30 Mayıs 2009 Cumartesi

FourFourTwo Haziran 2009


Yine tam hayal ettiğim gibi dopdolu bir sayı oldu cidden. Tirajların neticelerin ötesinde haticenin fazlasıyla hakkının verildiği, bayide görünce insanın tüm emeklerine değdiğini hissettirdiği bir sayı.
Öncelikle uzun zamandır çok severek, beğenerek okuduğum blogcu kardeşlerimizden Le Foot İbrahim Dalkılıç ve Mağusa Glasgow'dan Deniz'in konuk yazar olarak yer almalarından dolayı duyduğum mutluluğun altını çizmek istiyorum. Bu Kıbrıslı iki futbol havarisinden İbrahim en büyük uzmanlarından birisi olduğu Fransa Ligi'ne dair "Saltanatın Çöküşü, Lyon vs Marsilya + Bordeaux" ile yer aldı. Sevgili Deniz ise bu ay Glasgow'dan İngiltere'ye gitmişti ve konuk blog köşemizde bize Liverpool Veteranlar (ama ne veteranlar Rush'tan Staunton'a herkes vardı, sanki 80'ler 90'ları 5000 vuruşluk bir yazıda bize yeniden yaşattı) maçını bize yazma inceliğini gösterdi.
Sarcophagidae'den sevgili Turgay Keskin her zamanki gibi efsanevi "O maç" "O şimdi nerede" köşelerinde son Şampiyon Kulüpler Kupası finalini yazarken Barcelona'nın bir önceki rüya takımını hatırlattı sağolsun... Peki, ya Davor Vugrinec nerede sahi, Hırvat golcü gibi bir oyuncusu olsa Trabzonspor bu sezon şampiyon olmaz mıydı?
Ayrıca Turgay bu kez 4 sayfalık bir yazıda da FourFourTwo'da yer aldı. Lig Radyo'dan değerli kardeşlerim İlker Duralı, Özgür Koçularlı ve bendeniz Ali Ece bu güzel sezonun ardından önümüzdeki yıl neler olmazsa daha da güzel olur mealinde bir yazı yazmaya karar vermiştik, eksik olmasın Turgay Keskin de bayağı bir katkıda bulundu, forumları açar açmaz bu sayının şimdilik en çok ilgi gören yazısı olması beni şaşırtmadı.

Ama bence asıl Haziran sayısının Messi'si olan yazı Erdem Kabadayı ve Umut Çelik'in kaleme aldığı "90'lar kulübeye indi". Uğur Meleke ile sohbet ederken her zamanki gibi futbol zihnim fazlasıyla açılmıştı ve bu konuyu ben önermiştim. Yazı yazılırken de yine bir gün Uğur Meleke sağolsun FourFourTwo'yu şereflendirdi. (Bu arada sadece sözleriyle değil okuyucalara hediye ettiğimiz efsanevi Euro 88, 92 toplarıyla yaptığı hareketler, top tekniğiyle de, sahi kimse bu adama sakın ayağına top sürmeden yorum yapılmaz falan demesin, yoksa Messi'nin karşısındaki O'Shea durumuna düşerşer!) Lig Radyo'da ben ve Erdem Kabadayı, sevgili Uğur Meleke'yi ikili markaja aldık ve onun da değerli ufuk açıcı görüşlerinin katkısıyla zamanında futbolcuyken bizi ihya edenler, kalkındıranlar şimdilerde teknik direktör olarak nasıl Türk futbolunda yeni bir devrim yaptıklarını masaya yatırdık. Parreira'nın Bülent Uygun ve Aykut Kocaman'ı nasıl etkilediklerinden, üzerlerindeki 90'lar Serie A'sı etkisine Erdem Kabadayı'nın editörlüğünde harika bir dosya ortaya çıktı. Arada ben de çorbaya bir tuz attım ve Euro 96 kadrolarındaki futbolcuların kaç tanesinin teknik direktör olduğunu inceledim, meğerse şampiyon Almanya'dan sonra en çok biz 0 puan çeken Türkiye teknik adam çıkartmışız, gerisi dergide!.. Yine bir Erdem Kabadayı klasiği 51 maddede 51. sezon da aslında Anelka'nın bonusu Ribery tadında, ben şimdiden söyleyeyim.

Bilen bilir, Beşiktaş'ı sevmişim bir kere Sinan Engin'lere vs'lere rağmen vazgeçemedim asla aşkımdan ama Zeki Demirkubuz'un yanında meğerse ben sıradan bir taraftarmışım! Bakalım, Zeki usta ayrıca bir Beşiktaş filmi de çekecek mi?

Zeki Demirkubuz demişken, benim için gazeteci-yazarlığın yaşayan efsanesi olan Sevin Okyay ablamızın FourFourTwo'da yazması öyle büyük bir mutluluk ki kelimeleri yetiştiremem cidden, o yüzden kıca keseceğim: Bir futbol ikonu olarak Feyyaz Uçar'ı Sevin Okyay yazarsa ne olur? Daha ne olsun!..

İngiliz meslektaşlarımızın hazırladığı hat-trick kralları dosyası da ayrı bir mutluluk kaynağı benim için: Hasta Liverpool'lu olmam Eric Cantona'yı deli gibi sevmeme hiçbir zaman engel olmamıştı. Cantona'nın yanı sıra aynı dosyada Robbie Fowler'ı görmek, bir de Les Ferdinand röportajı okumak harika oldu, Hitesh Ratna'nın ellerine sağlık!

Cantona olur da gelmiş geçmiş bence en büyük kaleci Peter Schmeichel röportajı olmaz mı? Bence hala en iyisi o, yemişim Cech'i, Reina'yı, hatta Van der Saar'ı!...

Malumunuz, Total Futbol televizyon programına da dönüştü, her salı 21:00 ve ayrıca bu gece 22:00 gibi sürpriz günler kinder yumurtadan çıkan küçük çikolatalar tadında Skytürk'teyiz. Bu vesile ile kendimiz rekorları kırmadan önce (!) 41 Efsanevi Televizyon Sahnesini irdeleyelim dedik, neden mi 41? Eee, ne Kemal Sunal, ne Asya Avrupa Yakası, bizce en komiği telegol ve türevleri. Cem Yılmaz'dan, Sergen Yalçın'a ve tabii ki Gökmen Özdenak'a yok yok. Benim favorim Nobre ilk geldiğinde ingilizce bilmeden röportaj yapan muhabir o ayrı: "Sorar mısınız, kendisi gol makinesi mi?" Nobre de sana soracak kardeşim: "Sorar mısınız haber makinesi mi?"

Hilal Gülyurt'un Türk kadın teknik direktörler dosyasına da şapka değil ama bandımı çıkarıyorum cidden!

Torino derbisi, bizzat İlker Duralı ile ortak yapımımız En Güzel 11 Solak, John Terry, İstanbul'u dize getiren Eskişehirspor efsanesi "Çengel" Fethi Heper, Hoffenheim dosyası ve Liverpool-Newcastle United hatta Everton efsanesi Peter Beardsley'in favori 11'i... Sahiden de tam istediğim gibi bir sayı oldu, emeği geçen herkesin ellerine, zihinlerine sağlık!

Az daha unutuyordum, kapakta Holosko var, bence şu anda Beşiktaş'ın en çok gelecek vaat eden oyuncusu olmasının ötesinde hakiki bir takım oyuncusu, bir de o golleri kaçırmasa o zaman zaten Barcelona'da oynar... Barcelona demişken şimdilik verdiğimiz Xavi posterini asın, ağzınıza bir tutam bal çalalım, önümüzdeki sayı asıl Barcelona geliyor 1974'ten 2009'a futbolun en güzel rüyası, anlayan anladı, anlamayan anlayanlara sorsun, şimdi yeni sayıdaki o yazıya devam etmem gerek...

Not: Bu gece Beşiktaş şampiyon olsa da olmasa da yani Sivas efsane yazsa da Skytürk'te olacağım. Özhan Abi sunacak, Mustafa Sapmaz, Fırat İşbecer, bendeniz verkaçlayacağız, total futbol oynayacağız...

10 Mayıs 2009 Pazar

HER ŞEYE RAĞMEN SENİ ÖZLÜYORUM MiCHAEL OWEN


Gol attığında, futbol hayatımızın en şenlikli mevsimlerinden birisi olan Michael Owen kadar masumane gülümseyen kaç kişi kaldı? 1990’ların ortasından itibaren daha çok uzun boylu, geniş kaslı adamların fizik kondisyonlarının kör dövüşüne dönüşen endüstriyel futbol çağında, ayağına değdiği top altına dönüşen kaç gerçek yıldız var?
Owen sayesinde Liverpool’a bir sezonda en çok kupa kazanan teknik direktörü olarak tarihe geçen Houllier yerden göğe kadar haklı:
“Eğer bir sezonda 90 maç oynamanız gerekirse, Owen 91’inde oynamak ister ve hepsini de son maçıymış gibi oynar”
. Belki 1970’lerin ünlü oyuncusu Terry Owen’ın oğlu olduğu için doymak bilmeyen bir futbol oynama iştahıyla dolu Michael Owen... Belki de kendisinin söylediği gibi elinden başka hiçbir iş gelmediği ve başka hiçbir şeyden zevk almadığı için: “Sahada attığım gollere bakarak herkes benim çok zeki bir insan olduğumu sanıyor. Belki saha içinde gerçekten de becerikliyim ama saha dışında çay yapmayı bile beceremem. Babam helikopter ehliyeti almak istediğimi söylediğimde ‘Sen gol atmaktan başka hiçbir şeyi beceremezsin’ deyip bana saatlerce gülmüştü”
İngiltere Milli Takımı’ndaki eski teknik direktörü Eriksson’un sözleriyle “Michael Owen gol atmak için” doğmuştu. 14 Aralık 1979’da, Galler sınırındaki Chester’da… Bir zamanlar Everton’da oynamış olan futbol yıldızı Terry Owen’ın beş çocuğundan dördüncüsüydü… Ama en çok o babasının oğluydu! Michael doğduğunda Ada’nın kalburüstü orta saha oyuncularından birisi olarak 300 maçta 70 gole imza atmış olan Terry Owen futbol hayatının sonbaharını yaşıyordu. Kariyerindeki beşinci ve son profesyonel takımı olan Rochdale’de oynamasına rağmen halen ilk takımı olan Everton’ı tutuyor, çocuklarını da fanatik birer Everton’lı olarak yetiştiriyordu. Tıpkı Liverpool tarihinin en efsanevi yıldızlarından McManaman, Fowler ve Rush gibi Michael Owen da doğuştan bir Everton fanatiği olarak büyüdü.

O zamanlar Lineker, Liverpool’la beraber şampiyonluğun en güçlü adayı olan Everton’ın ve İngiltere’nin tartışmasız en büyük golcüsüydü. Yedi yaşına kadar futboldan çok boksla ilgilenen ve yaz tatillerini Hawarden boks kulübünde geçiren Michael Owen babasına “Ben büyüyünce Gary Lineker olmak istiyorum” dediğinde Terry Owen, oğlunun ilk kez “baba” dediği günkü kadar mutlu oldu. İlk maçlarını Chester’ın uçsuz bucaksız futbol parklarında oynayan Michael Owen, bütün maçlarda Lineker oluyor, babasının yakın arkadaşı olan antrenör Howard Roberts’tan özel dersler alıyordu. Michael Owen, henüz sekiz yaşındayken Roberts ve Terry Owen, belgelerde sahtekarlık yaparak onun Mold Alexandra’nın on yaşındaki çocuklardan oluşan minik takımında oynamasını sağladılar.
İlk sezonunda 24 maçta 34 gole imza atan Owen, bir maçın ilk 20 dakikasına tam 9 gol sığdırdığında, tüm Chester gazetelerine manşet oldu: “Terry Owen’ın oğlu, babasının izinde” Roberts’a göre Michael Owen’ın diğer çocuklardan en büyük farkı zekasıydı: “Diğer çocuklar, yaşlarının da verdiği heyecanla hücumda gol için cezaalanının içine balıklama dalarken, Michael sanki profesyonel bir futbolcuymuş gibi hep doğru zamanı bekleyerek pozisyon alıyor, topla en doğru zamanda buluşuyordu”


Owen 11 yaşına geldiğinde tam 97 gole imza atmış, Ada’nın en ünlü çocuk yıldızlarından birisine dönüşmüştü. O zamanlar şimdilerde Beşiktaşlı Muhammed’in yaptığı gibi sık sık gazetelere röportajlar veriyor, kameralar karşısında top sektiriyordu. Tam da o günlerde eğer kanunlar izin verseydi, Michael Owen bir Liverpool efsanesi yerine Manchester United efsanesi olabilirdi. Ferguson’un uzun süre yardımcılığını yapan Brian Kidd, bir maçın ikinci devresinde Owen’ın attığı 6 golü izlediğinde onu transfer etmek istedi. Ama o zamanlar başta İngiltere olmak üzere, her yerde çocuk futbolcu ticareti yasaktı. Yine de Owen, başta United ve Arsenal olmak üzere birçok büyük kulübün tesislerine konuk oldu, hatta o zamanlar fanatikçe tuttuğu Everton’la birkaç antrenmana bile çıktı. Ama geleceğin en büyük yıldızını 14 yaşına geldiğinde renklerine bağlayan, her hafta sonu ailesine bedava maç biletleri yollayan Liverpool oldu. Uzun zamandır kendisini izleyen ve Liverpool altyapısının Ajax kalibresinde olduğu günlerde takımın başında olan Heighway, Michael’a son model kramponlardan hediye ettiğinde Everton delisi baba Terry Owen bile Michael’ın geleceğinin Liverpool’da olduğunu kabullenecekti.
Owen’ın Liverpool’a geldiği ilk günlerde kendisini ilk keşfeden bir zamanlar Kırmızıların Rush ile beraber en ünlü golcüsü olan John Aldridge oldu: “Ben Tranmere’de oynarken eski arkadaşlarımla hasret gidermek için bizim rezerv takımın Liverpool’un rezervleriyle Anfield’da oynadığı maça gitmiştim. Maçın sonlarına doğru oyuna 16 yaşında bir çocuk girdi ve top ayağına ilk değdiği anda tam 30 metreden o sahadaki en büyük yıldızın bile hayatı boyunca atamayacağı bir gol attı. Owen adını daha önce duymuştum ama ilk kez bu yaşta böyle bir yetenek görmüştüm!”

Aldridge’in gördüğü sadece bir başlangıçtı. 1996 yılında Liverpool’un genç takımı ilk kez Gençler Federasyon Kupası’nı kazanırken, Owen adeta başlı başına bir takım oldu. Aynı yılın Aralık ayında, doğum gününden tam 4 gün sonra “o zamana kadar aldığım en güzel hediye” olarak nitelediği Liverpool’un sunduğu profesyonel sözleşmeyi imzaladı. 5 ay sonra Wimbledon maçında ilk kez oyuna girdikten 10 dakika sonra ilk golünü attı. Liverpool o sezonu büyük bir hayalkırıklığıyla bitirse de Owen’ı görüp büyülenen taraftarlar için yepyeni bir çağ başlıyordu: “Owen Çağı”
Henüz 18’inde olmasına rağmen ilk 11’e ismi yazılan ilk oyuncu olduğu 1997-98 sezonundan Real Madrid’e transfer olduğu 2004’e kadar Owen her sezon Liverpool’un en golcü oyuncusu oldu. 1997-98 sezonuna Liverpool’un Fowler ile beraber en büyük gol umudu olarak başlayan Almanların ünlü santrforu Riedle, Owen’ı ilk gördüğü zamanı şöyle hatırlıyor: “Teknik direktörümüz Roy Evans, bana ‘Bak Karl, bu bizim genç yeteneğimiz Owen, geleceğin en büyük golcüsü’ demişti. Owen’la ilk antrenmanımdan sonra Evans’ın halt ettiğini düşündüm. Owen, geleceğin falan değil, o yılın en büyük golcüsüydü. Hayatımda ilk kez yedek kaldım”

Owen’ın 23 golüne rağmen savunması bugünlerin Beşiktaş’ına ikizi gibi benzeyen Liverpool, bir kez daha şampiyonluğu kaptırdı. Michael Owen, Sutton ve Dublin’le aynı sayıda gol atarak ligin en çok gol atan üç oyuncusundan birisi oldu. Yılın En İyi Genç Oyuncusu ödülünü aldığında artık “Terry Owen’ın oğlu” değil, Terry Owen “Michael Owen’ın babası”ydı! O yaz olacaklar ise, kışın yaşananların yanında hiçbir şey değildi!
1998 Dünya Kupası’nda her zaman olduğu gibi penaltılarla elenen İngiltere, turnuvaya damgasını Owen ile vurdu. Glenn Hoddle, ilk maçlarda Owen’ı oynatmamış, Romanya maçında başı sıkıştığında 18 yaşındaki gol sanatçısını oyuna sürmüştü. Owen kısa sürede bir gol atıp bir kez de direğe takıldı, İngiltere’nin yenilmesini engelleyemese de performansıyla o kupanın en efsanevi maçı olan Arjantin-İngiltere arasındaki ikinci tur maçında kendisine ilk 11’de yer buldu.
O güne kadar Arjantin-İngiltere rekabeti çoğu zaman Arjantin lehine bücür dehaların ya da Tanrı’ların elleriyle biterdi. Kazanan yine bir şekilde Beckham’ın bir anlık aptallığı sayesinde Arjantin olsa da ilk kez dünyanın geri kalanı “Owen’a yazık oldu” diyerek İngiltere’nin elenişine üzülecekti. Maçın ilk devresinde Owen’ın tüm Arjantin savunmasını peşine takarak attığı mükemmel gol, Maradona’dan beri Arjantin-İngiltere maçlarında atılan en efsanevi gol olmasının yanı sıra 98 Dünya Kupası’nın da en güzel golü seçildi. Owen, dünyaca ünlü bir futbol fenomenine dönüşürken, Maradona ile beraber dünya futbol tarihinin en büyük yıldızı olan Pele adeta büyülenmişti:
“Owen, Maradona’dan beri izlerken eşsiz bir zevk aldığım en büyük yetenek!”

Dünya Kupası dönüşünde, 1998-99 sezonunda Owen da Liverpool da eski tas eski hamamdı. Owen yine 23 gole imza atarak takımın en golcü oyuncusu olurken, Liverpool bir sezon önceki Kemal Sunal filmlerindeki maçlardakileri andıran savunma hatalarını tekrar ederek ligi yedinci sırada bitirebildi. Bir sonraki sezon Owen, sezonun büyük bir kısmını sakat geçirmesine rağmen attığı gollerle Liverpool’un UEFA Kupası’na katılmasını sağladı.
2000-2001 sezonunda Liverpool yıllar sonra ilk kez Avrupa’nın zirvesine geri dönerken, sadece UEFA Kupası’nı değil, Lig Kupası, FA Cup ve Süper Kupa’yı da müzesine götürdü. Owen, tüm kupaların kazanılmasında başrolde olurken, Cardiff’te oynanan FA Cup finali tarihe “Michael Owen Kupası” olarak geçecekti. Maçın son on dakikasına Arsenal karşısında 1-0 yenik giren Liverpool’un 80 dakika boyunca sahaya koyduğu performansa göre skoru değiştirmesi imkansız gibiydi. Ama 80. dakikada Liverpool’a özgü futbol mucizelerinden birisi yaşandı. Önce Liverpool taraftarları, maçın skorunu umursamıyorlarmış gibi avazları çıktığı kadar “You’ll Never Walk Alone”u söylemeye başladı. Sonra kameralar gözleri dolarak koşmaya başlayan Owen’ı gösterdi. Maç bittiğinde Owen kısacık bir süreye sığdırdığı iki gollük resitalle kupayı Liverpool’a getirmiş, taraftarlara haykırıyordu: “Asla yalnız yürümeyeceksiniz”

2001-02 sezonun başında Liverpool, Owen’ın golleriyle önce lig ve kupa şampiyonlarının karşılaştığı Charity Shield’ı, sonra da Avrupa Süper Kupası’nı kazandı. Kızıllar, İngiltere tarihinin bir sezonda 5 kupa kazanan ilk takımı olurken, Owen Süper Kupa Finali’nde dize getirdiği o zamanların en iyi kalecisi Bayern’li Kahn’ı tam bir hafta sonra kaleci olduğuna pişman edecekti. İngiltere, yıllardır bir türlü yenemediği Almanya’yı hem de Münih’te 5-1’lik tarihi bir hezimete uğratırken, sahada hat-trick yapan Owen’ın gol bienali vardı. Yıl sonunda Michael Owen, o zamanlar Hamburg’da oynayan Keegan’dan tam 20 yıl sonra Avrupa’da Yılın Futbolcusu seçilen ilk İngiliz olurken, aynı zamanda bu ödülü alan ilk Liverpool’lu futbolcu oldu.
Ama Owen’a rağmen, Liverpool bir türlü özlediği Altın Çağı’na dönemedi. Houllier, Owen’la beraber en güzel futbol rüyalarının ideal forvet ikilisini oluşturan Fowler’ı satarak tarihi bir futbol günah işleyecek ve oynattığı aşırı defansif futbolla beklentilerin çok uzağında bir Liverpool izlettirecekti. 2004’te Owen, Liverpool’dan ayrılıp R.Madrid’e transfer olduğunda bazı taraftarlar duygusallıklarına yenilip Owen’ı ihanetle suçlasalar da Owen’ın Liverpool’dan kopmasına sebep olan süreçte Houllier çok daha fazla suçluydu. Takım birçok maçta 10 kişi geriye kapanıp, hızına ve zekasına fütursuzca güvendiği Owen’a kamikaze toplar atarken, son yıllarda kırmızı formayı şereflendiren en büyük futbol sanatçısının üstünde akıl almaz bir baskı yarattı. Bu oyun tarzında etkisizleşen ve rakip savunmaların insafına terk edilen Owen’ın belki de bir yerden sonra futbol oynama iştahını kaçırdı.
Aldridge’in de altını çizdiği gibi Owen, Liverpool’dan para için ayrılmamıştı. Ama Real Madrid, Owen’ı sadece daha fazla forma satmak ve transfer şampiyonu unvanını korumak için almıştı. Owen, neredeyse Real formasıyla oynadığı her maçta gol attı. Raul ve Ronaldo’yu sadece formalarının arkasında yazan isimlerinde görürken Owen’ı sürekli gol atarken görüyor, iflah olmaz Barçalılar olsak da içten içe mutlu oluyorduk. Ama R.Madrid, Owen’ı satışa çıkardığında pusuda içten içe hissettiğimiz daha acı bir şey vardı: Bir daha asla hiçbir şey 1998 yazındaki gibi olmayacak, Owen Liverpool’dan başka hiçbir yerde özlenen Owen olamayacaktı.
O yazdan 7 yıl sonra 2005 yılında Owen “mecburen” Newcastle’a imza attığında, daha önce Liverpool’a dönmek istediğini açık açık söylemişti. Ama R. Madrid’e 8 Milyon Euro’ya sattığı eski oyuncusunu tam iki katına geri almak istemeyen Liverpool yönetimi, gözlerimizin içine baka baka İspanyol takımına 16 Milyon Euro ödeyen Newcastle United’a gitmesine göz yumdu. Kazanan bir kez daha Real Madrid, kaybeden de futboldu!

Söz konusu Owen olduğunda form geçici, klas daimiydi. Ama Newcastle’daki futbol kaosu daha da daimiydi. İlk maçlarında üst üste hat-trick’ler yapan ama sonra sakatlıkların da etkisiyle bekleneni veremeyen Owen, başka bir formayla Anfield’a çıktığında ne yuhalandı, ne de alkışlandı. Liverpool kırmızısı gözlerle olsa bile yine de Owen’ı goller atarken görmek çok güzeldi. Üst üste sakatlığında, taraflı tarafsız tüm futbol yüreklerinin içi cızladı. Newcastle, İngiltere Milli Takımı’na davalar açacak, daha önce masal gibi gollerle eşanlamlı olan Owen, “milli takım mı kulüp mü” tartışmalarının ortasında kalacaktı. Youtube’de yayınlanan videolardan birinde, Liverpool taraftarları Newcastle başkanından Owen’ı geri istiyorlardı. Başkan Sheppard sinirden kıpkırmızı olup “İsterseniz onu sırtımda Anfield’a kadar götürürüm, yeter ki müşteri çıksın” diyor, Owen’ın menejerinin tanıdığı en paragöz adam olduğundan yakınıyordu.

Bize göre Owen, Liverpool’dan sonra kimseye yar olamadı. Belki de üst üste yaşadığı sakatlıklar bir nevi Anfield lanetiydi. Yine de her seferinde düzelip gollerini atmaya başladığında, kalbimizdeki futbol aşığı çocuğa 1998 yazındaki gibi göz kırpıyor, kimseye söylemesek de onu gol atarken görünce o yazki kadar olmasa da mutlu oluyorduk. Liverpool 2005 yazında İstanbul’daki gelmiş geçmiş en güzel Şampiyonlar Ligi Finali’ni kazandığında Owen, R.Madrid’in yedek kulübesinde oturmuş boynu bükük bize bakıyordu. Ama hepimiz de biliyorduk ki Liverpool, Owen’dan sonra bir kez bile İngiltere’de şampiyonluğa oynayamamıştı. Bir yerden sonra boynu büküklük karşılıklıydı. “Her şeye rağmen mutluyum” diyordu, “Neredeyse bir yıl sahalardan ayrı kaldıktan sonra sakatlığımı atlattım. Keegan’la işlerin düzeleceğine inanıyorum. Capello beni yedek bıraktı ama herhalde beni tanıdığı ve başka oyuncuları görmek istediği için böyle yaptı… Helikopter ehliyeti de aldım. Antrenmanlara helikopterle gidiyorum, hatta babamı da götürüyorum”
Büyük ihtimalle mutluydu, ona inanıyorduk; You’ll never walk alone” söylendiğinde gözü dolan adamdan bir an bile şüphe duymadık. Ne de olsa her hafta dünyanın en güzel kadınlarından biriyle olabilecekken, ilkokul aşkı Louise ile evlenmiş, bir sürü çocuk yapmıştı. Değil bira, kahve içerken bile görülmüş değildi. Pro Evolution Soccer’ın son kapağında yine sıcak sıcak gülümsüyordu. Ama onu dünya gözüyle bir kez daha Liverpool formasıyla göremedikten sonra biz onun kadar mutlu olamayacağız. Bunu en iyi onun bildiği Anfield’daki son maçında tribünlere bakışından okunuyor. Ve o da biliyor ki Newcastle başkanına gerek yok, biz onu Newcastle’dan Anfield’a kadar sırtımızda taşırız. Yeter ki geri dönsün! Brad Friedel’ın dediği gibi top Anfield’da Owen’ın ayağına değdiğinde altına dönüşür.

6 Mayıs 2009 Çarşamba

BENCE BEŞİKTAŞ'TA EKSİK OLAN 2: RECEP ÇETİN YA DA TAKOZLARIN EN GÜZELİ


Yıllardan 1990… 12 Eylül darbesinden sonra bir Tanrı’ya bir de Beşiktaş’a inanmakla yetinen bir baba, siyah-beyaz özenle yetiştirdiği oğlunu ilk kez deplasmana götürür… Hem de Bolu’ya… Futboldan hazzetmese de eşinin kendisinden sonraki en büyük aşkını sevmeye çalışan, zaten başka bir şansı olmayan anne de “Bolu güzel yer zaten” deyip peşlerine takılır… Zaten o yıllarda Metin vardır, Feyyaz vardır, Ali Gültiken vardır… O zamanlar moda kolej takımıdır, mafya menajer takımı değil! Güzel yüzlü, okumuş, nesli tükenmekte olan eski İstanbul beyefendilerinden Süleyman Seba’nın öz oğullarıymış gibi davranan 11 pırıl pırıl genç ve daha 10 sene önce kümede zar zor kalan bir takımın önlenemez yükselişi… O zamanların en gözde televizyon dizisi “Kartallar Yüksek Uçar”… O haftasonu Bolu deplasmanına gidilmez de ne yapılır ki Kenan Evren’lerin 10 metrekareye indirgediği yaşamda?

Anne, Metin’le, Feyyaz’la tanışmak istemektedir. Beşiktaş’ın kamp yaptığı otele gidilir. O zamanlar televoleler, magazin sapkınlıkları zihinlerimizi iyiden iyiye iğdiş etmemiştir. Şampiyon olan takım o sezonun sonunda olacağı gibi Layla’ya, Reyna’ya para saçmaya gitmez, TRT 1’e çıkıp oturduğu yerden el çırparak “Civelek” türküsünü söyleyerek kutlama yapar…

Süleyman Seba’nın İngitere’den gelen kayınbiraderiymiş gibi kişiliği ve yöneticiliği ile kendisine benzediği Gordon Milne, tatlı sert bir disiplin anlayışı uygulamaktadır. Maçtan önce oyuncular, eşleri, arkadaşları ile otelin çevresindeki ormanlık alanda turlamaktadırlar. O hayata en güzel siyah beyaz gözlüklerle bakan baba ve peşinde sürüklediği anne gibi birkaç aile daha oyuncularla hatıra fotoğrafları çektirmek için otelin çevresinde mevzilenmişlerdir. Beklemekten sıkılan ve oyunculardan sadece Metin ve Feyyaz’ı bilen anne, babanın ceketini çekiştirir: “Gel bak, şuradaki takunyalı komiye soralım oyuncular nerede?” Baba kafayı kaldırır ve takunyalı komiyi görünce hemen ceketini düzeltir ve eşinin kulağına eğilir: “Ne diyorsun sen ya? Ne komisi, Recep o Recep Çetin, savunmanın belkemiği”

“Takoz Recep mi?” Tabii ki Takoz Recep! Ben şimdi diyeceğim ki Beşiktaş savunmasında bıraktığı boşluk asla doldurulamadı. Bazılarınız bana diyecek ki “Bırak Allah aşkına, orta yapardı gol olurdu, ne boşluğu?”

Hem de öyle bir boşluk ki anlatabilecek kelimeleri bulmak, cümleleri kurmak en az Recep Çetin’in karşısında sol açık ya da santrfor oynamak kadar zor! Ne demişti Lineker 8-0 rezaletinin rövanşı 0-0 bitince: “Beni dünyanın en çirkin adamı tuttu. Öyle bir tuttu ki bir tekme bile atmadı, bir dirseğe bile yeltenmedi sadece beni marke etti. Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim.” Ah, o dünyanın en çirkin adamı sağ kanattan ayrıldığından beri de biz uzun süre kendimizi o kadar çaresiz hissettik ki, bir bilsen Lineker!

Dünyada ondan başka yere düştüğü zaman, ellerinin üstünde koşmaya devam eden ikinci bir futbolcu daha yoktur. Ondan başka hangi yıldız futbolcuya “takoz” diye hitap ederseniz size Goikoetxea’nın Maradona’ya, Massing’in Caniggia’ya, İtalyan savunmacıların Ronaldo’ya yaptıklarını yapar… Ama söz konusu “takoz” Recep Çetin ise, bir pazartesi günü antrenmandan sonra oto sanayi sitesine gidip, kendisinden daha büyük bir takozun üstüne yatıp gülümseyerek poz verir. 90’ların vahşi neo-liberalizminin arabesk versiyonu Özalizm’in en insafsız yaşam şartları altında dilencinin aldığı sadakadan az paraya çalıştırılan tornacılara cebinde ne kadar para varsa dağıtır, üstelik onlar da kendisine “Takoz Abi” diye hitap ederler ama o değil kızmak daha da fazla gülümser… “Recep sana çirkin diyorlar?” sorusuna cevabı daha da anlamlıdır: “Ben kendi çapımda yakışıklıyım. Ayrıca Fenerli Ümit yakışıklıysa ben Alain Delon’um!”

Bence de Recep kendi çapında son derece “yakışıklıdır”. Ondan başka (imza verirken gözüne kalem girip antrenmanda bir hafta sadece düz koşu yapması hariç) asla sakatlanmamış ikinci bir savunma oyuncusu var mıdır allah aşkına? Ya da orta diye yaptığı top çataldan döndüğünde başlayan kontra atakta kendisinden 30 metre ilerideki rakip forveti kendi ceza alanına girmeden yakalayabilen ikinci bir canlı var mıdır? Bence gayet “yakışıklı” adamdır Recep Çetin… Bir kez olsun ne herhangi bir takım arkadaşı ne teknik direktörü ne de herhangi bir rakibi ile en ufak bir tartışma yaşamamış onun tipinde ikinci bir oyuncu gelmiş midir bu dünyaya? En fazla kafası kızdığında maçın bitiminde Kosice-Beşiktaş maçından sonra olduğu gibi hakeme elini uzatır, hakem de elini uzattığında aniden elini çeker ve saçını tarar: “Zıttt Erenköy!”

Futbolun yarısı savunma, savunmanın da yarısı kademeye girmekse o zaman Recep Çetin derim ben size… Recep Çetin varken bilirsiniz bir de Naumoski vardı Efes Pilsen’de… Kimse ama kimse, her türlü ikili üçlü sıkıştırma ile bile durduramazdı Naumoski’yi… Bir gün bir Efes Pilsen-Beşiktaş maçında Naumoski yine basketbol sanatının tüm hünerlerini sergilerken, arkadan birisi bağırmıştı, sonra basket sahalarında adına tezahürat yapılan ilk futbolcu olmuştu Recep Çetin: “Vereceksin Recep’i başına, ne Naumoski kalır ne Efes!”

Hatta sevgili Vedat Okyar bir keresinde yine çakırkeyif maç yorumlarken Recep’in kademeye girme yeteneği hakkındaki en unutulmaz yorumu yapmıştı:
“Recep bugün Gökhan’ın, Ulvi’nin hatta sol bekteki Kadir’in bile kademesine girdi. Hatta zaman zaman oyundan düşen, aşırı baskıdan bunalan önlibero Zeki’yi bile rahatlattı kademeleriyle. Beşiktaş taraftarı kalbini ferah tutsun: Bizim Recep icabında tribünlerdeki taraftarın bile kademesine girer başları sıkıştığında…”

1965 yılında Sakarya’da dünyaya gelmiş, futbola Sakaryaspor altyapısında başlamıştı. Boluspor’da hızı ve markaj yeteneği ile dikkat çektikten sonra 1988-89 sezonunda Beşiktaş’a gelmişti. Geliş o geliş, 10 yıl hiç durmadan Beşiktaş formasını giydi. 4 Lig, 3 Türkiye Kupası, 4 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 2 Başbakanlık Kupası ve 5 TSYD Kupası şampiyonluğu yaşadı. 274 lig maçında sadece 4 gol attı. Ama attığı her gol jeneriklerin değişilmezlerine girdi.
En fanatik Beşiktaşlılar, Feyyaz ve Ali’nin toplam 4 golünü ancak hatırlarlar ama Recep’in 4 golünü de asla unutamazlar. Hele bir tanesi vardı ki, dünyada bir tek o atabilirdi. O yıllarda Beşiktaş’ın en büyük kâbusu Bursaspor’du… Tüm sezon herkesi alaşağı eden Beşiktaş, Bursa karşısında nedense hep çok zorlanırdı. Ama bir gün bu zor günler öyle bir golle bitti ki bir daha Bursaspor uzun zaman kendine gelemedi. Maçın sonlarına yaklaşıyorduk, Beşiktaş şampiyonluk potasından düşmemek için mutlaka gol atmalıydı. Gordon Milne gibi tutucu bir teknik adam bile Bursa kilidini açmak için her türlü fanteziyi denemiş, Feyyaz ile Ali bütün bir maç hiç durmadan çapraz koşular yapmış, Rıza Çalımbay en az 20 tane eşsiz lezzetteki muz ortalarından açmıştı. Hatta Şifo Mehmet’i, Zeki’si kaleyi her gördüklerinde tüm sezon atmadıkları kadar harika şutlar çıkarmışlar ama yine de kilit kırılmamıştı. Artık herkes doldur boşalt’ın kısır döngüsüne sıkışmış maçın son düdüğünü bekliyordu. Tam o esnada, herkesin umutlarının tamamen tükendiği anlarda Recep aniden orta sahanın biraz ilerisinde topla buluşmuş, top Recep’in ayağına geldiğinde birçok Beşiktaşlı çoktan maçın bittiğine inanmıştı. Ne de olsa ne zaman top rakip sahanın sağ kanadında Recep’in ayağına gelse spikerlerin söyleyeceklerini herkes biliyordu: “Recep çok hızlı, kimse tutamıyor, Recep hızla ilerliyor, kimse karşısında duramıyor, Recep şut ve taç!”
Ama bu kez Recep topu fazla sürmedi, her zamanki gibi aniden binlerce ışık hızı yılı hızlanmadı da… Birden topu sadece yürümek için kullandığı sol ayağına alıverdi. O anda o toptan gol çıkma şansı Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme şansından bile daha azdı. Ama bir anda Salvador Dali’den beri gelmiş geçmiş en gerçeküstücü tablo ortaya çıktı. Tribündeki ve televizyonların başındaki herkese göre “takoz” orta yapmıştı ama Recep kendinden son derece emindi: “Kalecinin diğer köşede olduğunu gördüm, ben de vurdum, sol ayağımla mı, sağ ayağımla mı attım hatırlamıyorum, o ayrı!”
Belki sahiden de kaleye vurmuştu, kim bilir? Ya da her attığı golde olduğu gibi orta yapmıştı ama 1991-92 sezonunda Samsunspor’a attığı golü bir yıl evvel o zamanların en klas golcüsü Romario bile atamazdı.
Bu golü sadece bizler görebilmiştik, akılla kavranabilecek bir şey değildi, sadece gol olduğuna ve Recep’in attığına inanmakla yetindik. Ama 5 kez Ümit, 1 kez Genç, 7 kez Olimpiyat olmak üzere toplamda 69 kez giydiği Türkiye Milli Takımı formasıyla attığı sadece 1 gole tüm dünya tanıklık etme şansını yaşadı.
O gün 14 Aralık 1994, Euro 96 elemeleri maçı, kendi sahamızda İsviçre’yi ağırlıyoruz. Müzmin olduğu ölçüde sadece Hababam Sınıfı beden maçlarında yapılacak komiklikteki savunma hataları ile 2-0 yenik duruma düşmüşüz. O zamanların modası 3-5-2. Bizim orta beşlinin sağında da Recep oynuyor (bir karşılaştırma için not düşelim Almanya’da Reuter, İngiltere’de Anderton, Brezilya’da Cafu kendi orta beşlilerinde Recep’le aynı pozisyonda oynamaktalar).
Maçtan önce Sabancı, İsviçre’ye gol atan ilk oyuncumuza Toyota vereceğini açıkladığından mı artık, yoksa Recep’in maçtan sonra dediği gibi “Bizim forvetlere kızdım, kaleye vurdum” dediğinden mi bilemiyoruz. Ama tek hatırladığım Recep orta sahanın çok az ilerisinden o efsane vuruşunu yapmadan önce eliyle diğer oyunculara “İçeri girin” işareti yapmış olması. Belki de sahiden de içinden “Bakın şimdi takozlar, gol nasıl atılır, görün öğrenin” demişti. Bu kez sağ ayağı ile klasik falsosuz, hatta bu sefer futbol biliminde yeri olmayan yarı ters falsolu bir vuruşu yaptığında, radyodaki yorumculardan birisi “Ama böyle emanet mandaya vurur gibi vurulmaz ki” demişti. Ama o anda o vuruş nedense bana Commodore 64’ün efsanevi oyunu Emyln Hughes Soccer’daki joystick’i hafif geriye ve yana çekerek yapılan, kalecinin kurtarması imkansız olan vuruşları hatırlatmıştı. Sonuç da tıpkı Emyln Hughes Soccer’daki gibiydi, top filelerde milyonlarca Türk ayaktaydı. Topu her kaleye vurmaya çalıştığında “Atma Recep, din kardeşiyiz” diye onla alay edenler bile küçük dillerini yutmak üzereydiler. O gün 2-1 yenilecektik, çünkü Recep ikinci kez öyle bir vuruş yapmayacaktı!
O gol, Eurosport tarafından o hafta elemelerinin golü seçilecekti. Tabii ki Recep’i pek de yakından tanımıyorlardı. Ama onu en yakından tanıyanlar da adı kadar eminlerdi o golü sadece Recep Çetin atabilirdi, bir başkası değil. Yıllar sonra geçtiğimiz sezon Liverpool’lu Alonso benzer bir gol attı, ama o gol bile Recep’in bu efsanevi golünü jeneriklerden silemedi. Tamam kabul ediyorum, boş kaleye bile olsa, Recep’in ayağına o noktada topu verseniz bir gol daha olması biz Türklerin uzaya insan göndermesi kadar zor bir şey! Ama belki de o uzay mekiklerine Recep Çetin vursaydı, bugün Amerika’yla Rusya ile aşık atıyorduk uzay konusunda!
O yılların vazgeçilmez esprisiydi İnönü’nün: “Aman arabayı stattan uzağa bıraktın değil mi? Recep orta falan yapar, araba tuzla buz olur!” Sahiden de her maç o efsanevi sıfır falso ortalardan mutlaka birisi stadın dışına gider, her Beşiktaş maçında mutlaka top değiştirilirdi. Ama mutlaka o ortalardan bir diğeri de kaleyi bulur, ya kaleci son anda kornere çelerdi, ya da top çataldan dönerdi. Böyle böyle Türk futbol literatürüne yeni bir vuruş çeşidi, yeni bir kavram kazandırdı Recep Çetin: “Orta şut karışımı vuruş”
Recep Çetin’in eşi benzeri asla olmayacak olan olağanüstü markaj, kademe, orta şut karımı vuruşlarının yanı sıra bir başka özelliği de Türk futbol literatürüne geçmiştir. Adeta kendisine “takoz” diyenlere gününü göstermek, aslında savunmada oynamak zorunda olduğu için vuruş tekniklerini fazla gösteremediğini ispatlamak istermiş gibi her maçta bir röveşatası vardı Recep Çetin’in. Normalde kafa ile uzaklaştırabileceği bir uzun topu aniden röveşata ile kapalının hemen önünden taça yollar, her maç sanki önceden söz vermiş gibi tekrarladığı bu hareketi ile tüm tribünler tarafından ayakta alkışlanırdı. Skora en ufak katkısı yokmuş gibi gözüken bu hareketler aslında hem tribünleri hem de takımı ateşler, en kötüsü aşırı baskı altında oynanan bir maçta hem oynayanların hem de seyredenlerin rahatlamasını, oyundan zevk almasını sağlardı.

Yine böyle bir gün, 19 Eylül 1990 akşamı, Recep unutulması imkansız bir vuruşla yine olağanüstü bir gole imza atacaktı. Beşiktaş, Malmö deplasmanında o yılların en iyi takımlarından olan İsveç temsilcisine kök söktürüp maçı 2-2’ye taşımışken, son 10 dakikada adeta kendi sahasına hapsolmuştu. O yılların Recep-Kadir-Ulvi-Gökhan dörtlüsü Türkiye’nin en iyi savunması olsa da her klasik Türk savunması gibi yan toplarda Avrupa’nın diğer takımlarına göre olağanüstü bir zaaf yaşıyordu. Bunu bilen Malmö sürekli kanatlardan yükleniyordu. Ancak savunmanın sağında Recep olduğu için onlar sol açık yerine sağ açıktan kanat organizasyonları yapmayı tercih ediyorlardı. Son 3-4 topta Recep birkaç kez topu kafa ile uzaklaştırmıştı. Bu maçta henüz o meşhur röveşatalarından birini atmamıştı. Malmö’nün 1.90’lık ikiz kuleleri karşısında hava toplarında Recep bile zorlanmaya başlamıştı ve artık röveşata zamanıydı! Sağdan gelen ortaya Recep öyle bir yükseldi ki ve topa öyle bir röveşata-vole karışımı vuruş yaptı ki o top Beşiktaş kalesine değil de Malmö kalesine girmiş olsaydı Maradona’dan sonra asrın golü olurdu!

O topa kaleci Engin Yörükoğlu olağanüstü bir planjon yapmıştı ama yetmemişti. Maçtan sonra dönüş uçağında Recep’in Engin’e söyledikleri ise en az o gol kadar unutulmazdı: “Yahu Engin alem adamsın! Bir de topu çıkaracakmışsın gibi doksana atlıyorsun, sen benim şutumu çıkarabilir misin Allah aşkına?”

Çıkaramazdı! O topu Engin değil, Schmeichel hatta Ümit Aktanca söylersek “Bütün Maykıllar gelse” çıkaramazdı. Belki Recep o golü kendi kalesine atmasaydı, Beşiktaş rövanşta 2-0 öne geçip 2-2 berabere kalarak elenmezdi. Ama olsun, hiç kimse o zaman Recep’e kızmadı, şimdi de kızmıyor. Hatta gülümseyerek, neşe ile hatırlıyoruz. Eğer hata ise hataydı, ama asla bu yüzden Recep Çetin’e kızamazdı. Sadece o maçta o ana kadar savunmada gösterdiği insanüstü performans ile Beşiktaş’ı maça ortak etmiş, Teknik kapasitesi o sahadaki tüm İsveçliler’den yüksek olsa da rakiplerinin yarı hızında olan libero Gökhan Keskin’in zorlandığı anlarda yaptığı kademe hamleleri ile dört yıldızlık oynamıştı. O zamanlar kendi kalesine attığı gol yüzünden gazeteler bir yıldızını silseler de şimdi o maç için ona beşinci bir yıldızı vermek gerek. Dünyada kendi kalesine gol atıp, taraftarları tarafından hedef tahtası olmayan başka hangi oyuncu vardır ki?

Tabii ki bir tane daha yok, olmayacak da! Bizler normal hayatımızda, futbolcu olmamamıza rağmen dizimizin ön çapraz bağı sakatlandığında aylarca yataktan kalkmaz en az 6 ay değneklerle dolaşırken, o tam 6 sezon kopuk çapraz bağ ile oynamış, bir gün bile halinden şikayet etmemiş, tek antrenmanı kaçırmamıştı. Televole saçmalıklarında, “Futbolcular Hükümeti” yapmışlar, ona da akılları sıra çok esprili bir şekilde “Orman Bakanlığı”nı layık görmüşlerdi. Bir de bize sorsanıza, Recep Çetin ne bakanı olur, ne olmaz! Bizim için Recep Çetin demek emek demektir… O Beşiktaş formasına öyle bir ter döktü ki kimse o 2 numaranın sırtından emeğin ölümsüz sıcaklığını çıkartamaz asla!

Onu en son Beşiktaş PAF Takımı’na olağanüstü başarılar yaşatıp anlamsız bir şekilde görevden alındıktan sonra gördüm. BJK TV’ye çıkmıştı, kimseye kırgın değildi, arka fonda o efsanevi 11’in resmi vardır, şimdi Türkiye Ligi’nde herkesin içselleştirdiği değer(sizlik) yargılarıyla bakılınca o resim, Salvador Dali tablolarından bile daha gerçeküstücüydü. O tablonun hemen altında, Recep Çetin konuşuyordu, “emekli takoz”un söyledikleri insan kılığına girmiş milyonlarca takozun televizyonlarda gevelediklerinin yanında Orhan Veli şiiri gibi kalıyordu: “Bir şekilde futboldan koptum ama iyi oldu aslında. Artık çocuklarım için yaşıyorum. İyi eğitim almaları, örnek insanlar olmaları için çabalıyorum. Futbolculuk ve teknik adamlık dönemlerimde bu işleri boşlamışız, onu fark ettim. Bambaşka bir dünya var kitap sayfalarında saklı. Zamanında okumam gereken ama okuyamadığım kitapları okuyorum. Şiiri çok seviyorum, en çok da Nazım Hikmet’i okumaktan eşsiz bir mutluluk duyuyorum.” Sonra bir Nazım Hikmet şiiri okuyor, hem de ezberden; benim gözlerim doluyor… Sen onları boşver Recep, sen hepsinden güzel adamsın, bütün insanlar senin gibi bir “takoz” olsalar keşke…

4 Mayıs 2009 Pazartesi

BENCE BEŞİKTAŞ'TA EKSİK OLAN: NOUMA RUHU

En baştan söyleyelim: Eğer Pascal Nouma, endüstriyel futbol düzenine biraz olsun uyum sağlasaydı, yeteneğinin yarısını kullanarak en azından bir Nicolas Anelka gibi futboldan çok büyük paralar kazanabilirdi. Sadece başkaları gibi “oynayarak” kazanmak istemedi tıpkı çağımızın diğer Beyaz Zencileri Syd Barrett, Brian Jones, Janis Joplin, Iggy Pop, Joy Division’ın rahmetli solisti Ian Curtis gibi… O asla Elton John, Michael Jackson, Sting, Anelka, George Michael, Beckham gibi olmadı, olamazdı da… Çünkü olmak istemedi… Sahte bir cennette kölelik etmektense o sahte cenneti inşa edenlerin cehennem olarak nitelediği sürgünde kahraman olmayı yeğledi! O kadar! Yoksa hayatta sadece Jimi Hendrix’in gitarı ve Miles Davis’in trompetiyle karşılaştırılabilecek kalibredeki içine sığmak bilmeyen ruhunu üflediği üstün fizik gücü ve onu en güzel şekilde tamamlayan vuruş tekniğiyle İnönü’de 100 Bobo gücündeydi. Tıpkı Miles Davis gibi o anda beraber bir şeyler yarattığı insanların arasındaki en yetenekli adam olmasına rağmen diğerlerinin yeteneğini ateşlemek için kendi yeteneğini yoldaşlarına adadı. Sezon başına 40 gol atabilecek bir son vuruş yeteneğine sahipken kimsenin yapmadığı asistleri yaptı, 90 dakika boyunca savunmanın üçüncü ve en sağlam stoperi, orta sahanın ikinci ve en etkili önliberosu oldu. O Beşiktaş’ın ruhuydu ve ondan sonra Beşiktaş asla bu kadar siyah-beyaz olmadı. Pascal Nouma, sahadaki Çarşı’ydı

Pascal Nouma’nın her anı bir festival, her hareketi gökkuşağının başka bir büyülü rengiydi. Onu yaratan Tanrı’nın gerçeküstücülüğü keşfettiği o delilik ile dahiliğin düşman ikizler kesildiği anlarda, Nouma isimli gökkuşağının tüm renkleri iç içe geçtiğinde, siyah-beyaz’ın en güzel hali olan sonsuz bir tayf bahşedildi bizlere… Onu İnönü’de, sokakta ya da televizyonda her gördüğümüz an en iyi arkadaşımızı, rahmetli babamızı görmüş gibi hissettik hep… Pascal Nouma, bizim tribünden, bizim mahalleden, bizim ailedendi… O “biz”dik, hepimiz Zenci’ydik

Futbolcuların, parası olanların elinde kölece yaşatıldığı, birer otomatik portakala dönüştürüldükleri sanal bir cennette, her kahraman gibi “psikopat” olarak addedildi. Leeds maçında dünyanın en tiksinç ırkçılarından Faşist Cephe üyesi Danny Mills’e attığı Osmanlı tokadının ya da kazanmak için her yolu mübah sayan yerel Materazzi taklidi Gençlerbirliğili Tomas’a attığı kafanın Zidane’ın insan müsveddesi Materazzi’ye attığı kafadan ne farkı var Allah aşkına? O en doğal insani tepkinin, olabilecek en çılgınca dışavurulduğu andaki psikoloji ile Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Raskolnikov’un tefeci kadını öldürdüğü andaki psikolojisinin birbirlerine olan ikiz kardeşler misali benzerliği, tam da 21. Yüzyılın şizoid insanı değil mi?

Hem de ta kendisi… Baudelaire’in çok önceden müjdelediği gibi “bir can sıkıntısı çölündeki dehşet vahası” Pascal Nouma… Asiliğin, asaletin ta kendisi olduğunu, yeşil sahalarda en yüksek sesle haykıran katıksız hayata susamışlığın ta kendisi! O Osmanlı tokadı ve Abdülcanbaz kafasından sonra “kötü adam”, “psikopat” dediler. Evet, “kötü adam”dı çünkü “kötü adam” zencilerin argosunda beyazlara isyan ederek, zencilerin sonsuz saygısını kazanan adam demekti zaten. Baba Hakkı’dan beri kim bu kadar sevildi, kim bu kadar sayıldı Beşiktaş mitolojisinde? Pascal Nouma! Çünkü Pascal Nouma, yıllardır üst üste gelen saha içi ve masa başındaki yenilgilere, ezilmişliğe, haksızlığa atılan en güzel, en siyah-beyaz tokattı. Nouma, İnönü’ye adımını her attığında o ve onu sevenler o anda kendilerini dünyadaki tüm dağları devirecek kadar güçlü hissettiler.

“Psikopat” dediler ona… Bizzat kendisi de Beşiktaş’la olan sonsuz aşkının ikinci cildine başlarken “Beşiktaş taraftarını çok özledim, onları çok seviyorum… Onlar da benim gibi psikopat, sadece onlara layık olmaya çalışacağım” demişti. Biz de “onun gibi psikopat”tık, doğru. Beyaz Zenci'de ne demişti Norman Mailer:
“Modern çağda psikopat diye nitelenen kişi, hakiki anlamda özgür olan insandır sadece”
Başta parasından başka hiçbir özelliği olmayan plastik başkanlar ve hakem eskisi televizyon yıldızları olmak üzere tüm maskeli balocuların anti-tezidir Pascal Nouma. Ve biz onu bu kadar sevip, diğerlerinden bu kadar nefret ettiysek, biz Türkler olarak Avrupa’nın zencileri olduğumuz içindir her şeyden önce. Türkiye tarihinde, ülkemize gelen Avrupa Birliği vatandaşlarından sadece Pascal Nouma, “Ben Türküm” diyerek pasaport gişesinde sefil kuyrukların olduğu Türk Vatandaşları Gişesi’nden giriş yapmıştır. Çünkü bizzat Beşiktaş ile Leeds deplasmanına gittiğinde görmüştür, Türklere nasıl da zenci muamelesi yapıldığını… O da her zoraki göçmen zenci gibi, sadece çok iyi futbol oynadığı için asla kendisine bahşedilen pasaportunda yazan ülkeye kendisini ait hissetmemiştir. Havalimanına iner inmez İstanbul toprağını öptüğü 2005’te, Cezayirliler Paris’in gettolarını yaktığında ne demişti bize: “O mahallelerde ya Zidane olursunuz ya da arabaları yakarsınız. Ben de insanların kümesteki hayvanlar gibi yaşadığı o mahallelerde yaşarken o arabalardan yakmıştım”

Yaptığı en büyük “psikopatlık” olarak nitelenen ve kendisini ait hissettiği yerden kovulmasına sebep olan elini şortuna sokma olayında da herhangi bir Türk’ten farklı davranmamıştı ki! Biz Türkler, sokakta, evde, kahvede, her yerde tombala çekmiyor muyuz? O da öyle demişti zaten: “Sokakta herkesin yaptığı bir hareketi yaptım” Sadece kendisini kovma cüretini gösteren maskeli balocular, yani tüm aşağılık kompleksleriyle davrananlar dışarıda yapmaz o hareketi – yatak odalarında çocuğu yaşındaki kızlara yaparlar sadece… Zaten uzun bir süre bu hareketi “Antrenmandaki Sinan Engin taklidi” olarak yorumladı bazıları… Belki de hem çok daha güzel ve çok daha erkek olduğu, hem de yaşı yaşına daha çok uyduğu için sözde şeref tribününde oturan plastik başkan yerine kendisini seçen kız meselesine gönderme yaptı o kadar…

O ağzından puro eksik olmayanlara, bize “psikopat” diyenlere göre, onların adi kurallarıyla oynamayan herkes psikopattır, gangsterdir. “Büyükler”in sahte cenneti ile bir türlü uzlaşamayan, yani onların bakarkör gözünde asla büyümeyen bir çocuk olan “psikopat”ın temel dürtüsü çocukluk fantezilerini yaşamaktır. Pascal Nouma, İnönü Stadı’ndaki her saniyesinde o çocukluk fantezilerinden ibarettir. Çocuklar mahallede top oynadıklarında arkadan tekme sallamazlar… Tüm uyarılarına rağmen arkadan tekme atanlar, önce tokadı yerler, sonra da bir daha o oyuna katılamazlar.

O anda Mills değersiz bir böcekti çünkü karşısında rakibi olan Avrupa’nın zencileri Türkleri aşağılıyordu… Tomas da en az Mills kadar değersizdi o kafayı suratına yediğinde, hakemin görmediği anlarda rakibin anasına sövmek, arkasından diz kapağına tekme sallamak ile Ku Klux Klan’ın farkını söylesenize! Muhammed Ali’ye kadar tüm siyah boksörler özel hayatlarında birer sözleşmeli köle, halkın karşısında bir kraldı. Bunu ilk Muhammed Ali tersine döndürdü. İnönü Stadı’nda ise Pascal Nouma bu kaderi ölümsüzleştirdi. Hatırlasanıza, asker eskisi kendini beğenmiş hakem, o günlerde ilerideki muhtemel televizyon yıldızlığına yatırım yaparken nasıl da kaçırmıştı ağzından: “Beşiktaş’ın zenci futbolcusu….” Zavallı bilmiyordu ki James Brown’un harika şarkısındaki gibi en yüksek sesle biz hepimiz zenciydik ve bunla gurur duyuyorduk!

Pascal, asla hakemleri tanımadı çünkü sahaya hakim oldukları ölçüde hakkaniyetten yoksundular kara gömlekli beyaz adamlar. Sahi söylesenize, neredeyse nüfusunun dörtte biri siyahi olan koskoca Avrupa’da neden nüfusun milyonda birisi kadar siyah hakem yok? O zaman tabii “psikopat”a dönüşür Pascal Nouma… Deniz Gezmiş, maaşını Amerikalılar’dan alan mahkemeyi tanımamıştı, o da “psikopat”tı. Beyaz Türklerin siyah Türklerden gaspettiği paraları gömdükleri bankaları soydu, kendi ülkesini yönetmeye çalışan Amerikan askerlerini kaçırdı, hem psikopat, hem de gangsterdi o zaman! O bağlamdaki “gangster”, modern zamanlarda kahramanın, kralın muadilidir. Asılmadan hemen önce pekala özür dileyebilir, hatta ileride bazı arkadaşları gibi o devletin vekili bile olabilirdi. Ama kendi idam sehpasını kendisi tekmeledi. O tekme kölelik ettiği sahte cennete atılan tekmeydi, gözlerini kapadı, nefesi kesildiğinde diğerlerinin cehennem sandığı cennette sonsuz hükümran oldu. Nouma da pekala, Mills’e tokadı atıp 6 maç ceza almayabilir, sonraki maçlarda yeteneğinin yarısını kullanarak bir çok gol atıp İngiltere’nin, İtalya’nın en iyi takımlarına gidebilirdi. Yıllarca bir sürü yabancı futbolcu geldi gitti ülkemize. İyi bir performans sergileyenler, hemen daha büyük paralara Beyaz Avrupa’ya geçtiler. Çoğu parasını aldıkça yüzümüze güldü, arkamızdan salladı durdu. Bizi hakir gördü, dilimizi bir tek kelimesi bile öğrenilmeye değmez bir kabile dili gibi aşağıladı, kültürümüzü anlama zahmetine bile girişmedi. Ama Pascal ne demişti bize: “Futbolcu olmasaydım, gangster olur, hapislerde çürürdüm” Futbolu bıraktığında da bizim gibi “gangster” oldu zaten ama zihnimizdeki hapishanede asla çürümedi. Yaşamlarının her anını sınırlardan ibaret bir “düzen” adlı hapishanede yaşayan ve bu sınırları ancak kendi aralarında ihlal edebilen bir halka seslenen bir sınırsızlık fantezisiydi. Beyaz bir düzenin biz siyahlara layık gördüğü köşeleri sıradanlık, boyun eğme ve unutmak olan şeytan üçgeni şeklindeki kaderden kaçarken, bizi de oradan kaçırdı, bir daha geri dönmeyecek şekilde özgürleştirdi.

Buraları hiç terk etmek istemedi… Katar’a sürgüne gittiğinde attığı gollerin bir videosunu Lucescu’ya yolladı, filmin son karesinde sadece kendisi vardı, “Beni yuvama geri al” diye yalvarıyordu. Tüm siyahlar gibi her zaman kendisine bir yuva aradı, Nouma’nın yuvası İnönü’ydü. Öldüğünde bile oraya gömülmek istiyordu. Bir gün geri dönüp İnönü’nün çimlerini yiyecek, kendisini görünce avazı çıktığı kadar “Fransa’da doğdu, Beşiktaşlı oldu, helal olsun sana, Pascal Nouma” diye bağıran insanlar, içindeki asla büyümeyecek çocuğu ilk doğduğu günkü gibi ağlatacaktı. Televizyondaki aynı derebeyleri “Şov” dediler. Allah aşkına, her şeyi paraya tahvil edilebilecek bir şov uğruna yapsaydı, zar zor iş bulduğu başka bir takımda, Livingston’da oynarken “Ölene kadar siyah-beyaz” der miydi hiç? O derebeyleri, herkesi kendileri gibi sanıyordu sadece… Çünkü hiçbirisi şişkin cüzdanlarından bir zırnık bile ayırıp bizim gibi depremden çok çeken Pakistan’a ayırmazdı, o paralarla anlaşmalı maçlara bahis oynayıp kazandıklarında susarlar, kaybettiklerinde de “Türkiye’de futbol şaibeli” diye avazları çıktığı kadar bağırırlardı. Tabii ki Kızılay’ın Pakistan’a yolladığı 30 çelik evden birkaçının parasını cebinden hiç düşünmeden çıkaran Pascal Nouma’yı sevmiyorlardı çünkü o gittikten sonra Türkiye’de bize futbol diye yutturulmaya çalışılan pisliği deşifre etmişti. Sevmesinlerdi zaten… Biz de onları sevmiyorduk hiç! Ölseler üzülürdük belki ama kesinlikle ağlamazdık. Bizim Pascal ile olan aşkımız Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’indeki katıksız aşkla karşılaştırılabilirdi ancak: “Bir anı bile binlerce ömre değerdi” Pascal bize “Bir dakika daha siyah-beyaz formayı giymek için ölürüm” demişti. Onun ölüsü bile bizi diriltmeye yeter!

Ona yazdığımız 2000’li yılların en güzel şarkısı “Fransa’da doğdu” diye başlıyordu. …

Nüfuz cüzdanında yazana göre de 6 Ocak 1972’de Fransa’da Epinay-sur-Seine’de doğmuştu. Paris Saint Germain altyapısının en büyük yeteneğiydi. 1988-1992 arasında 37 maçta forma giydi. 1992-93 sezonunda Lille’de, 1993-94 sezonunda Caen’de kiralık olarak oynadı. Caen’de oynadığı sezon 32 maçta 7 gol atınca PSG’ye geri döndü. 1996’ya kadar PSG formasını giydi. 1996-1998 yılları arasında Strasbourg’da 57 maçta 22 gol atınca, Fransa Milli Takımı teknik direktörü Aimé Jacquet tarafından kadroya alınmak istedi ama Pascal Nouma kendini yeteri kadar Fransız hissetmediğinden olsa gerek Jacquet’ye çok sıcak yaklaşmadı. O zamanlar 1998 Dünya Kupası’nda Zidane’ın doğaüstü yetenekleri sayesinde şampiyon olan Fransa, <span style="font-weight:bold;">neredeyse bütün turnuva santrforsuz oynamıştı. Jacquet, kupanın ilk maçlarında Nouma’yı kadroya almadığı için eleştirilmiş ama Fransa’nın Dünya Kupası tarihinde kazandığı ilk ve tek şampiyonluğun harala gürelesinde her şey unutulmuştu. Ama Nouma’nın 1998-2000 yılları arasında Lens forması ile gösterdiği muhteşem performanstan sonra tartışma bir kez daha ateşlenmişti. Sonunda Jacquet, Pascal’ı tam kadroya alacakken, bizimkisi bir maçtan sonra Nouma’lığını yapmış, Jacquet “Çok iyi bir oyuncu ama aşırı hırçın” diyerek son anda onu kadro dışı bırakmıştı. Jacquet’nin “aşırı hırçınlık” olarak nitelediği olay ligde oynanan bir Lens maçından sonra yaşanmıştı: Maç esnasında kendi takımında 5 siyahi oyuncu oynamasına rağmen rakip oyunculardan birisi Nouma’ya “Pis zenci, bok rengi aşağılık köpek” demiş, adeta eceli gelen köpek gibi cami duvarına işemişti. O zamanlar Beşiktaş taraftarı ile henüz tanışmamış olan Nouma, kafası attığında rakibe kafa atmak için maç sonlarını bekliyordu. O gece de maçın sonunu beklemiş ama maç biter bitmez soluğu rakip soyunma odasında almıştı. “Nereye gidiyorsun?” diye soran çoğu siyahi birçok takım arkadaşına “Bize bok rengi diyen herifi öldürmeye” demiş ama kimse yardımına gelmeyince tek başına rakipten 16 futbolcu, 5 yönetici ve 6 teknik heyet mensubunun olduğu odaya ringe dalan Muhammed Ali gibi dalmıştı. Önce diplomatik yolu denedi: “Bana kim bok rengi dediyse öne çıksın, onu öldüreceğim sadece… Diğerlerinin korkmasına gerek yok” Ama saniyeler ilerledikçe, kendisine “bok rengi” diyen böcek bir türlü ortaya çıkmadı. Üstelik rakibin siyahi oyuncuları da bu duruma hiçbir tepki göstermemişlerdi. O anda Nouma “Fransa Milli Takımı’na da, Jacquet’ye de, Fransa’ya da, anasına da…” diyerek tam 27 kişiye saldırdı. O esnada, ırkçı böceğin korkaklığının kurbanı olan diğer oyuncular, kurunun yanındaki yaş dallar gibi Nouma yangınında yanıp kül oldular… Soyunma odasından 8 polis tarafından güç bela çıkarıldığında, her yer kan revan içinde kalmıştı.

Bu maçtan sonra Nouma zaten Lens’te kalamazdı, büyük bir ceza alacağı için Fransa Ligi’nde başka takımda da oynayamazdı. İyi ki de orada oynamadı! Zaten, o ırkçı böcek yerine kendisine ceza verenlerin yönettiği bir ligde bir daha oynamak istemiyordu. Pasaportunda vatandaşı olduğu ülkenin Milli Takımı’nda oynasa da asla “Fransız” olmayacağını çok daha iyi anlamıştı. Tam da o günlerde Fransa, neredeyse 11’i siyahlardan oluşan bir takımla Avrupa Şampiyonu olup sonradan başkanlık seçimlerinde tulum çıkaracak Le Pen tarafından fazla “zenci” ve az “Fransız” olarak nitelendiği günlerde ilk kez Beşiktaş’ın adını duydu. Bu Türk takımının renkleri tam da onun ruhunu yansıtıyordu. İnönü’ye adımını attığı ilk anda Beşiktaş seyircisi ona, o da Beşiktaş seyircisine aşık oldu. O aşk her geçen saniye daha da büyüdü. İlk Nouma’lığı, sürekli Beşiktaş aleyhine haber yapan, gazetesi Beşiktaş tribünlerinde tuvalet kâğıdı muamelesi gören kanalın magazin muhabirine tekme tokat dalmak oldu. Geceyi karakolda geçirdi. Ama nedense bütün Beşiktaş taraftarları kendisini destekledi. Aynı hareketi Nouma’dan önceki gözbebeğimiz, “Seba gitsin” Ahmet Dursun bile yapsa kızardık aslında. Ne olursa olsun, Beşiktaş futbolcusuna yakışmayan bir hareketti Süleyman Seba değerleriyle yeşermiş gönlümüzde. Ama Seba gitmiş, Playboy’lar hükümdar olmuştu. Kaybolan yıllar içimizde birikmiş, her an patlamaya hazır bir volkana dönüşmüştü. Nouma, magazincilere attığı uçan tekmede o volkanın ta kendisiydi sadece…

Kesinlikle profesyonel bir futbolcu gibi davranmıyor, tekmeye kafa sokuyor, hiç durmadan koşuyor, yenilgiyi asla kabullenmiyordu. Zaten ülkemizde profesyonellikten anlaşılan ahlaksızlığın en katıksız, en tiksinç haliydi. O önümüzü dahi göremediğimiz puslu havada, tünelin dibinde parlayıp içimizdeki çocuğun gözlerine yansıyan ışık gibiydi. Ne yaparsa yapsın yüzümüz gülüyor, Serdar Topraktepe’lerin, Alpay’ların binbir çabasına rağmen öldüremediği siyah beyaz ruhun vücut bulmuş haliydi. Biz ki bizim bir aylık maaşlarımızı bir gecede en adi mekanlarda bitiren gece alemcisi futbolculardan ölümüne tiksinmiştik, bir gün Nouma’ya “Diskoya götür bizi” diye tezahürat bile yapmıştık. Ben de oradaydım, sanki her an Nouma tellerden atlayıp “Hadi gidiyoruz” diyecek gibi bakıyordu bize, o her daim mahzun, dünyanın en güzel, en muzip çocuğu gözleriyle…. O gün olmasa da, diskoya olmasa da, bir gün gelecek, hepimizi Beşiktaşlıların efsanevi Kazan Meyhanesi’ne götürecekti!

İlk sezonun sonunda, Tomas’a attığı kafayı bahane ederek önce onu sonra da hepimizi ağlata ağlata uzaklaştırmışlardı Beşiktaş’tan… Daha önce neler neler yapmıştı, Tomas’a attığı kafa, daha sonradan yapacaklarının yanında bardağı taşıran bir damladan bile küçüktü… Asıl neden, Seba’dan sonra “biz her şeyi biliyoruz” diye ortaya çıkan başkan ve yönetimin Süleyman Seba’nın zamanında evini ipotek ettirerek Beşiktaş’a kazandırdıklarını bir sezonda çarçur etmesiydi. Yıllardır binbir emek ile kulübün kasasına girmiş paralar, önce bir günde “beyin hastası” olduğunu keşfettikleri Nevio Scala’nın tazminatına, sonra da Fazlı, Erman gibi asla Beşiktaş formasına yakışmayan beşinci sınıf futbolcu taklitlerinin şişirme bonservislerine harcamışlardı. Nouma da sadece o yıl kendisiyle birlikte takımın en iyi oyuncuları olan Karhan, Munch gibi daha fazla maaş ödenmemek için yok pahasına satılmıştı.

Nouma, 2000-2001 sezonunu Marsilya’da geçirdi ama “Fransa’nın zencileri” olarak bilinen göçmen takımı bile 24 maçta 18 gol atıp sayısız asist yaptığı Beşiktaş’tan sonra onu kesmedi, sadece 10 maçta forma giyip tek bir gole imza attı. Velodrome’da, asla İnönü’de olduğu gibi üst direğin iki kafa yukarısına zıplamadı, bir tek saniye bile savunmaya yardım etmedi. 100. yılda Beşiktaş’a dönüşü, kesinlikle bir yıl önce kendisini satanların son kozuydu çünkü 100. yıl olmasına rağmen her geçen gün artan borç batağından kurtulmanın tek çaresi olan kombineler satılmamıştı.

Nouma, Atatürk Havalimanı’na üzerinde Beşiktaş forması ile inmeden bir saat önce ise neredeyse bütün kombineler tükenmişti. O sezonun başında Lucescu ile konuştuğumda Nouma için çok da istekli gözükmüyordu ama her zamanki “İnsanları ne olursa olsun kazanmaya yönelik” tavrı ve kişiliği ile bambaşka bir Nouma doğuracaktı. Ne de olsa sadece Luce, Sergen’den bile “futbol yıldızı” olarak yararlanabilmişti. İlk maçında oyuna girer girmez kendisinden “Zenci futbolcu” olarak bahseden Ali Aydın tarafından anında oyundan atılacak, bir sonraki hafta İnönü’nün her yerinde “Hepimiz Zenciyiz” pankartları açılacaktı. Ne olursa olsun biz de, o da çok mutluyduk… O sene şampiyon olmasak bile yine dünyanın en mutlu taraftarı olurduk… Şükürler olsun ki en büyük aşkımızla baş başaydık…

O sezonun ortalarında bir kez daha anladık ki Lucescu yüzlerce litre Passiflora’dan, Prozac’tan daha da etkili bir sakinleştiriciydi. Nouma neredeyse hiç kart görmedi… Hatta attığı bir golden sonra gidip “ilacı”nın, Luce’nin elini öptü… Dünyanın en güzel aşk filminde bile bu kadar duygusal bir an olamazdı! İnönü’deki Dinamo Kiev maçı başladığında ise uzun bir zamandır ilk kez bir Beşiktaş maçına gitmiştim. Top Nouma’nın ayağına her geldiğinde, bütün stat aynı anda ayağa kalkıyor ve avazı çıktığı kadar en güzel aşk şarkımızı söylüyordu: “Fransa’da doğdu, Beşiktaşlı oldu, helal olsun sana, Pascal Nouma…” İkinci devrenin başlarında, Nouma’nın o olağanüstü aşırma golünü atacağı kaleye hücum ediyorduk. Nouma yine sahanın her santimetrekaresinde olağanüstü bir savaş veriyordu. Top Beşiktaş’ın sol kanadından dışarı çıkmıştı, normal şartlarda tacı atması gereken İbrahim Üzülmez her zamanki verimliliği ile gayreti ters orantılı kanat bindirmelerini yapa yapa çok yorulmuştu. Birden Nouma, Kiev cezaalanından oraya kadar geldi ve tacı atmak için topu eline aldı. O anda herkes bir daha ayağa kalktı, herkes dünyanın en ateşli sevgilileri gibi avazı çıktığı kadar bağırıyordu. İlk kez bir İrlanda ya da İskoçya maçı dışında dünyanın başka bir yerinde birileri “sadece” tacı atan adamı avuçları patlarcasına alkışlıyorlardı. Yaklaşık beş dakika sonra Nouma da aşkımıza verilebilecek en güzel cevabı verdi: Aslında sadece çok yorulmuştu ve o orta saha ile ceza alanı yayı arasında aldığı topu daha fazla sürmeyip son bir can havliyle aşırtma bir vuruşla kaleye yollamıştı. Ama olanlar oldu, top İnönü’de Nouma’nın ayağına geldiğinde bir anda Hagi’ye bile dönüşebilirdi… Oldu da… Beşiktaş, daha önce yine Nouma’nın muhteşem performansı ile yendiği cihan pehlivanı Barcelona’dan sonra başka bir dünya devini, Dinamo Kiev’i yenerek elemişti. Yine o vardı! Ama zaten ona o kadar aşıktık ki, o golü atmasa bile hiçbir şey değişmezdi… Bu ruh halinin de dünyanın başka hiçbir stadında bir eşi benzeri yoktu, olmadı da…

Hiç gerek yok, Pascal’ın tek tek yaptıklarını anlatmaya… Bütün o anların toplamında ortaya çıkan binlerce niteleme sıfatı ve Ahmet Hamdi Tanpınar kelimesinden kat be kat üstün ruh hali, sonsuzluğun ta kendisi. Yoksa “tombala”dan önce Fenerbahçe’ye attığı gol de herhangi bir futbolcunun ve taraftarın hayatında başlı başına bir resitaldi… Ama Nouma-Beşiktaş aşkında sadece bir noktaydı… Keşke o golü hiç atmasa, gol sevinci niyetine tombala çekmeseydi… Ya da o zamanlar Beşiktaş’ın başında olanlar Nouma’nın binde biri kadar cesur olup onu anında kombine bir biletmiş gibi satmasalardı. Bu ülkede neler neler olmuştu, oluyordu, olacaktı da… Susurluk mafyasının eski metresi kendilerini bizden daha fazla Müslüman gören “hep kendine Müslümanlar”ın gecesinde konser verip yılın annesi seçilmişti. Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en değerli insanlarından Abdi İpekçi’yi öldürenler serbest bırakılmış, hatta onlarla gurur duyulmuştu. Sokağın ortasında bir güvercin kadar savunmasız Hırant Dink’in ensesine kurşun sıkanlar baş tacı edilmiş, Dink’in cesedi bir hayvan cesedi gibi sadece bir gazete parçası ile örtülmüştü. Amerikalı bir çavuş, bir Türk subayının kafasına çuval geçirmiş, içtimalarda kendi evlatlarına kan kusturan paşalar kıllarını bile kıpırdatmamışlardı. Yetimhane çocukları, insan kılığındaki hayvanların tecavüz fantezilerinden ibaretti. Polisler suçlular, suçlular da polis olmuştu. Neler neler olmuştu, daha neler neler olacaktı! Artık kimse hiçbir şeye şaşırmıyordu. Türkiye’nin ana haber gündemindeki her olay büyük bir şaka gibiydi… Nouma’nın tombalası da en fazla hepsine göre son derece zararsız bir şakaydı. Ama Pascal’dan başka hiç kimse bu ülkeden kovulmadı. Her şey unutuldu, bir tek Nouma’nın tombalası unutulmadı.

Onu sevmek için Beşiktaşlı olmaya bile gerek yoktu. Hatta birçok Beşiktaşlı için Nouma’dan sonra Beşiktaş’ı eskisi kadar sevmeye de gerek yoktu. Kulübün anlı şanlı adı şikelere, mafyaların yurt dışına firar etme maceralarına bulaştı. İnönü’ye nifak sokup küfürlerle Seba’yı yollatanlar, Nouma’nın Mills’e attığı tokat gibi tarihin affı olmayan tokadını yiyip o küfürlerin çok daha fazlasına maruz kaldılar ve Nouma olayında olduğu gibi hemen kaçtılar çocukları yaşındaki kızlara sığındılar. Beşiktaş kulübü kurulduğundan beri son<span style="font-weight:bold;"> anda kümede kaldığı yıllar dahil asla böylesine bir borç batağına saplanmamıştı. Kulüp çalışanlarına ödenemeyen maaşları Pascal Nouma’nın ödemesi ne kadar da manidar! Bizimle Kazan’da içmeye geldiğinde kendisine “Ahmet Dursun’la olmak için mi geldiniz? Yoksa İstanbul’da size hayran olan kadınlardan birisinin mi yanına gidiyorsunuz?” diye soran salaklara “Hepiniz Gay’siniz” demesi yetmezmiş gibi bir de “Galatasaray sizi istiyor, gidecek misiniz?” sorusu karşısında midesi bulanmış gibi “öğğğ” yapması! Ne desek boş! Pascal’ın midesini bulandıran Galatasaray değildi asla, Beşiktaş’ta bu kadar sevilen, böylesine sembol olmuş bir adamın ezeli rakibine transfer olma düşüncesi(zliği)ydi. Nouma’nın kitabındaki ahlaksızlığa, profesyonellik diyorlardı buralarda… Ama 10 puan öndeyken karşılıklı katakullilerle sadece şampiyonluğu değil, kulübün ruhunu satanlar profesyoneldi! Kulübün antetli kağıtlarını mafyaların hizmetine sunanlar profesyoneldi. Nouma değildi, Nouma bizim tribünden, bizim mahalleden, hepimizin en yakın arkadaşıydı. 2005-06’da Port Vale’de, 2007’de Katar’da ve Burundi’de oynarken de Beşiktaşlıydı Nouma…

Nouma Beşiktaş, Beşiktaş da Nouma görmesini, hissetmesini bilene… Hepimiz Nouma’yız, Beşiktaş’ız… Onu gönderip geri almayanlar sadece Beşiktaş’ı parası ile gasp edenler, gelene paşam gidene ağam diyenler… Beşiktaş asla onlara kalmayacak, hep bizim olacak… Ölünce bizi de İnönü’ye gömün, Pascal Nouma’nın yanı başına…

1 Mayıs 2009 Cuma

Kewell'ın Galatasaray öncesi 10 efsanevi maçı

1- Stoke-Leeds, Lig Kupası maçı, 15 Ekim 1997
Leeds’de forma giymeye başladığı ilk sezonu olan 1995-96’da daha çok bir zamanlar Abdullah Ercan’ın oynadığı pozisyonda 3-5-2’nin sol kanadında oynayan Kewell, George Graham’ın göreve gelmesiyle 4-4-2’ye dönen takımda sol açığa çekildi. O zamanlar savunma yönü de kuvvetliydi ama Graham’ın dediği gibi onun gibi bir futbol mücevherini sürekli olarak kanada hapsetmek fazla lüks bir tercihti. Bu yüzden Graham, Kewell’ı daha çok forvet hattında kullanmaya başladı. O yıllarda bir orta sıra takımı olan Leeds United için Lig Kupası, Avrupa kupalarına katılmak adına büyük önem taşıyordu. Kewell, Stoke maçında uzaklardan voleyle doksana attığı harika golle 66. dakikada geriye düşen Leeds’in üç dakika sonra maçı beraberliğe getirmesini ve uzatmaya gitmesini sağladı. Leeds maçı uzatmalarda 3-1 kazanırken, İngiltere’deki ilk golünü atan Kewell, maçın oyuncusu seçildi.

2-Leeds-Galatasaray, UEFA yarı final maçları, 6 Nisan-20 Nisan 2000
1999-2000 sezonunda İngiltere’de Yılın En İyi Genç Oyuncusu seçilen Kewell, David O’Leary yönetiminde Altın Çağı’nı yaşayan Leeds’in en önemli yıldızı oldu. O sezon fiyatını 20 milyon pound’a kadar çıkartan Avustralyalı yıldız, henüz 21 yaşında olmasına rağmen hem 10 ayda 7 kez Leeds’in en iyi oyuncusu seçildiği ligde hem de 12 maçta 5 gol kaydettiği UEFA Kupası’nda Leeds’in en önemli kozuydu. İstanbul’da oynanan ve maçtan önce Leeds taraftarlarının ölümüyle sonuçlanan talihsiz olaylarla hatırlanan ilk maçta Galatasaray harika orta sahasıyla İngiliz ekibine müthiş bir pres uygulamış ve adeta sahadan silmişti. Leeds’in tek ayakta kalan oyuncusu Harry Kewell olurken ilk kez Türk futbol seyircisiyle buluştu. Rövanş maçı da ilk maçta yaşanan olayların etkisiyle büyük bir gerilime sahne olurken, Kewell hırsının kurbanı oldu. 43. dakikaya kadar Galatasaray savunmasına çok zor anlar yaşatan Kewell biraz da hakem Lubos Michel’in gazabına uğrayarak kırmızı kartla oyundan atıldı. Bir dakika sonra bu kez Emre Belözoğlu oyundan atılıp Fatih Terim’den dünyanın gözü önünde dayak yese de (!) Kewell’sız Leeds, maçın kalan süresinde etkili olamadı.

3- Leeds-Blackburn, Premier Lig, 9 Aralık 2001
2000 yılında Okyanusya’da yılın futbolcusu seçildikten sonra 2000-01 sezonunda hemşerisi Mark Viduka ile harika bir forvet ikilisi oluşturan Kewell, geçirdiği ilk ciddi sakatlıktan sonra sadece 26 maçta forma giyse de Şampiyonlar Ligi’nde oynadığı 9 maçta gösterdiği performans ile Leeds’in o sezon yarı finale kadar çıkmasında hayati bir rol oynadı. 2001-02 sezonunda ise sakatlığını tamamen atlatan Kewell, 35 maçta forma giyerken 11 gole imza attı. Robbie Fowler ve Robbie Keane gibi Ada’nın süper forvetlerini kadrosuna katan O’Leary, Kewell’ı daha çok sol açık ve forvet arkasında serbest oyuncu olarak kullanırken, Avustralyalı yıldız tüm sezon boyunca yaratıcılığını konuşturdu. Birçok maçta harikalar yaratan Kewell, sezonun en kritik karşılaşmalarından birisi olan Blackburn maçında takımını tek başına taşırken, halen Leeds taraftarlarının unutamadığı performansıyla takımını yeniden şampiyonluk potasına sokmayı başardı. Maç boyunca Fowler ve Viduka, Blackburn kalecisi Friedel’a takılırken 55 ve 62. dakikalarda sahneye çıkan Kewell maçın kader adamı oldu.

4- İngiltere-Avustralya, hazırlık maçı, 12 Şubat 2003
Her ne kadar kağıt üstünde bir hazırlık maçı olsa da bir İngiliz sömürgesi olan Avustralya için İngiltere’de oynanan bu maçı kazanmak Dünya Kupası’nı kazanmak kadar önemliydi. Daha çok İngiltere’deki alt liglerde oynayan oyunculardan kurulu olan Avustralya, maçı hiç kimsenin beklemediği bir şekilde 3-1 kazanırken, Kewell oynadığı futbolla bu maçtan sonra “Oz Büyücüsü” lakabıyla anılmaya başlandı. Maç boyunca Leeds’ten eski takım arkadaşı Rio Ferdinand’a sefilleri oynatan Kewell, tek santrfor Viduka’nın arkasında serbest oynarken birçok pozisyonda Ashley Cole’a kramponunu ters giydirdi ve 41. dakikada attığı golle Avustralya’yı 2-0 öne geçirdi. Kangurular, maç sonunda 3-1’lik tarihi bir zafere imza atarken, hiçbir zaman iyi bir sol açığa sahip olamayan İngiltere teknik direktörü Sven-Goran Eriksson, Kewell’in İngiltere için oynaması için çok şeyini vereceğini açıkladı.

5-Avustralya-Uruguay, Dünya Kupası play-off 2. maçı, 16 Kasım 2005
Daha önce henüz 18 yaşındayken 1998 Dünya Kupası play-off’unda İran deplasmanında milli takım formasıyla ilk golünü atan Harry Kewell, rövanş maçında da Avustralya’yı öne geçirmesine rağmen ülkesinin Fransa 98 biletini almasını sağlayamamıştı. Son olarak 1974 Dünya Kupası finallerine katılmayı başaran Avustralya, Almanya 2006’ya katılabilmek için bu kez play-off’ta Uruguay engelini aşmak zorundaydı. Hiddink yönetimindeki Kangurular, penaltılar sonucunda 22 yıl sonra şeytanın bacağını kırarken, sonradan oyuna dahil olan Kewell, sakatlığına rağmen Bresciano’ya maçın tek golünün asistini yaptı ve mükemmel bir oyun sergileyerek ulusal bir kahramana dönüştü.

6-Liverpool-Tottenham, Premier Lig, 14 Ocak 2006

Liverpool’a ilk geldiği sezon olan 2003-04’te Gerrard Houllier tarafından orta sahanın sağında oynatılan Harry Kewell formunun zirvesindeyken, ilk önce Fransız hocanın aşırı defansif taktiklerinin sonra da şanssız sakatlıklarının kurbanı oldu. Yine de o sezon 49 maçta attığı 11 golle takımın en başarılı oyuncularından birisi olan Kewell, Premier Lig’de kaleye en çok isabetli şut atan futbolcu olurken, bir önceki sezon Leeds formasıyla olduğu gibi sol ayakla en çok gol atan oyuncuydu da. Houllier sonrası Benitez geldiğinde, uzun bir süre sakatlıklarla boğuşan yıldız oyuncu, İstanbul’daki 2005 Şampiyonlar Ligi Finali’nde de sakatlanıp oyundan çıkınca taraftarların büyük tepkisini çekti ve yuhalandı. Şampiyonlar Ligi’ni kazanan ilk Avustralyalı olan Kewell, 2006 kışında sakatlığını atlattı ve Aralık 2004’ten 2 yıl sonra Liverpool formasıyla ilk golünü Tottenham’a attı. Maçın tek golünü atan ve Leeds’ten geldiği ilk zamanlardaki kadar iyi bir oyun çıkartan Kewell, yeniden ilk 11’inin değişilmez oyuncusu oldu.

7-Liverpool-Everton, Premier Lig, 25 Mart 2006
2006 yılı Harry Kewell’in adeta yeniden doğduğu yıl oldu. Houllier dönemindeki sıkıcı defansif futboldan sonra Rafael Benitez yönetiminde yeniden yapılanmaya giden Liverpool, daha önceki yıllara göre daha iyi bir savunma ve Gerrard önderliğinde bir orta sahaya sahipti. Owen’ın gidişinden sonra maçların kader anlarında iyi bir santrforun bitiriciliğinden yoksun kalan Kırmızılar, ligde şampiyon olamasalar da oynadıkları oyun ve Şampiyonlar Ligi’ndeki başarılarıyla yeniden Avrupa’nın en kudretli takımlarından birisine dönüştüler. İlk geldiği günden beri sakatlıklarına rağmen sürekli olarak Kewell’a destek çıkan Benitez, bunun semeresini uzun vadede almayı başardı. Sakatlığını atlatan Kewell’ın takımda 15 milyon pound’luk yeni bir transfer etkisini yaratacağını söyleyen İspanyol hoca, 2006 ilkbaharındaki Merseyside derbisinde haklı çıkacaktı. 18. dakikada Gerrard’ın oyundan atılmasına rağmen Kewell’ın devreye girmesiyle en büyük kozunun eksikliğini fazla hissetmeyen Liverpool, 2-0 öne geçtiği maçın sonlarına doğru Everton’ın maçı 2-1’e getirmesiyle soğuk terler döküyordu. Ama 84. dakikada sahneye çıkan Harry Kewell, harika performansını hala İngiltere Ligi jeneriklerinde yer alan müthiş bir golle süsleyerek hem Merseyside derbisine damgasını vurdu, hem de Liverpool’u ligde ikinci sıraya taşıdı.

8- Chelsea-Liverpool, 2006 FA Cup yarı finali, 22 Nisan 2006
2005-06 sezonunun ikinci yarısında eski performansını yakalayan Kewell, o sezon toplamda 40 maçta forma giydi ve yeniden Ada’nın en parlak yıldızlarından birisine dönüştü. Liverpool o sezon FA Cup şampiyonu olurken yarı finalde Chelsea’nin sağ kanadını felç eden Kewell, Jose Mourinho’nun prenslerinden Portekizli sağ bek Paulo Ferreira’yı da ilk 11’deki yerinden etti. Liverpool’un 2-1 kazandığı maçtan sonra West Ham ile oynanan FA Cup finalinde yine sakatlanıp oyundan alınsa da bu kez taraftarlar onu ayakta alkışladılar.

9-Hırvatistan-Avustralya, Dünya Kupası grup maçı, 22 Haziran 2006
22 yıl sonra Kewell sayesinde Dünya Kupası finallerine katılmayı başaran Avustralya, gruptaki son maçında Hırvatistan ile karşılaştı. İki takım arasındaki son maç 1998’de Zagrep’te oynanmış ve Kangurular 7-0’lık bir hezimete uğramışlardı. Ama 22 Haziran günü, Harry Kewell’ın günüydü. İngiliz hakem Graham Poll’un Hırvat Josip Simuniç’e 3 kez sarı kart göstermesiyle de tarihe geçen karşılaşmada bir kez daha sakat sakat oynayan Kewell, Avustralya 2-1 yenikken 79. dakikada attığı beraberlik golüyle takımını ikinci tura çıkarmayı başardı. Avustralya başbakanı John Howard, resmi kutlama mesajında Kewell’dan “Kral Harry” diye bahsetti. Ancak bu maçta büyük bir fedakarlık yaparak sol ayağındaki bakteriyel enfeksiyona rağmen oynayan Kewell, adeta ülkesi için kendisini ateşe attı ve çok uzun bir zaman sakatlığını atlatamayarak bir dahaki sezon sadece 3 maçta forma giyebildi.


10-Liverpool-Charlton, Premier Lig, 13 Mayıs 2007

Dünya Kupası’nda Avustralya’yı tarihinin en büyük zaferine taşıdıktan sonra sakatlığı yüzünden yaklaşık bir yıl kadar Liverpool’da forma giyemeyen Harry Kewell, 2006-07 Premier Lig sezonunda Kırmızıların oynadığı son maç olan Charlton karşılaşmasında sonradan oyuna girdi. Liverpool taraftarları artık Oz Büyücüsü’nden umudu kesmiş olsalar da Benitez’in kafasında hala takımın en büyük silahlarından birisiydi. Kewell, daha önce sahalara dönebilecekken bu kez Benitez tamamen hazır olmadan onu oynatmak istememiş ve 2007 Şampiyonlar Ligi finalinde oynatmak için hazırlanmıştı. 57. dakikada Bolo Zenden’in yerine oyuna dahil olan Kewell, Benitez’in bile beklemediği kadar harika bir maç çıkartarak ilk önce Xabi Alonso’nun kaydettiği beraberlik golünün ortasını yaptı. Liverpool bir kez daha geriye düşse de 90. dakikada sahneye çıkan Oz Büyücüsü, penaltıdan attığı golle son anda beraberliği sağladı. Şampiyonlar Ligi finalinde de sonradan Zenden’in yerine oyuna dahil olan Kewell, 2007-08 sezonunun başında yine sakatlanınca sadece 13 maçta forma giydi ve hiç gol atamadı.