16 Aralık 2008 Salı

BUSH 0: - MARADONA: 5



Diego Armando Maradona adı geçtiğinde onun düşmanı, kendini bilmez bir avuç insan taklidi dahil herkes o anda ayağa kalkıp ellerini kalplerine götürmeli: “Şükürler olsun, onunla aynı dünyada yaşadık!” Onu oynadığı zamanlarda seyretmenin eşsiz şansına sahip olmuş olanlar daha da ileri gitmeliler, ellerini Tanrı’nın elleri gibi açıp dua etmeliler: “Lütfen daha çok Maradona, daha çok futbol, yani daha çok mucize!”

İcabında oyun kuralları değiştirilmeli: Basketboldaki gibi futbolda da antrenörler istediği kadar oyuncuyu istediği kadar değiştirmeli… Yine de Maradona daha fazla yorulmamalı, sadece bir frikik, bir korner ya da sadece bir dakikalığına topu sürmesi ve neticeyi değiştirmesi için sahaya dönmeli… Bugün can çekişen ve bizlere futbol diye yutturulmaya çalışılan danışıklı dövüşün yerine futbolun İsa’sı, Che Guevera’sı sahaya dönmeli ve futbola ihtişamını, çocuksuluğunu, büyüsünü, cennetselliğini, itibarını iade etmeli!

Kesinlikle abartmıyorum, hatta az bile bu yazdıklarım: Hz İsa, Hz Muhammed, Che Guevera nasıl bu dünyayı düzeltmesi için Tanrı tarafından aramıza gönderildiyse, o sol ayak da bizzat Tanrı’nın kendisi tarafından vaftiz edilerek, kutsanarak aramıza yollanmıştır. Bunda tereddüt edenler sadece 1986 Dünya Kupası’nda 5 maçta, 5 gol, 5 asist ve en az 555 büyülü bilek hareketini izlesinler sadece! Gördüklerine inanamayanlar ise Eric Cantona’ya kulak versin: “Müzikte Mozart, şiirde Rimbaud ne ise Maradona da futbol için odur”

O 1986 yazında İngiltere’ye attığı, şimdilerde “Asrın Golü” olarak kutsanan, Messi’de reenkarne edilmeye çalışılan o anda, Maradona hariç tüm dünya aynı anda ayağa kalkıp gözlerini ovuşturmuş “Olamaz, imkansız” demişti… Onu en iyi tanıma ayrıcalığına sahip Valdano bile pozisyonun başlangıcında Maradona’nın arkasından koşmuş sonra bir anda “İyi de böyle bir filmde, peygamberin yanında başka bir role daha ihtiyaç yok ki” diyerek durmuş ve o ana en yakından tanıklık etmenin eşsiz hazzını yaşamıştı. Ama Maradona zaten yıllardır neredeyse her gün o asrın golünü atıyordu bizzat kendisinin de otobiyografisinde defalarca tekrarladığı gibi… İşte o anda elektriğin, televizyonun ne kadar da büyük icatlar olduğuna tanıklık ettik sadece… Bizlerle o anı paylaştığı için… Sanayi devrimi artık tamamlanmış, Tanrı’yı bile televizyonda görmüştük!

1960 yılında, en az İsa’nın dünyaya geldiği yer kadar dünya nimetlerinden fazlasıyla yoksun bir yerde, öteki Arjantin’de dünyaya geldiğinde, Tanrı bile o anda bir Havana purosu yakmış, gökyüzüne yaslanıp yarattığı en büyük sanat eserini eşsiz bir keyifle seyretmeye başlamıştı… O sabah başta Arjantin olmak üzere tüm dünyayı kaplayan bulutlar, o puronun ardında bıraktığı dumanlardan başka bir şey değildi… Tanrı herkesi suyu örnek alarak yaratmış, hayat isimli şişenin biçimlerine sokmuştu… Ama Maradona’yı yaratırken örnek aldığı su, tüm okyanusların en derinlerindeki en kutsal sulardan bile daha kutsal olmalıydı ki Maradona hayatı boyunca hiçbir yerde hiçbir şişeye sığmadı, bazen taştı, buharlaştı ama hep o bulutlara karışarak yine yağdı…

Daha 12 yaşındayken, futbolun kurtarıcısı, İsa’sı olduğu ertesi gün yeniden güneş doğacağı kadar aşikardı. Yaşı A Takım’da oynamak için tutmadığı için sadece genç Takımı Küçük Soğanların formasını giydiği Argentinos Juniors takımının maçlarının devre aralarında top sektirmeye çıktığında babası yaşındaki binlerce adam ayağa kalkıyor, Eva Peron’u alkışlıyormuş gibi avuçlarının içi patlayıncaya kadar alkışlıyor, 2. devre hiç başlamasın, o bücür büyücü sahadan hiç çıkmasın istiyorlardı.



Ailesi onca zorluğa rağmen, sanki Tanrı onlara bir gece oğullarının futbolun İsa’sı, Marx’ı olduğu sırrını açıklamış ve ona göre hareket etmelerini tembihlemiş gibiydi. Tarih boyunca Arjantin’in hayatını karartan Amerikan memuru cuntacı generaller ülkeyi uçsuz bucaksız bir mezarlık ve işkencehaneye dönüştürürken halka sadece açlık sınırının biraz üstünde debelenmek düşmüştü yine. Ama Maradona’nın ailesi, Tanrı tarafından seçilmiş 4. çocukları için sabahın dördünde yollara düşüyor, en ağır şartlarda en sağlıksız fabrikalarda dört kişilik çalışıyorlardı. Kokain pisliğine ruhunu kaptırana kadar neredeyse yeşil sahaların en güçlü bacakları sahip olan Maradona’yı sanki o halkın hakkını çalan generallerin çocukları gibi her gün etle büyütmüşlerdi. Herkesin babası babaydı, hepsi de birer kahramandı oğulların yüreklerinde ama o baba bambaşkaydı: Yine bir sabahın dördünde yollara düştüğünde gazetelerin taşra baskısında oğlunun resmini görmüş, o gazeteden 11 tane alıp, fabrikanın duvarlarına rüyalarının Arjantin Milli Takımı’nı yapıştırmıştı.

“16 yaşında profesyonel olan futbol dahisi…” Boyu hep 16 hatta devre arasında top sektirdiği 12 yaşında çocuklarınki kadar kalacaktı… Ama nasıl 12 yaşında bir futbol dahisi ise 34 yaşında doping yüzünden çarmıha gerilmeden hemen önce de aynı dahi olarak kaldı. 1976-81 yılları arasında formasını giydiği Argentinos Juniors’ta o güne kadarki tüm rekorları kırmıştı: “İstatistikleri tutulmadı ama ben o 5 yılda Pele’nin hayatı boyunca attığından daha çok gol attım.”

İlk kez o her zaman çocuk kalan gözlerden yaşlar 1978 yılında boşalırken, o gün döktüğü en dalgalı okyanuslar kadar hiddetli gözyaşları buharlaşacak, hırs, azim ve inanç olarak başta sol ayağı olmak üzere ruhu ve vücudunun her zerresine kadar yayılacak, onu daha da Maradona yapacaktı. Arjantin Milli Takımı antrenörü Menotti, onu Arjantin’de düzenlenen 1978 Dünya Kupası kadrosuna almamıştı. Aynı yıl düzenlenen Dünya Gençler Şampiyonası’nda Arjantin’i şampiyonluğa taşıyacak, bunu fırsat bilip kendisi ve takım arkadaşlarının askerlikten muaf tutulması için tek başına askerlik şubesine gidecekti. Üst üste kazandığı iki zaferle havalara uçarken aslında çoktan Tanrı tarafından senaryosu yazılmış kader, onun ölümsüzlüğüne ölümsüzlük katmaktan başka bir şey yapmadı aslında. İyi ki de 1978 Dünya Kupası’nda Arjantin formasını giymemiş, en az bizimkiler kadar cani ve insanlıktan nasibini almamış cuntacıların kendilerine yonttukları şaibeli futbol başarısında adı geçmemişti. Zaten finaldeki rakipleri Hollanda’nın futbol peygamberi Cruyff “Ben insanların işkenceden geçirildiği, kafalarına taşlarla vurularak öldürüldüğü kanlı sahalarda oynamam” diyerek 1978 Dünya Kupası’na katılmamıştı. Cruyff böyle yaparken kader Maradona’nın o kanlı kupada oynamasına razı olmamıştı.

Bambaşka şeyler olacaktı, Mayıs 1980’de Arjantin, Londra’da İngiltere ile kapışmış, Maradona bir pozisyonda 6 İngiliz’i geçmiş ama kaleciyi de çalımlamaya kalkınca asrın golü 6 sene gecikmişti. Hiçbir şey tesadüf değildi, Tanrı her anı en ince ayrıntısına kadar hesaplamış, olabilecek en güzel filmi bizlere seyrettiriyordu: Önce İngiltere’nin Falkland Adaları’na saldırıp Arjantin’le savaşması sonra da o anda Maradona’nın kafası gibi gözüken Tanrı’nın elinin tersini suratlarında hissetmesi gerekiyordu!

Daha neler neler olacaktı, artık o dünyanın en güzel babası sabah 4’te yollara düşmek zorunda değildi, sadece bir sabah erkenden oğlunun küçüklükten beri çok istediği Amerika’daki Disneyland’a gitmek için sabahın 4’ünde yola çıkacaklardı özel bir jetle… 4 yılda Buenos Aires’in en fakir mahallesi Fiorito’dan Disneyland’a… Ama daha da güzeli dönüşte küçüklük aşkı Boca Juniors’a…



Yıllar sonra 2006 yılında Maradona’yı tüm dünya bir kez daha Boca Juniors’un futbol tapınağı Bombonera’da görecektik: Kendisine tahsis edilmiş balkonda, her golde Che Guevera dövmeli kolunu gökyüzüne kaldırıyor, “Ben buranın emekli Tanrı’sıyım” diye bağırıyordu. Bonservisine ödenen 1 Milyon Pound, Maradona tarihinde sadece küçücük bir ayrıntıdan, bir virgülden ibaretti. Onun, cuntacı zihniyet tarafından gübre pislikleri anlamına gelen “Bostero” olarak nitelendirildiği Boca’ya transfer olması olayının dinler tarihindeki eşdeğeri Hz Muhammed’in Hicreti’ydi. Evde herkes, daha babanın sabah 4’te işe gittiği günlerden Disneyland’a gidilen günlere kadar hep Boca’yı tutmuştu. Boca onlar için cuntacıların yağmalayamadığı tek sığınakları, ruhları, kalpleriydi. River Plate defalarca ve ısrarla Maradona’ya dünyaları teklif etmişti ama babanın bir gece gördüğü rüyada olduğu gibi Maradona hiç düşünmeden dünyevi zenginlik yerine sınırsız zenginliği, kendi küçük cenneti Boca’yı tercih edecekti. River’lılara ise ilk kez Boca forması giyen bir oyuncuyu sevecek olmanın ayrıcalığı bahşedilecekti. Yine de parayla her şeyi satın alabileceklerini zanneden cuntacıların desteklediği River’ın yöneticileri onu Inter-Milan maçını izlemek bahanesi ile stada çağıracaklar ve akılları sıra onu kandıracaklardı! Maradona o gün kanmamakla kalmadı, birkaç yönetici onu tahrik etmek için “Burada ne işin var Bostero!” diye bağırdıklarında yanında Claudia olduğu için daha da fazla sinirlenen Maradona onlara Allah ne verdiyse girişti. Birkaçının suratını kan gölüne çevirdikten sonra avazı çıktığı kadar haykırdı: “Asla ve asla hiçbir zaman bu kulüpte oynamayacağım!” Neyse ki Boca parası olmasa da toplam 1 Milyon Pound değerindeki 6 oyuncusunu Argentinos’a verecek ve futbolun Che’si, futbolun Küba’sına kavuşacaktı.

Her gün 200 kişiye imza vermesi, sol baldırındaki bir türlü kesilmeyen acı, 6 oyuncu yerine gelmiş olmanın yarattığı baskı; hepsi de Maradona tarihinde sadece virgüllerden ibaretti. Boca formasıyla oynadığı maçların neredeyse tümünde golleri atacak, 90 dakika neyi varsa fazlasıyla o aşık olduğu taraftara verecekti. River’a karşı ilk maçında o güne kadar dünyanın en büyük derbisini sadece bir kez –o da kale arkasından- seyredebilen babasını tribünlerde gördüğü an, o güne kadarki hayatı gözünün önünden geçmişti: Sefalet içinde geçen gerçek dünyasına karşı futbol topunun içindeki büyülü dünyaya sıkı sıkıya sarılıp kendisini adeta sırtında taşıyan babasını buralara kadar getirmesi… İşte asıl hayatı o gün o Süperclasico’nun başlama düdüğüyle başlayacaktı. O en az babası kadar muhteşem taraftarlara layık olmak yetmezdi, o gün orada babasını örnek almalı, onun gibi herkesten önce yollara koyulup 11 kişilik çalışmalıydı. O gün Boca, River’ı 3-0’la perişan ederken El Diego bir atmış, iki tane de attırmıştı. O neredeyse dünyanın en büyük tapınağında televizyondan en fazla bir nokta kadar gözüken babasını taa santradan görecek, onla beraber hüngür hüngür ağlayacaktı.

1982 Dünya Kupası’na kadar devam eden bu aşkın da bir sonu olacaktı her efsane aşk gibi… Peki Maradona, Boca’ya bu kadar aşıktı da neden ayrıldı diyeceksiniz? Aslında kimse kimseden ayrılmadı, Maradona hep Boca kaldı, Boca da Maradona… Sadece Maradona, 1978’deki gibi bir kez daha ağlayacak, 1982 Dünya Kupası’nda Boca’nın maçları biter bitmez geldiği İspanya’da her ne kadar turnuvanın en iyi oyuncusu olarak gösterilse de o artık başkalarını mutlu etme makinesi olmak istemiyordu. Kendisini geliştirmeliydi, Arjantin şampiyon olmalıydı… Boca’yı tek başına sırtında taşıyor, herkesi mutlu ediyor ama artık bir noktadan sonra kendisini hiç mutlu hissetmiyordu. Arjantin şampiyon olamamış, Maradona hırsının kurbanı olmuş, yediği yüzlerce tekmeden birini kendisine tekme atan yüzlerce futbolcudan birine atınca 1982 Dünya Kupası’nı gözyaşlarının selinde kırmızı kartla oyundan atıldığı kenardan izlemek zorunda kalmıştı.

Futbolun Che Guevera’sı olmak siyasetin Che Guevera’sı olmaktan da zordu aslında. Che, yoldaşları onu hayal kırıklığına uğrattığında o kendisine başka yoldaşlar bulup Bolivya dağlarına sığınmıştı. Ama Maradona, nereye kaçabilirdi ki? Aslında en başta, kağıt üzerinde kaçmasına hiç gerek yoktu… Ne de olsa Barcelona, İspanya’nın Boca’sıydı. Nou Camp, Avrupa’nın en büyük futbol tapınağıydı, Barça taraftarlarının vefada, coşkuda, delilikte Boca’lılardan hiçbir farkı yoktu. Ama kâğıdın dışarıdan gözükmeyen kısmı bambaşkaydı: Parası ile adeta Barcelona içinde derin bir Barcelona kuran, bir derebeyi gibi başta medya olmak üzere tüm iktidar araçlarında kök salan Nunez’e göre Nunez’den daha büyük kimse yoktu. Maradona’ya ödediği 6.8 Milyon Dolar’lık rekor ücretten sonra artık sadece Barselona şehrinin değil, İspanya’nın, Avrupa’nın sayılı derebeylerindendi. Barça ruhuna ve tarihine son derece ters olan Avrupa futbolunda G-8 fikrinin en büyük destekçisi olan Nunez ile Maradona ilk günden itibaren asla anlaşamadı, anlaşamazdı da…

Önce hayatının en korkunç haberini duydu El Diego: Hepatit olmuştu… Nunez de oyuncusuna destek olacağına Barça’nın kazanamadığı maçlardan sonra Maradona’nın gece hayatı ve kadınlarla ilişkileri yüzünden hepatit kaptığını öne sürüyordu. Yine de bu Lattek isimli o zamanlar “dahi” olarak nitelendirilen şimdilerde ise Almanya 4. Ligi’nde kondisyoner olarak iş bulamayacak eski kafalı Alman antrenörün yaptıklarının yanında hiçbir şeydi. Futbolu fizik kondisyondan ibaret zanneden ve oyuncularına birer cansız satranç piyonu muamelesi yapan bu adam, Maradona’nın ilk sezonunda El Diego’ya rağmen Barça’ya tarihinin en kötü futbolunu oynattı. Zaten o yıllarda İspanya’daki futbol, İtalya’nın hiç hak etmediği 1982 Dünya Kupası’nı kazanmasından sonra İtalyan Ligi’ne benzemişti: Maçların çoğu tekme tokat, adam adama markaj çirkinliği ve savunma ağırlıklı taktiklerle geçiyordu. Ama Barça, İspanya’nın Boca’sıydı ve diğerleri nasıl oynarsa oynasın, Barça Barça gibi oynamalıydı.

Ama bunu Lattek’e anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha da zordu. Başta Maradona ve Schuster olmak üzere koskoca futbol tanrılarını her gün iki yanlarında 8’er kiloluk sağlık topları ile koşturmayı antrenman zanneden bu güzel futbol ruhundan bihaber adam, Maradona’nın hayatını cehenneme çevirdi. Maradona, maç sabahları geç saatlere kadar uyumanın faydasını defalarca görmüşken, Lattek sabahın 8’inde, Maradona’nın kapısını çalıyor, sabah kondisyonu için onu saatlerce yürütmek istiyordu. Bir gün El Diego “Hayır, ben yatacağım, çünkü 5 saat sonra Real Madrid ile oynayacağız” dedi. Lattek, Nazi kafası ile “Patron benim, ne dersem yapacaksın” cevabını verdiğinde, Diego kapıyı suratına kapadı ve uyudu…

Bu olaydan sonra Nunez küplere binmiş olsa da inşaatçılık, medya maymunluğu, politik yalakalık gibi hiç çalışmadan kesesini tomarca altınla doldurduğu hayatından vazgeçemeyeceği için Arjantin’den Menotti’yi getirtti. Arjantinli kurt hocayı tabii ki El Diego istemişti. Tepeden tırnağa da haklıydı. Real derbisinden önce önemli maç olduğu için kendilerine 20 kiloluk sağlık topları taşıtan Lattek’ten sonra Menotti büyük bir futbol dahisi olarak algılanacaktı. Maradona’nın kendi sözleriyle “tarihin en güzel Barcelona’sı” olarak nitelediği o takım Kral Kupası’nı kazanacaktı.

Yine de tüm bu başarılar, Nunez-Maradona savaşını sadece bir süreliğine soğuk savaşa dönüştürmeye yetti. Ama her iki taraf da en ateşli silahlarıyla pusuya yatmıştı. Breitner’in jübilesinde oynamak isteyen El Diego, Nunez pasaportunu vermeyince, Schuster ile beraber Barça’nın kupalarla dolu müzesini bastı. Pasaportu hemen kendisine teslim edilmezse kupaları tek tek kıracağı tehdidine önce aldırmadılar, sonra bir Kral Kupası Maradona’nın ellerinde tuzla buz olunca hemen pasaport geldi. Ama Maradona yine de gidemedi çünkü Nunez havayollarını bloke ettirmişti.

24 Eylül 1983 günü yaşanalar ise futbolun İsa’sının ilk çarmıha gerilişiydi ve artık Barça ile El Diego arasına en büyük kara kedi girecekti. O gün, Barça Bilbao’yu adeta eziyordu. Maç 3-0 devam ediyordu. Ama Maradona’yı her türlü tekme ve dirseği denemesine rağmen bir türlü durduramayan Goikoetxea için maçın kalanında Maradona’yı ne şekilde olursa olsun en azından bir kez durdurmak hayat memat meselesiydi. O anı şöyle hatırlayacaktı Maradona: “Bak Goiko, dalga geçmek için demiyorum kesinlikle ama maç 3-0 ve bitmesine çok az var, ikimiz de bu işten ekmek yiyoruz, yapma lütfen… Ama beni dinlemedi katil balta ve bacağıma bir oduna vurur gibi olabilecek en sert şekilde vurdu. Sadece bir odunun kırılma sesini duydum, sonra gözlerim karardı. Uyandığımda hastanedeydim, 2 saatlik bir ameliyat olacaktım”

O bacak, bir şekilde kaynadı, Barça taraftarları Goikoetxea’ya dava bile açtılar, ama o yıllar öyleydi işte… Bir tarafta futbol oynamaya çalışanlar, diğer tarafta da oynatmamak için tomarla para alanlar… Acı, çok acı bir andı… O gün, o 12 yaşında top cambazlığı yaparak milyonları büyüleyen çocuk en derin yerinden yaralandı ve profesyonel bir yıldızın pusudaki gözyaşlarına saklandı, bir daha 1990 ve 1994 Dünya Kupaları’nda tekrar ortaya çıkana kadar… Maradona artık kokainmandı… Yetişkinler dünyasının en büyük salgınına en kötü, en acı kıskacına içindeki küçük çocuğu kaptırmış, bambaşka bir hayata doğru sürükleniyordu. Bunu fırsat bilen, üstelik kendisi bir Katalan bile olmayan sadece para üzerinden para kazanmak için yaşayan Nunez, Aziz Jordi, Picasso ve oğluna şehrin azizinin adını veren Cruyff’tan sonra gelen en büyük peygamberi, El Diego’yu o güzeller güzeli şehrin vicdanında çarmıha gerdi. Son olarak Bibao ile oynanan Kral Kupası maçında çıkan kavgada tüm sinirini o anda Nunez’leştirdiği rakiplerine boşaltan El Diego son anda Joan Gaspart’ın elinde boş mukavele ile yanına gelmesine rağmen hayatının sonuna dek Barcelona’yı terk etti.
1982-84 yılları arasında Maradona, Barça forması ile 58 maçta 38 gol atmış ama Barcelona sadece bir Kral Kupası kazanabilmişti… İsterseniz siz karar verin suç kimde? Şunu da eklemek gerek siz karar vermeden: Aynı Nunez, Romario, Stoichkov ve Rivaldo’ya da aynı muameleyi yapacaktı ilerleyen yıllarda…

Sayılı futbol katillerinden Goikoetxea’nın kırdığı o ayağın 14 hafta sonra sahalarda olması nasıl bir mucize ise, Maradona’nın İtalya’nın kalanı tarafından İtalya’ya dahil olarak görülmeyen Napoli’ye transferi de eşsiz bir mucizedir. Bu aynı zamanda Maradona’nın hayatının geri kalanında daha da İsa’laşmasının ve sonunda en acımasız şekilde çarmıha gerilmesinin de miladıdır. O andan itibaren Kuzey İtalyalıların, sahaya çıktıklarında aşağılamak için “İtalya’ya hoş geldin pis Napoli… Al sana sabun, yıkan da buraları fazla kirletme” diye avazları çıktığı kadar bağırarak sabun fırlattıkları, kümede kaldığı zaman şampiyon olmuş gibi sevinen Napoli Maradona, Maradona da Napoli’dir…

Napoli tarihinde sadece iki kez 1987 ve 1990 yıllarında Maradona ile şampiyon olacak, 1987’de şampiyonluk yetmezmiş gibi İtalya Kupası’nı da alacak, 1990’da İtalya Süper Kupası ve 1989’da UEFA Kupası kazanılırken tek başına bücür bir Arjantinli bütün o kara para aklamaya dayalı Kuzey İtalya futbolunu tek başına alt edecekti. Maradona’nın İtalya’da oynadığı yıllarda, süper bücür ülkenin en fakir kısmı Güney İtalya’da ne kadar delicesine seviliyorsa, parası ile rezil olan ve her sene süper bücürü kendi renklerine transfer etmek isteyen kuzey tarafında da o kadar nefret ediliyordu. 1990 Dünya Kupası’nda Maradona ve Arjantin’e yapılanlar, 1994 yılında FIFA’nın başrolde olduğu şaibeli doping skandalı… Hepsinin de altında Maradona-Kuzey İtalya Futbol Baronları savaşı yatıyor…

Napoli’den sonra Avrupa’da sadece bir sezonluğuna Sevilla formasını giyen El Diego, 1997’de profesyonel futbol yaşamına nokta koyana kadar Arjantin’de futbol oynamaya devam etti. 35 yaşında geri döndüğü Boca’da 31 maçta 7 gole imza atarken hala 12 yaşındaki kadar büyük bir futbol dâhisiydi. Ama Napoli forması ile yaşadıkları, bize yaşattıklarının yanında Boca Juniors bile Hazreti Maradona tarihinde sadece bir parantezden ibaret kalır.

İtalya’ya ilk geldiğinde Juventus başkanı “Bu fizikte bir adamdan futbolcu değil olsa olsa sirk cambazı olur” demişti. Milanlılar için Barça’da bile başarılı olamayan bir adam onların formasını asla giyemezdi en başta… Sonradan Berlusconi, Maradona’yı Milanlı yapmak için bütün servetini ayaklarının altına serecekti. Juve başkanı ise “Onun yanında Platini’nin bile esamesi okunmaz” deyip kendi renklerine katmak için Juve tarihinin en büyük futbolcusuna bile saygısızlık yapacaktı. Sonraları kendi takımlarına gelmediği için Maradona’yı durdurmak için her şeyi yaptılar, denediler. Kokain bağımlılığının üzerine gittiler, İtalya’nın en seçkin torbacılarını, uyuşturucu kaçakçılarını yollayarak en “seçkin” zehirleri ona sundular. Sonunda 15 ay ceza verdirmeyi başardılar. O zaman onu durdurmayı başarmış mı oldular? Allah aşkına söylesenize o adamların herhangi birinin adını hatırlayan var mı? Ya da 1984-1991 yılları arasında futbol denince, Maradona’dan önce aklınıza gelen herhangi bir isim var mı? Her şeyi bir yana bırakın, 1990 Dünya Kupası’nda Napoli’de oynanan İtalya-Arjantin yarı final maçında, Napoliler kimi desteklediler? Dünyanın başka bir zamanında, başka bir ülkesinde, hatta gezegenin herhangi bir noktasında kendi ülkesinin milli takımı yerine sadece bir oyuncularına hissettikleri şükran ve sevgiye sebep rakibi destekleyen başka bir halk var mıdır? Hala Hazreti Maradona’nın Napoli’den ayrılmasının üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen, Napoli Maradona demektir.

Napoli dahil olmak üzere Maradona’nın tüm kulüp kariyerleri her zaman, onun adını kullanarak kapitalizmin en adi pazarlama yöntemleriyle onun sırtından para kazanmak isteyen parazitler tarafından gölgelenmiştir. Çünkü Maradona, futbola her zaman o 12 yaşındaki hali gibi bakmış, sakatlık, küçük maç-büyük maç ayrımı yapmadan yeşil çimlere ayağını bastığı andan itibaren biz futbol dilencilerini biraz olsun mutlu edecek mucizeler yaratmak için her zaman her şeyini ortaya koymuştur. Ama her şey bir yana, bir tek ekstra kuruş almadan formasını giydiği Arjantin ile yarattığı mucizeler bu dünyanın son gününe kadar kulaktan kulağa anlatılacak ve futbol asla onun Arjantin formasını giydiği günlerdeki kadar güzel olmayacak.

16 yaşında ilk kez formasını giydiği Arjantin forması ile toplam 4 Dünya Kupası’nda onu izlemenin tarifsiz zevkine ulaşan bizler çok da iyi biliriz ki Maradona olmasa asla Arjantin’i tutmazdık, ondan sonra da asla Arjantin’i bu kadar sevmedik, sevmeyeceğiz.
1982 Dünya Kupası’nda Maradona’ya rağmen Arjantin başarılı yani şampiyon olamadıysa bu tamamen bir önceki Dünya Kupası’nda olup bitenle açıklanabilir. Eğer 1978 Dünya Kupası’nda Arjantinli cuntacılar ülkelerinin 2. tur grubundan çıkması için Peru’yu milyon dolarlar karşılığı satın alıp maçın olmayacak bir farkla (6-0) bitmesini sağlamasalardı, tıpkı 1982’deki gibi Arjantin elenip gidecekti.

1986’da kazanılan şampiyonlukta Maradona saha içinde kuşkusuz Dünya Kupaları tarihinin gelmiş geçmiş en iyi oyuncusuydu. Ancak fazla gün ışığına çıkmamış olan saha dışındaki rolü kupanın kazanılmasında fazlasıyla etkili olmuştu. O güne kadar hep cuntacıların adamı olmuş, su katılmamış faşist Passarella’nın hazırlık kampı esnasında arkasındaki yoğun desteğe rağmen saf dışı bırakılması Arjantin’in Maradona’nın etrafında toplanarak gerçek bir takım olmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Daha sonraki yıllarda yine arkasındaki karanlık güçleri kullanarak bir şekilde Arjantin’e antrenör olmayı başaran Passarella’nın “Bu kutsal formayı hippilerin, uzun saçlı, küpeli karı kılıklı heriflerin giymesine izin vermeyeceğim” diyerek Arjantin’e yaşattığı hayal kırıklıkları, hezimetler zaten Arjantin’de futbolun Maradona öncesi (MÖ) ve Maradona sonrası (MS) olarak ikiye ayrılışını en güzel özetleyen olay.

Gelelim 1986 Dünya Kupası’nın en tartışmalı anına… Maradona, “Tanrı’nın eli” ile İngiltere’ye ilk golünü attığında başta İngiltere olmak üzere tüm Avrupa onu sahtekarlıkla suçlamıştı. O gün Maradona’yı kınayan Lineker, aynı şekilde eliyle iki kez gol atacak ikisinde de golü kafası ile atmış gibi sevinecekti. Bunları bir yana bırakalım, o yıllarda İngiliz ordusunun Falkland Adaları’nda yaptığı her gün elle gol atmak değilse neydi ki? Orada, Maradona’nın tanrılaşan eli, hakemin bir anda körleşen gözleri sadece kaderin son derece anlamlı bir oyunuydu. Ayrıca “Tanrı’nın Eli”nden sonra koskoca Fenwick’lerin, Reid’ların, Hoddle’ların “Asrın Golü”nde düştükleri durumdan sonra bence kimse hiç ağzını açmamalı bile. “Tanrı’nın Eli”yle kadere atılan tokat uzun asırlar boyunca ders alınması gereken bir fenomen. Futbol asla sadece futbol olmadı ve İran Amerika’yı, Filistin İsrail’i sadece yeşil sahalarda yenebilir… Çünkü Hazreti Maradona’nın “Tanrı’nın Eli” mucizesi bunu bir defa gösterdi işte…

1990 Dünya Kupası’na gelirsek… En baştan kabul etmek lazım, Maradona olmasa o takım ilk turda gruptan bile çıkamazdı. 1990 gelmiş geçmiş en sıkıcı, en futbol fakiri Dünya Kupası’ydı… Bunun en önemli nedenlerinden birisi de Maradona’nın başta sol ayak bileği ve kalçasından olmak üzere ağır bir şekilde sakat olmasıydı. Maradona’nın yerine bir başkası olsa kupaya bile katılmaz, kulüp kariyerinde kazanacağı milyarları riske atmazdı. Ama Hazreti Maradona için, İtalya 90 hayatının özeti gibiydi. Ve o bu hayatı yaşamalıydı. Sadece Napoli’de Napolililerin de desteği ile İtalya’da İtalya’yı elediği için kulüp kariyeri mahvoldu. Maradona kokaine taa Barça yıllarında başlamıştı. Başta İtalyan futbol federasyonu başkanı olmak üzere herkes de bunu biliyordu. Ama İtalya’yı hem de Napoli’de yendiği için çarmıha gerildi. Final maçındaki gözyaşları, sadece Napoli’nin fakir mahallerinde patlak topundan başka bir şeyi olmayan çocukların değil, dünyadaki tüm fakir çocukların gözyaşlarıydı. Hayatı onlardan çalmışlardı, hem de gözlerinin önünde gözlerinin içine baka baka… Almanya’ya kupayı getiren penaltı ne kadar penaltıysa, dünya da 1990 yılında o kadar eşit, adil bir dünyaydı! Bush ne kadar barış yanlısı ise, Bülent Ersoy ne kadar erkekse o penaltı da o kadar penaltıydı!

1994 Dünya Kupası’nda “sözde” doping skandalından sonra ihracının ardındaki gerçekler asla aydınlanmayacak. Maradona’nın kendisi Amerika’da yasal olan bir enerji içeceği aldığını iddia ediyor. Bazıları FIFA’nın kupanın daha çok para kazandırması için Maradona ile anlaştıklarına ve doping kullanmasına izin verdiklerini ileri sürüyor. Bence hiçbiri önemli değil, rahmetli İslam Çupi’nin yazdığı cümle öylesine güzel ki: “O gün Maradona doping almış olabilir ama bu sadece büyük bir ustanın kendisine tapan milyarlarca insana layık olabilme çabasından başka bir şey değildir” Benim üzerine ekleyecek tek bir sözüm var, eğer Maradona o gün dopingliyse neden gönüllü olarak doping testine gitti? Gerçek her neyse, o gün Maradona’nın bacaklarını, biz futbol dilencilerinin de yüreklerini paslı bıçaklarla kestiler… Bir daha futbol asla o kadar güzel olmadı… İsterseniz Bangladeş’in Dakka şehrinde sokaklara dökülen 20.000 insana sorun: “Maradona’nın oynamasına izin verilmezse Dakka’yı yakarız!”

Bütün bunlar Maradona ile karşılaştırılabilecek ender isimlerden Pele’nin başına hiç gelmedi. Çünkü Pele hep, herkese gülücükler dağıttı, rolünü çok iyi oynadı, her devirde herkesin adamı oldu. Ama işte Roberto Carlos’un da açıkça söylediği gibi: “Maradona’nın yanında hiçbir futbolcunun adı bile geçemez”

Futbolu bıraktıktan sonraki sağlık sorunları, azgın ve yüzsüz medyanın kendisine hiç rahat vermemesi hepimizi çok üzdü şüphesiz. Ama şimdilerde futbolun emekli Tanrısı o 12 yaşında top sektirdiği zamanlardaki gibi mutlu gözüküyor en azından. Bir kolunda Che dövmesi Fidel Castro ile karşılıklı top sektiriyor… Güney Amerika’yı birleştirmeye çalışan Chavez’in en yakın arkadaşlarından birisi… Arjantin halkı ile beraber sokaklarda Bush’u protesto ediyor… Ve kendisine bahşedilen Tanrı’nın Eli’ni dünyanın daha güzel bir yer olması için kullanıyor… Bir zamanlar ki Allah’a binlerce kez şükürler olsun, ben o “bir zamanlar”ın hepsini gözlerimle gördüm, yeşil sahalarda futbolun İsa’sı olarak tüm dünyanın ruhunu aydınlattığı gibi, şimdi de aydınlatmaya devam ediyor… Meşin yuvarlak onun kadar kimseyi sevmemişti, şimdi de dünya kimseyi onun kadar sevmemeye devam ediyor… Onun adına kurulan Maradona Kilisesi güzel ama aslında biz futbol dilencilerinin yüreklerindeki tapınaklardan daha büyük yerinde zaten sonsuza kadar yaşanmayacak mı?