23 Mayıs 2010 Pazar

"KAPICILAR KRALI" MOURINHO


Yılın en çok para harcayan takımı olan Real Madrid belki tek bir kupa dahi alamadı ama bizim Türkiye'nin hovarda büyüklerinden farklı olarak paranın bir kısmını saha zeminine ayırmayı akıl etmiş en azından! Muhteşem bir zemin, iki süper taktisyenin satrançvari kapışmasına sahne oldu.
Bir tarafta adını ilk kez 1990'lar Barcelona'sının tercümanı olarak duyduğumuz Jose Mourinho, diğer tarafta 1990'ların sonunda Cruyff sonrası Barcelona'nın küllerinden doğmasını sağlayan Luis Van Gaal usta. Kağıt üstünde Katenacyo, Total Futbol'a karşı... Ama aslında mesele bambaşka: Jose Mourinho, Kemal Sunal'ın efsanevi filmi 'Kapıcılar Kralı'ndaki Seyit karakteri gibi... Bir zamanlar sadece sözlerini bir dilden diğer dile çevirdiği teknik adamların maaşlarıyla karşılaştırınca bizdeki madenci maaşları kadar kalan tercüman maaşıyla futbol hayatına atılan bir Portekizli... Seyit misali yavaş yavaş ama sağlam adımlarla ilerliyor, önce 2003'te UEFA Kupası'nı alıyor, sonra 2004'te yine Porto'yla Şampiyonlar Ligi'ni... 6 yıl gibi göreceli kısa bir süre sonra da Inter'in yıllar süren Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu hasretini bitiriyor.



Mourinho, bir zamanlar kapıcısı misali olduğu 'Avrupa futbol gökdeleni'nin artık tek sahibi... Hatta bir dahaki sezon da Real Madrid'e gideceğini düşünürsek, karşı sokaktaki tüm gökdelenleri de almaya yeminli gibi!


Düşünüyorum da mesela Fenerbahçe'deki Portekizce ustası Samet ya da Trabzonspor'un süper tercümanı Halil bir gün Mourinho olabilirler mi? Keşke olabilseler, bence her ikisinin de 'Hayret, Barcelona 25 metrede oynuyor' diyen sözde futbol alimlerinden çok daha fazla şansları var... Yolları açık olsun!

7 Mayıs 2010 Cuma

KÜÇÜK ŞİFO MEHMET KARDEŞİME


Senin yerine pekâlâ ben de kozasından yeni çıkmış kelebek misali o yaşta hayata gözlerimi yumabilirdim kardeşim… Aslında dün senin yerine ben gitseydim de sen bu dünyada kalsaydın keşke!
Ne de olsa “son gönül adamı” Süleyman Seba’nın başkanlığını, özkaynak dehası Serpil Hamdi Tüzün’ün altyapı devrimini, siyah-beyaz rüyaların en güzelini yeniden başlatan Ziya-Gökhan-Rıza’yı, o rüyayı olabilecek en güzel gerçeğe dönüştüren Metin-Ali-Feyyaz’ı, siyah-beyaz savunma şaheseri Recep Çetin’i, Liverpool maçındaki İnönü tribünlerini ve daha nice ölümsüz siyah-beyaz değeri doya doya yaşama mutluluğuna erişmiş şanslı bir çocuğum ben!
“Abi sen 32 yaşındasın, ne çocuğu!” deme bana Mehmet, futbol hiç büyümek istemeyen çocukların en güzel oyunu. Bazıları ısrarla çirkinleştirmek için elinden geleni yapsa da, biz taraftarı müşteriye indirgemeye çalışsa da bizzat büyümeyi inatla reddettiğimiz için hayatımız bazen o meşin yuvarlağın içinde gizlenmiş büyülü dünyadan ibaret sadece.
Valdano’nun dediği gibi futbol yaşadığımız hayatın metaforu Mehmet. Hayat nasıl seni bu gencecik yaşında aramızdan alacak kadar acımasız olabiliyorsa, inan onun metaforu olan futbol da öyle… Yine de Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler”inin son sayfasında yazdığı gibi “Bir anı bile tüm bir ömre değer bazen”
Sen ki en azından o çok sevdiğin İbrahim Toraman’la beraber İnönü’ye çıkma anında “Tüm rüyalarım gerçek oldu” deyip dünyanın en mutlu çocuğu oldun, hastalığın yüzünden her şeyi unutup Beşiktaş’ı hiç unutmadın ya, farkında olmadan bize çok büyük ders verdin paşam: Bundan böyle Beşiktaş, Beşiktaş gibi olsun; bir de Rıdvan’ların ayağı kırılmasın yeter de artar bana!
Gel de üstümü ört, yazın ilk günü çok üşüdüm be Luce!