndürmeyi başaran Keegan söz konusu olduğunda “imkansız” bir kez daha hayal gücü kıt insanların papağan gibi tekrarladıkları anlamsız bir kelimeye dönüşecekti. St James Park, 52.000 kişilik kapasitesiyle Newcastle’lıların yıllardır hayalini kurduğu bir futbol tapınağına dönüşürken, sahada oynanan futbol sadece Newcastle’lıların değil tüm futbol aşıklarının hayallerini yansıtıyordu. 1995-96 sezonunun büyük bir kısmını Man Utd önünde lider götüren siyah-beyazlılar, yıllar sonra ligi ikinci sırada bitirdi, Keegan’ın oynattığı ne pahasına olursa olsun 90 dakika hücum futbolu şehri bir futbol cennetine dönüştürdü.



Ginola’ya göre Keegan bir futbolcunun en çok çalışmak isteyeceği türden ideal bir antrenördü:
“Abi, baba, akıl hocası; bir futbolcunun ihtiyacı olan her şey Keegan’da hayat bulmuş. Futbol bir erkek çocuğun en güzel hayalidir. Keegan’la çalışmaya başladığımda tüm hayallerim gerçek futbola yani ölümsüz bir futbol oynama tutkusuna dönüştü”.
Ginola abartmıyor, Robert Lee “Keegan mucizesi”ni anlatacak kelimeler bulamıyordu:
“O bir teknik adam olarak, oyuncusuna kendisini iki metre daha uzun, on yaş daha genç hissettirir. İngiltere formasını giymemi bir yana bırakın, Keegan’dan önce benim adımı kaç kişi biliyordu ki?”

Keegan, Ferguson’un 12 puan önündeyken şampiyonluğu kaptırdığında, tecrübeli kurt hocanın akıl oyunlarına yenilmişti. Yine de bu kadar yaklaşmışken, olabilecek en güzel şekilde de olsa kaybettikten sonra kendine gelmek çok zordu. Keegan, medya baronlarının skortif eleştirilerine dayanamayıp istifa etmeden önce dördüncü sıradaki Newcastle, Keegan yönetimindeki son maçında Tottenham’ı 7-0’lık bir hezimete uğrattı ama Keegan’dan sonrası Dalglish’lere, Gullit’lere, Robson’lara, Allardyce’lara rağmen baş aşağı bir düşüş oldu. Newcastle, endüstriyel futbolun gerçeklerini kabul edip defansif ağırlıklı oynadıkça daha da düştü.


Keegan ise önce Fulham’i Premiership’e çıkardı. Sonra taraftarlardan gelen yoğun istek üzerine İngiltere’nin başına geçti. Oynattığı futbolun güzelliğine kimsenin lafı yoktu ama artık güzel futbol karın doyurmadığı için yerini Ericksonn’a bıraktı. Daha sonra Manchester City’yi ilk sezonunda 124 gol atan bir takıma dönüştürüp Premiership’e çıkarmasına ve yıllar sonra United’ı yenmesine rağmen eleştirildiğinde bir kez daha çocuklar gibi küsüp gidecekti. Haklıydı, “Güzel futbol oynatmak istiyorsan, teknik direktörlük Rus Ruleti gibi”ydi, “silah sürekli kafana dayalıdır ama merminin ne zaman patlayacağını asla bilemezsin ve patlamasını engelleyemezsin”

Mermi en son Mourinho’nun kafasında patlamış, ilk geldiklerinde Man Utd’ın yeni sahipleri Amerikalılar tarafından Ferguson’a bile yöneltilmişti. Dünyada kara paralarını aklamak isteyen herkesin üstüne üşüştüğü dünyanın en güzel ligi, git gide sadece skortif başarı kriterlerine endeksli bir borsaya dönüşürken tabii ki Keegan’ın Newcastle’a dönüşü bir intihara benzetildi. Ama en azından, Newcastle taraftarı Keegan’ın adı geçtiğinde 10.000 bilet fazla alarak, kulübün sahibine bile sırtında “Kral Kevin” yazan formayı giydirterek kendi kaderini kendisi yazdı. Uzun yıllardır olduğu gibi tek bir kupa kazanmasalar bile en azından “romantik futbol kalesi” kimliklerine bürünerek kaybederken bile zevk almak, eğlenmek, kendileri olmak istiyorlardı. Bir de Keegan gibi oynarken, kazansalardı? Futbol adına daha güzel ne olabilirdi ki? Yine de her şekilde Hollanda misali tarihin en güzel kaybedeni olmak bile başlı başına bir inanma, inanarak yaşama ve Keegan meselesi değil mi zaten?

29 Mart 2009 Pazar

Liverpool Efsaneleri 7: Steve McManaman


“Futbolcu olmak için doğmuşum… 1972 yılında, Liverpool’un tapınağı Anfield ile Everton’ın mabedi Goodison’ın tam ortasında, Bootle’da… Futbol topu o zamanki tüm çocuklar gibi ben Steve McManaman için de kapkaranlık tünelin sonunda varolduğuna inandığımız ışığın ta kendisi… Beni peşinden sürüklerken, o ışık önce maviye bürünmüş, babam gibi fanatik Everton’lı olmuşum… Sonra Everton mavisi beni görmediği için bir anda kırmızılaşmış, kendimi Liverpool forması ile bulmuşum… 1996 yazında İngiltere Milli Takımı’nda kırmızı ile mavinin kesiştiği ince çizgide, gelmiş geçmiş en büyük efsane Pele benim yaşayan bir efsane olduğumu söylemiş… Bir anda Madrid moruna bürünmüşüm… Futbol tarihçilerinin söylediklerine bakılırsa yurt dışında oynayan en başarılı Britanyalı oyuncu benmişim… Kim bilir? Benim tek bildiğim, dünyanın en şanslı çocuğu olduğum… Futbol topu bana o kadar iyi davranmış ki… Belki de o yüzden her ayağıma geldiğinde onu kaptırmamak için o kadar hızlı sürüyorum… Hatta belki de onu kızdırmamak için her topa bir elmasa dokunur gibi dokunuyorum…”



Tıpkı çocukluğunda yaşayan en fanatik Beşiktaşlı olarak 10 yaşında evden tek başına kaçarak Karakartallar’ın maçına giden ama büyüdüğünde önce Galatasaray’ın ilk imparatoru sonra da Fenerbahçe tarihinde yüzyıllık kulübü şampiyonluğa taşıyan tek Türk teknik direktör olan Mustafa Denizli gibi… Çocukken o kadar büyük bir aşkla bağlanmış ki Everton’a, aradan yıllar geçip Everton’ın düşman kardeşi olan Liverpool FC tarihinin en efsanevi 22 oyuncusundan birisi seçildiğinde bile hiç tereddüt etmeden “En sevdiğim renk mavi, Everton mavisi” diyecek kadar vefalı olmuş… Bir sonraki soruda o haftasonu Liverpool ile Everton arasında oynanacak derbide kimi tuttuğu sorulduğunda “Everton’ın fazla bir iddiası yok, Şampiyonlar Ligi’ne kalmak isteyen Liverpool’un daha çok ihtiyacı var, yıllarca beni bağrına basan yıllardır şampiyonluk görmemelerine rağmen bir tek gün bile takımını yalnız yürütmeyen insanları düşündükçe Liverpool kazansın istiyorum” demesi ise bir futbol ustasının mesleğine karşı gösterdiği en vefalı, en saygın tavırlardan birisi olarak Macca’yı bir futbol efsanesine dönüştüren profilinin en güzel özeti.

“Ben de Everton’da oynamak çok isterdim” diye devam ediyor, “Ama Everton yöneticileri bana ‘Her gün karşımıza çıkan yetenekli çocuklardan birisisin’ diyerek sadece bir yıllık sözleşme önerdiler. Liverpool patronu Dalglish ise bana fazlasıyla inanıyordu, hemen 3 yıllık sözleşme yapmamızı ve hemen oynamaya hazır olmamı istedi. Babama baktım, hayatımda gördüğüm en fanatik Everton’lı bana hemen Liverpool’la sözleşme imzalamamı söylüyordu. Yıllardan 1990’dı, Thatcherizm’in tavan yaptığı yılda Liverpool’da 18 yaşında bir çocuğun kendisine iş bulması bile bir mucizeydi”

Yıllar sonra 2000’deki Şampiyonlar Ligi Finali’nde McManaman, Japon futbol çizgi filmlerinin efsanevi yıldızı Tusubasa’ya bile kramponunu ters giydiren uçan voleyle Real Madrid’in zaferini perçinlediğinde dünyanın en mutlu insanı olan baba David McManaman o günleri şöyle anlatıyor: “Steve’de o zamanlar diğer çocuklarda olmayan bir şeyler vardı. O yıllarda Everton’ı fanatikçe tutuyor olsak da Liverpool’un hücum futbolu Steve’in tarzına daha uygundu. Hem de Liverpool gibi Thatcher çağında 18 yaşına gelmiş tüm gençlerin en ucuz iş gücü olarak görüldüğü bir şehirde Everton mı, Liverpool mu diye düşünecek bir lüksümüz yoktu. Zaten yıllar sonra baktığımızda Steve aslında Everton’lı olup 90’lı yılların Liverpool efsanesine dönüşen tek ‘dönme’ değildi.”

McManaman da 90’lı yılların en büyük Liverpool’lu yıldızları olan Fowler, Owen, Carragher (+80'ler 90'lar her zamanın yıldızı Ian Rush da!) gibi Everton’lıydı. En iyi arkadaşları da o eski Everton’lılar oldular. Çıraklık döneminde McManaman, Barnes’ın kramponlarını yıkayıp, Fowler Rush’ın çantasını taşırken, geleceğin efsanevi yıldızları arasında hayat boyu sürecek bir arkadaşlığın temelleri atıldı. İki yıl sonra ise artık Barnes, topu oyun kurucusu McManaman’a servis yapıyor, Rush ön direğe koşu yapıp alan boşaltırken, Fowler da arka direkte her biri birer Beatles şarkısı kadar muhteşem dömivoleleriyle Liverpool’u öne geçiriyordu.

O zamanlar Liverpool’un patronu olan Souness her zamanki gözü karalığı ile takımı iki çocuk yıldız üzerine kuruyor, Shankley-Paisley-Dalglish hattındaki Liverpool geleneğini sürdürerek Ada’nın en spektaküler futbolunu oynatmaya çalışıyordu. 1992 FA Cup Finali’nin yıldızı tartışmasız 20 yaşındaki Macca’ydı… Top ayağına geldiğine sanki kramponunun içinde bir mıknatıs varmış ki ayağına yapışıyor, dripling yapmaya başladığında rakip oyuncular antrenmanlardaki trafik hunilerine dönüşüyordu. 1995 Lig Kupası Finali’nde Macca artık Ada’da o zamanlar oynanan ortalama futbolun en az 100 ışık yılı ötesinde futbol virtüözlüğünün sınırlarını alt üst eden bir efsaneydi. Liverpool, Bolton’ı 2-1 yenip şampiyon olurken McManaman her iki golü de atacak kupayı da en iyi arkadaşı Fowler ile beraber o sıralarda işten atılmaya çalışılan grevdeki Liverpool liman işçilerine adayacaktı.


O sıralar sadece Giggs, Macca’nın eline su dökebilirdi ama Giggs Galli olduğu için olay bambaşka bir boyut kazanmıştı. İngiltere Milli Takımı nihayet Gascoigne ve Barnes gibi sonucu tek başına değiştirecek üçüncü bir oyuncu bulmuştu ve Steve o zamanlar sadece 23 yaşındaydı. O sıralar İngiltere’nin en çok potansiyel vaat eden tüm genç yıldızları Liverpool’daydı: Redknapp, Fowler, Collymore, McAteer ve 16’lık Owen… Ama 1995’teki Lig Kupası, 2000 yılına kadar bu süper yıldızların Liverpool’a kazandırdığı son kupa oldu. Londra merkezli basına göre bunun sebebi başta McManaman ve Fowler olmak üzere bu süper yıldızların hepsinin saha dışında birer “Spice Boys” olmalarıydı.

En büyük “Spice Boy”, tabii ki Macca’ydı. Şampuan reklamlarının Ginola ile beraber en büyük yıldızlığına terfi ettirecek kadar dikkat çekici saçları, Nicole Kidman’ın erkek kardeşi olduğunu düşündürecek kadar güzel yüzü, o zamanın tüm Rock yıldızlarına taş çıkartacak saha içi karizması yetmezmiş gibi bir de menejerinin Spice Girls’ü yaratan Simon Fuller olması, onu en fazla tuvalet kağıdı kadar gazete olan tabloid’lerin reyting malzemesine dönüştürmüştü. O zamanlar Juninho önderliğinde 4 büyüklere kafa tutan Middlesbrough’un teknik direktörü Bryan Robson’a göre saha içinde Liverpool’u durdurmak için Macca’yı durdurmak gerekiyordu. Ama saha içinde Fowler’la arasındaki telepatik ilişkiyi durdurmak imkansızdı. Macca’yı durdurmanın tek yolu saha dışından geçiyordu.


Euro 96’da yarı finalde her zaman olduğu gibi penaltılarla Almanya’ya elenen İngiltere’nin en büyük yıldızı ne Shearer ne de Gazza oldu. Kendisini “Beraber çalışması en zevkli futbolcu” olarak tanımlayan Venables, sol kanatta oynattığı Steve McManaman sayesinde neredeyse 30 yıl sonra futbol evine geri dönüyordu. Turnuva sonunda herkes Almanların turnuva takımı kimliğini yüceltirken Maradona ile beraber yaşayan en büyük futbol efsanesi Pele başka türlü düşünüyordu: “Bu turnuvanın futbol adına en güzel ismi tartışmasız McManaman’dır. Macca, henüz 24 yaşında olmasına rağmen futbola kattığı büyü ve güzellikle yaşayan bir efsane…”


Saha içinde Pele’nin kutsadığı efsane, saha dışında da git gide büyüyordu. İlk önce Loaded adlı seks dergisi Macca ve Fowler’ın gece hayatını resmeden fotoğrafları “Seks, alkol ve futbol partisi” manşetinin altında yayınladılar. Macca ve Fowler onlara inat Rıdvan ile Sergen misali yarış atları aldılar. Topman, Hugo Boss ve Armani’nin reklamlarına çıkarken herkes sadece kendi keselerini doldurduklarını düşünüyordu ama hem at yarışlarından hem de reklamlardan gelen paraların büyük bir kısmı Liman İşçileri Sendikası’na bağışlanmıştı. Ama bu asil gerçek, beyni kafasında değil bacaklarının arasında olan tabloid basın için hiçbir şey ifade etmiyordu. Macca’nın başını çektiği Spice Boys’lar saha dışında sürekli seks partileri yapıp su gibi alkol içmek, kokain çekmek ve sahada Liverpool’u şampiyonluğa taşıyamamakla suçlandılar.


Macca ve Fowler gibi futbol bienalleri söz konusu olduğunda kesinlikle istatistikler efsanelerin boyutunu açıklamakta yetersiz kalır. Ama tuvalet kağıdının bile yanlarında çok daha fazla gazete kaldığı tabloid’lerin yalanlarına karşı Macca’nın 1999’a kadar Liverpool formasıyla 274 maçta yaptığı sadece Magic Johnson ile karşılaştırılabilecek 141 asist ve attığı 46 gol, onun Real Madrid’e gidişinden sonra Gerrard pişene kadar Liverpool orta sahasının Norveç orta sahasına ikiz kardeşi gibi benzemesi futbol tarihinin en güzel cevabıdır. O yıllarda Liverpool, Macca yönetimindeki Fowler-Collymore-Owen-Redknapp orkestrasına karşın şampiyon olamadıysa bunda tüm suç o zamanlar “Ayaklı felaket Calamity James” olarak anılan kaleci David James ve Liverpool’dan sonra 3. ligde bile kendisine şans bulamayan savunma oyuncularının basiretsizliğidir.

İşte Liverpool saha dışında tam da böyle cadı kazanlarında kaynatılırken, biraz da tabloidlerin gazına gelen Liverpool yönetimi 1997’de Macca’yı Barcelona’ya satmaya karar verdi. Ama hiç kimse de Macca’ya Barcelona’ya gidip gitmemek istediğini sormamıştı. 1999’da Bosman devriminden faydalanarak bonservisi bedava olarak Real Madrid’in yolunu tutmasında kulüp yönetiminin bu tavrı tabloid’ler kadar önemli bir rol oynadı. Liverpool tarihinde kulübe para kazandırmadan takımdan ayrılan ilk süper yıldız olması onun bu kez de Liverpool taraftarının hedefi haline gelmesine sebep oldu.

“Hain”, “Satıcı”, “Paragöz”, “Everton’lı”, “Judas” suçlamalarına kulağını tıkayarak UEFA Kupası mücadelesinin uzatma anlarında Liverpool’a Celtic deplasmanında turu getiren golü, George Best’ten beri Ada’daki en büyük dripling resitaliydi. 1 Temmuz 1999’da Liverpool’dan R.Madrid’e transfer olduğunda İspanyol devinin tarihindeki ikinci İngiliz futbolcuydu. Bu satırların yazıldığı an itibariyle McManaman’lı 9 yılda şampiyonluk yüzü görmeyen Liverpool, ondan sonra da 10 sene daha şampiyonluk yüzü göremedi, ligin kopma anlarında tüm yük Gerrard’ın sırtına binerken hep Macca profilinde maçın akışını tek başına değiştirecek yaratıcı bir orta sahanın eksiğini çekti, ne Litmanen, ne Kewell ne de Luis Garcia onun yerini bir türlü dolduramadı.

Macca, R.Madrid’deki ilk günlerini sakatlığı dolayısıyla maçları tribünden izlemekle geçirdi. 1998 Dünya Kupası’nda kendisine bir “baharat çocuk”muş gibi davranan Hoddle tarafından sadece 30 dakika kadar oynatılmış, İngiltere’nin ikinci turda elenmesinden sonra “Zihinsel özürlüler daha önceki hayatlarındaki günahların bedelini ödüyorlar” diye saçmalayarak kovulan Hoddle’ın Scientology tarikatına bağlı milli takım psikiyatristinin hışmına uğramıştı. O günlerde eski bir Liverpool efsanesi olan R.Madrid teknik direktörü Toschak kendisine sahip çıktı. İlk olarak ona Madrid’deki gazete etiketiyle satılan tuvalet kağıtlarının İngiltere’dekileri aratmayacağını belirtti; Macca ne yapıp yapıp “Baharat Çocuk”luktan kurtulmalıydı!

İlk önce tabloidlerde yazılanın aksine son 5 yıldır beraber olduğu tek kız olan Victoria ile evlenmeye karar verdi. Macca’nın Victoria’sı Beckham’ınki gibi bir tabloid silikonu “Baharat kızların en kozmetiği” değil, bir hukuk öğretmeniydi. Sezon başındaki sakatlığını Victoria ile beraber en hasarsız şekilde atlatan Macca, önce takım arkadaşlarının sonra da Barnebaeu ahalisinin saygısını kazandı. Toschak’ın yerine göreve getirilen Del Bosque de Venables ile aynı fikirdeydi: “Macca’nın kalitesindeki hiçbir oyuncu onun kadar bencillikten uzak bir profilde takım oyuncusu olmamıştır. Çekine çekine yanına gidip ‘Steve bu hafta seni sağbek oynatmayı planlıyorum, Salgado sakat biliyorsun’ dediğimde sadece ‘Tabii ki, ben bu kulübün maaşlı işçisiyim, nerede isterseniz oynarım’ demesini unutamıyorum”

Bazen sol açık, bazen oyun kurucu, bazen sağ açık, bazen de önlibero ve sağbek olarak görev alan Macca, Madrid’deki ilk sezonunda muhteşem bir finiş yaptı. Yurt dışında forma giyerken Şampiyonlar Ligi’ni kazanan ilk İngiliz oyuncu olduğu 2000 Şampiyonlar Ligi Finali’nde Real’in Valencia karşısındaki zaferini perçinleyen golün altında onun estetik sınırlarını zorlayan uçan volesi vardı. Kendisinin de çok sevdiği Japon çizgi filmi kahramanı Tusubasa’dan bile daha yukarıya zıplamış, düşerken yaptığı olağanüstü vuruşu Valencia’lı taraftarlar bile takdirle izlemişti. Ama ilk sezonunda sakatlığına rağmen harikalar yaratan Macca, bu kez futbolun aşırı endüstrileşmesi yarışında İngiltere’yi izleyen İspanya’daki Perez depreminin ikinci kurbanı olacaktı.

Başkan seçilirse Barça kaptanı Figo’yu rekor fiyata transfer edeceğini açıklayan Florentino Perez, başkan seçildiğinde ilk olarak Macca ile beraber finalin en büyük yıldızı olan Redondo’yu “forması yeteri kadar para etmediği” için sattı. Figo’yu aldıktan sonra endüstriyel futbol yaklaşımının en arsız bayraktarı olarak artık mali yönden Real’i dünyanın en büyük kulübü yapacak oyuncuları transfer edeceğini açıkladı. Figo, o sıralar dünyanın en büyük sağ açığı olduğu ve forması Macca’nın 10 katı satacağı için McManaman satış listesine konmuş hatta sezon başında forma numarası verilmeyerek ayrılmaya zorlanmıştı. Bu süreçte Macca’ya en çok destek verenlerin başında Figo’nun gelmesi son derece manidardı. İspanya’daki aşırı endüstrileşen futbolun ilk kurbanı Figo, Zidane ve Helguera’yı yanına alıp yönetimle görüştü ve Macca’nın takımda kalmasını sağladı.

2002 Şampiyonlar Ligi finalinde Figo’nun yerine oyuna dahil olan Macca, sabır ve profesyonelliğinin karşılığını fazlasıyla alacaktı. 2003 yılına kadar 94 kez giydiği Real formasıyla iki kez taraftarların en sevdiği oyuncu seçilecek son maçında matadorları kutsamak için kullanılan beyaz mendiller Macca için Madrid semalarını şenlendirecekti. Zidane’a göre Macca o yılların Real filminde “en iyi yardımcı erkek oyuncu” olarak bunu fazlasıyla hak ediyordu. Çoğu zaman yedek bırakılmasına rağmen sahaya girdiğinde hep doğru zamanda doğru yerde olmuş, birçok kez filmin mutlu sonla bitmesinde belirleyici bir rol oynamıştı. Şampiyonlar Ligi’nde bir ayrı güzel oynayan Macca’nın eski takımı Liverpool’un yeminli düşmanı Man Utd maçlarında sergilediği futbol eski takımının taraftarları ile bir daha küsmemek üzere barışmasını sağladı.

2003 yılında Perez tarafından mali açıdan kulübe aldıkları para kadar ekonomik kazanç sunmadıkları için yok pahasına elden çıkarılan Makelele ve Morientes’le beraber Madrid’e veda etti. Macca’yı son takımı olan Manchester City’ye getiren onu son kez milli takımda 11’de oynatan Keegan oldu. Bir sezon önce en iyi arkadaşı Fowler’ı da transfer eden Keegan’ın kafasında iki kafadarı Liverpool günlerindeki gibi oynatıp şampiyonluğa oynamak vardı. Ama işler hiç de planlandığı gibi gitmedi. İki kafadar bir araya geldiğinde yeniden alevlenen “Baharat çocuklar” yangınında daha çok bitmek bilmeyen sakatlıkları ve saha dışında yaşananlarla gündeme oturdular. Daha sonradan McManaman’ı milli takımda istemediğini telesekreterine bıraktığı kısa mesajla bildiren Erickson’u ve aslında fahiş fiyatlara fuhuş yapan İngiltere’nin en ünlü mankenini Arap şeyhi kılığına girerek tuzağa düşüren News of The World’ün ilk kurbanı Macca oldu.

Adını gizleyen ve resmini bile kimsenin görmediği bir kadın, News of the World’e Fowler ve Macca ile grup seks yaptığını, ikisinin de pilinin bittiğini ve kokain sayesinde seks yapabildiklerini açıkladığında her iki oyuncu da sakatlığından dolayı City’de forma giyemiyordu. Tüm bunların asılsız olduğu 2 sene sonra biten mahkemede ortaya çıktığında Macca çoktan City tribünleri tarafından sağır edercesine yuhalanıp 33 yaşında futbolu bırakmak zorunda kalmıştı.

Macca’dan sonra Makelele’nin yerine alınan asıl “Baharat Çocuk” Beckham’la R.Madrid futbolun Disneyland’ına dönmüş bocalarken, Liverpool hücumda sadece Gerrard’ın büyücülüklerine mahkum olmuştu. Keegan’dan sonra İngiltere’nin başına geçen Erickson, Scholes gibi doğal bir oyun kurucudan sol kanat yaratmaya çalışırken Macca’nın klasında tek bir kanat oyuncusu dahi olmayan takım futbolun mucitlerine futbolun ne olduğunu unutturacak kadar tarihinin en sıkıcı futbolunu sergiliyor, her zamanki gibi penaltılarla eleniyordu.

Önce Perez, R.Madrid’i tarihi borca sokarak Madrid tarihinin en çok nefret edilen başkanlığına terfi etti. Erickson ise Macca’dan sonra News of the World’ün ikinci büyük kurbanı olarak kendisini A.Villa’yı almak isteyen Arap petrol şeyhi olarak tanıtan muhabire yaptığı “İngiliz oyuncular çok kazma, bu takımdan hiçbir şey olmaz” açıklaması ile önce herkese maskara oldu, sonra da bir kez daha dünyanın en sıkıcı maçlarından birinde penaltılarla elenip kovuldu. Bütün bu endüstriyel futbol harala gürelesinde biz Macca’yı unutup gitmiştik, çoğumuz futbolu bıraktığını yıllar sonra öğrendik. Futbol damağımızda her geçen gün acılaşan tadın en güzel çeşnilerinden birisi daha artık yoktu. Kanalı değiştirdik, Tusubasa kılığına girmiş Macca yine yeşil çimler ile mavi gökyüzü arasındaki sınırları zorluyor, Pele’nin özlediği başka türlü bir futbolun, Macca’ların ölümsüzlüğünü haykırıyordu.