26 Ağustos 2009 Çarşamba

HOLİGANİZM HAFTASINA ÖZEL - AVRUPA'NIN EN BÜYÜK FUTBOL SAVAŞI: SIRBİSTAN vs HIRVATİSTAN



Hırvatistan’ın Real Madrid’i olarak nitelendirebileceğimiz Dinamo Zagreb’in Maksimir Stadı’nın girişinde devasa bir anıt vardır. Anıta ilk baktığınızda her ne kadar bizim Çanakkale Şehitliği’ne benzetip savaşta hayatını kaybeden insanlara adanan bir saygı duruşu zannetseniz de üzerinde yazanı okuduğunuzda o güne kadar futbol adına bildiğiniz her şey ters yüz olur. Balkanlar söz konusu olduğunda futbolun asla sadece futbol olmamasının ötesinde başlı başına bir savaş biçimi olduğunu anlarsınız: “Bu anıt, 13 Mayıs 1990’da Sırbistan’a karşı kutsal savaşı başlatan Dinamo Zagreb taraftarlarının şerefine buraya dikilmiştir”

Anıtın soğukluğunda sonsuzlaştırılan 13 Mayıs 1990 tarihi, sadece karşılaştırma yapıldığında Milwall’lu holiganları, Chelsea’li Kafatası Avcıları’nı tiyatro izleyicisine dönüştürecek Dinamo Zagreb’in Kötü Mavi Çocuklar fanatik grubu için değil, tüm Balkan halkları için insanlık tarihinin en acı sayfalarından olan Yugoslavya İç Savaşı’nın miladıdır.

Henüz başta Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar olmak üzere tüm Güney Slav halklarının 45 yıldır aynı çatı altında göreceli bir barış ve huzur içinde yaşadıkları Yugoslavya Halk Cumhuriyeti, kağıt üzerinde de olsa intihar etmemişken, başta Almanya ve tabii ki Amerika olmak üzere dış güçlerin tetiklediği iç savaş kapıdadır. Yugoslavya Federasyonu’nu oluşturan en büyük iki cumhuriyetten Hırvatistan’da ayrılıkçı partiler seçimleri kazanmış, Sırbistan’da ise Hırvat hükümetinin düşman ikizi olan aşırı milliyetçi Slobodan Miloseviç iktidarını pekiştirerek Yeni Dünya Düzeni’nin en kanlı savaşını tetiklemektedir.

Yugoslavya’nın can çekiştiği bu günlerde, daha önce Tito zamanında halkları birleştirmenin en güzel yolu olan futbol artık halkları birbirine kırdıran uluslararası kuklaların oyuncağıdır. İronik bir şekilde 1990 yazında Avrupa’nın Brezilyası olarak addedilen Yugoslavya, Dünya Kupası’nda çeyrek finale kadar yükselecek, hatta insan kasabı Arkan devreye girene kadar sadece Sırpların değil tüm Yugoslavların takımı olan Kızılyıldız bir yıl sonra finalde Bernard Tapie’nin Marsilya’sını devirerek Şampiyonlar Ligi şampiyonu olacaktı.

Ama artık Tito öleli 10 yıl olmuş, bir zamanların Soğuk Savaş ikliminde ne Amerika ne de Sovyetler Birliği karşısında diz çökmeyen, hatta Arap ülkelerine liderlik yaparak Bağlantısızlar Hareketini kuran itibarlı Yugoslavya’sı artık Miloseviç’lerin, Tudjman’ların, Arkan’ların insafına terk edilmişti. Tito’nun ölümünden sonra futbol, rejime karşı aşırı milliyetçi muhalefetin en büyük propaganda aracıydı. Artık sadece Hırvatların takımı olan Dinamo Zagreb, sezon sonuna kadar artık Sırp aşırı milliyetçiliğinin en büyük bayrağı olan Kızılyıldız’la büyük bir şampiyonluk yarışı yaşamıştı.

13 Mayıs 1990 günü ise, şampiyon aslında çoktan belliydi. Prosinecki, Stojkoviç, Pancev, Saviçeviç ve Şabanadzoviç gibi Yugoslavya’nın tüm halklarından en iyi oyuncuları bir araya getiren Kızılyıldız, zorlu maratonda Dinamo karşısında ipi göğüslemiş, Zagreb’e şampiyonluğunu kutlamaya gidiyordu. Ama sahada kutlama dışında her şey olacak, her iki tarafın aşırı milliyetçileştirilmiş fanatik taraftarları, henüz maç başlamadan birbirlerinin arabalarını ateşe vererek savaşa başlayacaklardı. Kızılyıldız’ın kendisini “Kahramanlar” olarak adlandıran Delije taraftar grubundan yaklaşık üç bün kişi yanlarında tel örgüleri imha edecek asit sülfüriklerle Zagreb’e gelmişler, liderleri Arkan eşliğinde on bin kadar Zabrebli ile yakın zamanda ülkeyi hiç sönmeyecek yangın yerine çevirecek olan iç savaşın provasını yapıyorlardı. O zamanlar multietnik bir yapıya sahip olan Zagreb polisi ne yapacağını şaşırmış bir biçimde amirlerinin emirlerine kulak asmayarak etnik kökenlerine göre savaşa kenarından köşesinden dahil oldu.

Asıl kıyamet ise maç başladığında yaşanacaktı. Belgrad’dan getirdikleri sülfürik asitlerle tel örgüleri eriten ve Sırp milliyetçisi şarkılarla Dinamo Zagreb’in Kötü Mavi Çocuklar’ına saldıran Kızılyıldızlı holiganlar, Maksimir Stadı’nı savaş alanına çevirdiler. Holiganlıkta Sırp düşmanlarından asla geri kalmayan Kötü Mavi Çocuklar, yanlarında getirdikleri bıçaklar ve söktükleri tribünlerle karşılık verince olay iyice çığırından çıktı. Aslında bu savaşın en büyük tetikleyicisi olan Sırp lider Miloseviç ve Hırvat meslektaşı eski Partizan başkanı Tudjman’ı öldürmekten bahseden holiganlar, karşılıklı çekilen bıçaklarla birbirlerini yaraladılar.

Bu sırada Kötü Mavi Çocuklar, maçın oynandığı sahaya hücum ettiler. Birçoğu Sırp kökenli olan polis Zagreb’lilere sanki Kızılyıldız taraftarlarıymış gibi ellerindeki coplarla saldırırken Delije grubu da sahaya daldı. Bu esnada ortaya çıkan arbedede maç başlayalı henüz 10 dakika bile olmamışken Kızılyıldızlı oyuncular soyunma odasının yolunu tutarken, kaptan Zvonimir Boban liderliğindeki Dinamo Zagrebli oyuncular da savaşa dahil oldular. Bir Dinamolu taraftarı coplayan polise Cantonavari bir uçan tekme atan Boban o anda Hırvatistan’ın ilk savaş kahramanına dönüştü.

Aslında binlerce insanın ağır bir şekilde yaralandığı futbol savaşında Boban’ın tekme attığı polis bir Sırp değil, bir Boşnak’tı ama o tarihi anda bunun hiçbir önemi yoktu. Boban’ın uçan tekmesiyle yaralanan Bosnalı Müslüman polis daha sonra Boban’ı affettiğini söylerken, federasyon tarafından cezalandırılan ve 1990 Dünya Kupası’nda forma giyemeyen Boban o günlerin atmosferine uygun bir şekilde hamaset dozu yüksek milliyetçi söylemine devam etti: “Ben o anda sadece tek bir ideal, tek bir dava uğruna kariyerimi, şöhreti elimin tersiyle ittim, hayatımı hiç düşünmeden riske attım; bugün de aynısını yaparım çünkü o ideal, o dava Hırvatistan’ın davasıdır”


Peki Boban’ın bahsettiği Dinamo Zagreb formasına bürünmüş Hırvatistan’ın davası neydi? Bu futbol savaşından üç yıl önce, başta Boban olmak üzere Sırp ve Hırvatların beraberce forma giydikleri Yugoslavya Ümit Milli takımı dünya şampiyonu olmuş, Yugoslavya tarihinin en iyi jenerasyonunu yakalamıştı. Ama yine başta asıl iç savaş patladığında kapağı Milan’a atacak olan Boban ve diğer oyuncular dünyanın en zengin futbolcularına dönüşürken, o gün birbirlerine bıçaklarla saldıran Zagreb ve Kızılyıldızlı gençler bu kez lig mücadelesine kaldıkları yerden devam ederek savaş meydanlarında kalaşnikoflarla birbirlerini öldürmeye başladılar.

Yugoslavya futbolunun rahmetli olduğu o gün, Kızılyıldızlı Delije’lerin lideri olan Arkan, Kaplanlar adıyla dünyaca meşhur olan cinayet ve tecavüz çetesinin nüvesini Kızılyıldızlı holiganlardan oluşturdu. Hatta daha da güçlü bir çete kurmak için bir kez daha futbolu devreye soktu. 1992’de oynanan Belgrad derbisinde, tarihlerinde ilk kez altmış bin Partizanlı ve Kızılyıldızlı birlikte şarkı söylediler. Arkan’ın adamları tribünleri ve saha kenarını ablukaya alırken, daha önceleri Partizan’lılara “Türkler, Müslümanlar, Zenciler, Komünistler sürüsü” diye hakaret eden Kızılyıldız’ın Delije grubu, düşman kardeşleri Partizan’ın “Mezar Kazıcılar” olarak tercüme edebileceğimiz Grobari’leriyle Sırpların Hırvatistan’a saldırısını kutsadılar. Herkes maçı izlemeyi bırakmış, koro halinde Sırp ordusunun girdiği Hırvatistan şehirlerin isimlerini haykırıyordu: “Vukovar’a 10 kilometre, Vukovar fethedildi, Zagreb’e 20 kilometre, Zagreb Sırp’tır!”

1980’lerden beri Sırp değil de Yugoslav yani Müslüman ve komünist olmakla suçlanan Partizanlılar, Kızılyıldızlı düşman kardeşlerinin altında kalmamak için Arkan’ın çetesine gönüllü olarak katıldılar. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki bu futbol savaşının tek günahkarı Sırplar değildi, en baştan itibaren Hırvatlar da en az Sırplar kadar savaş suçlusuydu. Birçok Hırvat Arkan’ı, Dinamo Zagreb ve düşman kardeşi Hajduk Split’li holiganları provoke ederek gönüllü olarak savaş çetelerine katılmasını sağlamış, Hırvatistan’ın %18 ile en büyük azınlığı olan sıradan Sırp kökenli vatandaşların üzerine salmıştı. Halihazırda 1980’li yıllarda Hırvat aşırı milliyetçiliğinin en büyük kalesi olan Dinamo Zagreb’in Maksimir Stadı artık yasa dışı silah ticaretinin en büyük merkezlerinden birisine dönüşmüş, Dinamo’nun armasındaki damalı bayrak Hırvatistan’ın yeni bayrağı olmuştu. Birçok Hırvat savaş suçlusu, iç savaş esnasında Sırp ve Boşnak kadınlara tecavüz ederken, Split ve Dinamo marşları söyleyecek, Sırplar da Kızılyıldız ve Partizan marşlarını savaş çığlıklarına dönüştürerek aynı iğrenç muameleyi Hırvat ve Boşnak kadınlara yapacaklardı.
https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg23YdGKLzFkDokfIv2TF_4HuWN7-L_UXe9opgL3uWhJqscFhTu3XkIW5CgqRKGI6Uu0qLQ2YV8rAZA2ntHrFazXXBFZycTfvTtNVbqs2vvIJnhEYtgYVzRzcaUp8nW5kzIJY2ZKA8Vri3U/s400/HAJDUK+SPLIT.jpg
Artık sadece takımların isimlerinde halkların kardeşliğini vurgulayan isimler vardı, hatta Dinamo Zagreb daha da ileri giderek tarihi takımın ismini Croatia Zagreb olarak değiştirdi. Bu arada birçok Sırp’ın boğazını kesmekle böbürlenen en ünlü Hırvat savaş kahramanlarından birisine İrlanda’nın meşhur santrforu Tony Cascarino’nun ismi verilmişti. Her iki taraf savaşı kazandığını iddia etse de tüm savaşlarda olduğu gibi yine her iki taraf da kaybetmiş, futbol yaşanan kıyımın yanında sadece saha dışında milliyetçiliğin en büyük provokasyon aracına dönüşmüştü.

Savaştan sonra eski Yugoslavya halkları her alanda olduğu gibi futbolda da fena halde küme düştüler. Birkaç yıl önce dört büyükler olan Partizan, Kızılyıldız, Dinamo Zagreb ve Hajduk Split’in nefes nefese bir mücadele sergilediği Yugoslavya Ligi, Avrupa’nın en kaliteli ve çekişmeli liglerinden birisiydi. Savaş sonrasında ise yeni kurulan yerel ligler sadece Batı Avrupa’nın büyük takımlarına ucuz futbolcu yetiştiren sıradan liglere dönüştüler. Zagreb’in Kötü Mavi Çocukları, enerjilerini daha çok ezeli rakipleri Hajduk Split’le savaşmaya harcarken, her iki takım da yükselen Neo-Nazizmin en güçlü kaleleri oldular. Hitler’in sloganlarını ve amblemlerini takımlarının bayraklarına ekleyen Hajduk Split’in Torcida taraftar grubu, defalarca UEFA tarafından ağır bir şekilde cezalandırıldı. Zagreb de neo-nazizm soslu holiganizmde ezeli rakipinden aşağı kalmadı. İşler kötü gidince takımlarında oynayan siyahi oyunculara ırkçı lanetler yağdırırken, Avrupa arenasında eski parlak günlerini mumla aradılar. 1994’te Fransa’da Auxerre ile karşılaştıkları Kupa Galipleri Kupası maçında şehri Kosova’ya dönüştürdükten sonra UEFA tarafından Avrupa Kupaları’ndan men edildiler.


Sırbistan’da ise işler daha da karışmıştı. Savaştan sonra Sırbistan’ın en zengin ve en güçlü adamına dönüşen Arkan, her maçta Kosova bayraklarını ateşe veren Kızılyıldız tribünleri yeteri kadar milliyetçi bulmadıkları gizli ortağı Miloseviç’e muhalefete devam edince, Obiliç takımına başkan oldu. Obiliç ismi, Kosova Savaşı’nda Osmanlı Sultanı I. Murad’ı öldüren “Sırp kahramanı” Miloş Obiliç’ten geliyordu. 1998’de Arkan’ın çetesinin yıldız oyuncularını garajlara kilitleyerek ölümle tehdit ettiği Kızılyıldız ve Partizan’ı geride bırakarak lig şampiyonu olan Obiliç, Arkan bağlantısı yüzünden en başta UEFA tarafından veto edildi. Şarkıcı karısı Ceca’yı takımın başına geçiren Arkan, ilk önce Obiliç’e olan vetonun kalkmasını sağladı, daha sonra da yine büyük bir kısmı futbol holiganlarından oluşan Kaplanları ile Kosova’yı kana buladı.

Yugoslavya İç Savaşı’nın şimdilik son perdesi olan 1999’daki Kosova Savaşı’ndan hemen sonra asıl kıyamet yine futbol sahalarında yaşanacaktı çünkü Sırbistan ve Hırvatistan Euro 2000 elemelerinde aynı gruba düşmüşlerdi. Her iki maç da beraberlikle sonuçlanırken, saha dışında taraftarlar 1995’te resmen biten savaşın daima süreceğini haykırırcasına birbirlerinin arabalarını yaktılar. Sonradan Fenerbahçe forması giyecek olan Mirkoviç, Hırvat Jarni’yle birbirlerini boğazladıktan sonra oyundan atıldı ve Sırp aşırı milliyetçileri Çetnik’lerin selamını vererek sahayı terk etti. Zaten Hırvatistan’ın yeni damalı forması İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler ile işbirliği yapan Hırvat faşistleri Ustaşaların bayrağı ile aynıydı!

Futbol, Real Madrid-Franco, Lazio-Mussolini çarpık ilişkilerinde bile hiç bu kadar çirkinleşmemiş, en azından diğer örneklerde rakip takım ya da taraftar gruplarından en az bir tanesi daha insani refleksler göstererek futbola güzel anlamlar yüklemişti. Ama bizzat holiganizmin anavatanı İngiltere’deki futbol şiddetini anlatan Football Factory filminin Tommy Jones’u bile Zagreb’e holiganizm üzerine belgesel çekmeye gittiğinde kendi oynadığı rolün Sırp-Hırvat futbol savaşına göre en fazla bir eşek şakası olduğuna kanaat getirecekti. Belgrad’ın köhne bir barında Zare adlı bir Partizanlı’nın bir Hajduk Split’li tribün liderine nasıl tecavüz ettiğini kendisinden geçerek anlattığı anda belki de ilk kez futboldan tiksindi çünkü Balkanlar’da futbol savaş, savaş da futboldu!

24 Ağustos 2009 Pazartesi

KARGA KARGA GAK DEDİ: BURNLEY: 5 - DEMİRÖREN: 0

Mustafa Denizli'nin "Kargalar beni eleştiremez" diye kızdığı kargalardan birisi olmadığım kesin... Ama karga Denizli'nin kızdığı adamlar kadar yani o kadar da sevilmeyecek bir hayvan değildir orası daha da kesin... Yani Mustafa Denizli kadar insancıl birinin Sinan Engingiller'e "karga" diye hitap etmesi en başta kargalara ayıp, yarın bugün bütün kargalar birleşip serhat ulueren'lerin üstüne saldırırlarsa o zaman görün asıl eğlenceyi...
Bir de endirekt olarak Mustafa Denizli'nin altında çalışan A2 teknik direktörü Sergen Yalçın hoca ve takımı en çok ve en insafsız eleştirme bağlamında karga değil mi o zaman? Şekerspor'a gittiğinde formasının arkasında "Keçi Sergen" yazıyordu ama herhalde keçinin olmadığı yerde hem teknik direktör hem de televizyon yorumcusu olana karga denirmiş herhalde, geleceğin atalarından olarak Mustafa Denizli de bu sözü bizlere miras bıraktı, yine de ben Mustafa hocanın %51 sözünü tercih ederim, ne de olsa küçük romantik bir çocukken ona bu sözle ısındım ya da Fatih Terim'in ikinci el İtalyan stilinden ise Puşkinvari %51'in gerçekleşme ihtimalini sevdim, bilmiyorum...
Bazen "Çok fazla nostaljik oluyorsun" diyorlar, ben olmayayım da kim olsun ki? Bugüne şöyle bir bakıyorum da bugün Beşiktaş formasını giyen saha içi ve dışında Rıza Çalımbay'ın kramponu bile olabilecek tek bir isim var mı? Tamam, devir kötü, onu en iyi ben biliyorum yaşadığım hayattan ama bu kadar mı kötü ki bir zamanlar futbolculara taksitleri ödemek için evini ipotek ettiren Süleyman Seba'nın şereflendirdiği koltukta babasından aldığı paralarla sayın Demirören oturuyor? O kadar da kötü olamaz bence...
Şimdilik, acımı Burnley sürpriziyle bastırıyorum. En pahalı transferi 3 milyon pound'luk Steven Fletcher olan, ilk 11'indeki oyunculardan en fazla Kuzey İrlandalı kontratak forveti Paterson'un sıksak Fulham ya da Blackburn'de yedek forvet olarak kadroya girebileceği küçük ama güzel Burnley...
Hocadan başlayayım: Klasik bir Celtic'li Owen Coyle... İskoç pasaportu olmasına rağmen sadece bir kez yedi dakika da olsa İrlanda Cumhuriyeti forması giymiş Aiden McGeady, Ray Houghton'ların soyundan bir futbol delisi... Formasını giydiği 12 takımın en ünlüsü Bolton, yani mütevazı takımların vefakar, çalışkan golcüsü, oynadığı her takımın en izlenilesi oyuncusu... 1985'te başladığı futbolculuk kariyerinde ilk oynadığı takım olan Dumbarton'da iki kardeşiyle beraber oynamış aileden futbol aşığı, bizim gibi mahalle futbolu formasyonlu... Geçen sezon Championship'te play-off'lara son derece sürpriz bir şekilde kalıp kupalarda Chelsea, Fulham, Arsenal gibi Londralı devleri mağlup ederken sadece 22 oyuncuyla 80'e yakın maç çıkartmış bir takım söz konusu olan. Burnley ilçesinin nüfusunun tamamı gelse bizim Zulümpiyat Stadı'nı dolduramazlar! Ama 33 yıl sonra hoşgeldikleri Premier Lig'de ilk 3 maçın 2'sini kazanmayı başardılar, üstelik de Premier Lig'in Antalyaspor'unu değil son şampiyon Manchester United ve son FA Cup finalisti Everton'ı devirdiler.Buna tarih yazmak denir abilerim, ablalarım, kardeşlerim... Tarih asıl yokluklar, kısıtlı imkanlar içinde yazılandır futbol topuyla... "Aman sen şimdi koskoca holdingi batırırsın, git beni değil Beşiktaş'ı batır" dercesine babadan para alıp Championship Manager oynayan ama aslında taraftarın yüreğinden her kovulduğunda kulübün ona olan ipotekleştirilmiş borçlarını restart yapan sayın başkan gibi yazılmaz. Öyle de birinci sayfalara taşınılır ama ya eski bir teknik direktöre ödenmeyen paranın rekor tazminatıyla (Bir ara Del Bosque, Mourinho'nun 1 numara olduğu en çok kazanan teknik direktörler listesinde ilk 5'teydi üstelik de hiçbir takım çalıştırmadan) ya da ülkenin en azıllı mafyasını kulübün antetli kağıdıyla yurt dışına çıkartan menajeriyle (8-0'lı falan saymıyorum çünkü her aklıma geldiğinde yıllarca Beşiktaş devriminin motoru, ruhu olan PAF takıma rest anında gözden çıkarılabilir ilk demirbaş muamelesi yapılmasını hatırladıkça Akaretler'de Fransız Devrimi yapmak istiyorum)...
Sahi menajer demişken, Sinan Engin'den sonra neden Beşiktaş'ın yeni bir menajeri olmadı? Tarihsel açıdan Sinan Engin, Vahdettin ya da son halife mi ki ondan sonra dünyadaki tüm futbol takımlarının yönetimsel açıdan 10 numarası olanmevki kaldırıldı? Hala bir anlam verebilmiş değilim. Menajeri bile olmayan Mustafa Denizli'yi de eleştirecek kadar karga ruhlu değilim, üstelik yardımcıları olsun talebi bile "Beşiktaş'ın çocukları olur, senin listendekiler olmaz" diyerek reddedilen yorgun bir adama fırsat bu fırsat eleştiriyim yükselirim diyecek kadar oportünist hiç değilim... (Bu arada sormak lazım Demirörengillere: Sizin zihniyetin futbol şube sorumluluğundan paralı başkanlığa uzanan süreçte bozuk para edasıyla harcanan Ziya Doğan (Scala), Feyyaz Uçar (Lucescu), Ali Gültiken (Tigana), Rıza Çalımbay Ankaraspor'un çocukları mıydı?)
Maskeli bir balo tüm bu olup biten... Çarşı'da bir pastanede maçı izlerken yanımda "3. günden orucu bozdururlar adama" diyen amcaya benim kadar üzülse, Demirören yönetimi ya da daha doğrusu yönetemeyeni biraz olsun bakar diğerleri ne yapıyor: Mesela Burnley, o bütçe ve bir avuç taraftarla Manchester United'ı devirebiliyor da ben bu kadar para harcayarak bu kadar kudretli taraftarın desteğiyle nasıl bir İBB'yi, Gençlerbirliği'ni yenemiyorum?
Peki acaba Barry Kilby'nin adı hiç bu kadar geçiyor mudur Burnley palavraspor gazetelerinde? Kilby mi kim, Burnley'nin başkanı ama sadece sıfatı değil cismi başkan adamın. Bugüne kadar efsanevi play-off finali dahil bir tek Burnley zaferinden sonra bir kez mikrofona "Ben başkan olarak seneye Burnley'e Deco, dünyanın bir numaralı sol açığı Ricardinho ve Sinan Engin'in beğeneceği gözlerinden sorunlu bir stoper alacağım" bile demedi, değil Turf Moor Stadı'nda uğur gelsin diye sürekli yer değiştirmek, sigaraları çocuğunun doğumunu bekleyen baba edasıyla içmek/yutmak arası boy göstermek, yıllardır bu mütevazı takımı gün be gün izlememe rağmen ben bile Kilby'nin adını biraz önce wikipedia'dan bakarak öğrendim!
Biraz müfettiş Clouseau, bir tutam Demirel tadında fos vaatler (Demirel olmadan eyyamla adam çarpmaya kalkmak), bolca da babanın şirketi yerine Championship Manager'da sanal bir takımmış gibi Beşiktaş'ta harcanan, Beşiktaş'ı da tarihsel açıdan harcayan baba parası...Ne mi olacak? Beşiktaş yine bize kalacak... İcabında Seba döneminde olduğu gibi altyapı (mesela Necip, geçen sezon 6 PAF maçını izledim Uğur İnceman'dan tek eksiği yüksek bonservis bedeliyle gelmemiş olması) + Anadolu'nun kavruk ama yetenekli gençleri (mesela Rıdvan) formülüyle biz yine kendi yağımızda kavrulur, icabında kendi içimizden çok Haldun Üstünel'ler çıkartıp yine devrim yapmayı biliriz...
O büyük gün gelene kadar ben Burnley'i izleyip ilham almaya devam edeceğim, size de öneririm... Küçük ama güzel Burnley yapıyorsa belki de dünyanın en yaratıcı ve deli taraftarına sahip, Rıza Çalımbay, Feyyaz Uçar, Recep Çetin, Ali Gültiken gibi insanlık abidelerini çıkarmış takım neler neler yapamaz ki? En azından biz taraftar iktidarda olsak kimseden 8 falan yemeyiz, icabında da PAF takımla çıkacağız deyip çıkarak yine yemeyiz...

8 Ağustos 2009 Cumartesi

İLHAN MANSIZ'IN, FEYYAZ UÇAR'IN OLMADIĞI YERDE NOBRE'YE SANTRFOR DENİR!


Sağolsun, ligin açılış maçı için bir futbolcu kardeşim üç tane bilet yollamış; ama en son Olimpiyat Stadı'nda 2005'teki İstanbul masalı Liverpool-Milan maçına gitmiş bir futbol aşığı olarak gidişi, etrafı ve atmosferiyle bana askerlik yaptığım Bingöl'ün ıssız dağlarını hatırlatan bu Türk işi endüstriyel futbol çöplüğüne hiç tekrar gidesim yoktu. Hem de kazık bilet fiyatları yüzünden takımını izleyemeyen binlerce insanı düşününce, en iyisi biletleri Lig Radyo'daki Total Futbol programımda dinleyicilere vereyim, ülkemizdeki çarpık sosyo-ekonomik düzene karşı makro bir isyan başlatamamış olmanın üzüntüsünü yaşasam da mikro da olsa bir karşı duruşum olsun dedim. Ne de olsa onlar askerliklerini Bingöl'de yapmamışlardı ve nereye olursa olsun tek sevdikleri, kendilerinden bile çok sevdikleri takımı izlemek benim değil asıl onların hakkıydı!
Maça gitmeyince de bari Çarşı'da izleyeyim dedim. İzlediğim yerde her yer siyah-beyazdı sözde ama hesap yazma ödeme safhasında garsonlar Rangers, biz taraftarlar Celtic'tik! Hayır, yani tek bir masa dahi itiraz etmeden ödemez mi? Tabii, karşındakiler "İçirdik bu salakları, 22 adam aptalca bir topun peşinde koştururken bu salaklar da önlerine ne koysak yiyip içiyorlar farkına varmadan, asıl kazanan benim hesapta geçirirken" edasıyla takılırsa ne maçın ne oyunun bir tadı kalır, o ayrı!
Bir daha gidip orada izleyen Nobre olsun inşallah dedim çıkarken, bir de o abartılı hesabı yazanlar Emre Belözoğlu ile Sabri'nin ikili mücadelesinin ortasına düşsün inşallah dedim birkaç kez!

Bir kere seremonide her iki takımın beraber taşıdıkları pankart süperdi. Pandaların tamamını dünyadaki birçok insandan daha çok seviyorum, daha önce söylemiş miydim, bilmiyorum! Kimseye en ufak bir zararları olmadığı gibi birçok şeyi aşmış canlılar... Ama tabii sezonun ilk maçının ilk görüntüsünde Nobre'yi görmek hiç de hayra alamet değildi orası kesin! Neyse ki yanımda kız arkadaşım vardı, o dengeledi Nobre'yi maç öncesi 'demeçleri'yle: "Ali, maç 180 dakikaydı değil mi?"
Evet bebeğim, zaman görecelidir cidden, mesela 2000'deki 3-0'lık Beşiktaş - Barcelona maçı 180 dakikaydı cidden, Bingöl'de askerliğin her günü 1 yıldı, Liverpool-Milan maçı 1800 dakikaydı hatta izlemesini bilene! O maçın devre arasında ne demişti Sinyor Terimoni: "3-0'dan hiçbir İtalyan takımı maç vermez, hele 'bizim' Milan hiç vermez" Teknik direktör milleti böyle biraz, sürekli bizi ters köşeye yatırma eğilimindeler, herhalde teknik direktörün etkisi en fazla %10'dur diyenlere inat. Ama en büyük inat Mustafa Denizli'ninki, ben hayatımda izleyenleri bu kadar ters köşeye yatıran bir hoca daha görmedim, görmeyeceğim de... Kağıdın üstünü tam 5 kez karalayıp yeniden çizip tekrar tekrar Beşiktaş'ın ne oynadığını analiz etmeye çalışmışım, nafile... Yusuf sol açık başladı, Tello 10 numara, Holosko bence takımın hücumdaki en iyisiydi ama nedense oyundan çıkan da o oldu! Ne de olsa günümüz futbolunda 5 geçer akçe sistem var: 4-4-2, 4-3-3, 4-5-1, 4-1-4-1 bir de sadece Mustafa hocanın kendisinin ne olduğunu bildiği Mustafa Denizli Formasyonu!


O formasyonda dün gece Nobre tek başına santrfordu. Düşünüyorum da zamanında Rıza Çalımbay hoca, Beşiktaş'ı çalıştırırken Nobre'nin Brezilya pasaportu taşımayan versiyonu olan Veysel'i ileride tek başına santrfor oynatsa bugünkü gazetelerde eleştiri kılığına bürünmüş ne hakaretler yazılırdı, bir düşünün! Ben de Mustafa Denizli'nin o güneş gibi pırıl pırıl kişiliğine saygımdan hürmetimden, bir ara ekrana değil maçı izlediğim yerdeki duvardaki Feyyaz Uçar fotoğraflarına baktım iç geçirerek. Kız arkadaşım "Ama sen maçı izlemiyorsun ki" diye dürttü beni, "Hayır dedim ben içimde hiç bitmeyen bir maçı izliyorum, 1990'lı yılların başındayım, Rıza Çalımbay sağ kanattan ortalıyor, masada muz diye duran hal çakması o hormonlu meyva halt etmiş Rıza Abi'nin ortasının yanında! Sonra Ali Gültiken ön direğe gidiyor altyapıda Serpil Hamdi Tüzün hocasından en güzel öğrendiği şekilde kolektif hücum taktiği uyarınca ve top yine Feyyaz Abi'nin ayağında: Benim sana dokunduğum gibi dokunuyor topa, bilekleri, ayağının içleri mıknatısın bir kutbu, top da diğer kutbu... Eğer Feyyaz Abi'yi sen de izlemiş olsaydın bir kere bile, dönüp bakasın gelmezdi o ekrana"
Bu arada içimde bir umut beliriyor ekrana meslek icabı mecburen dönünce: Dakika 8 Bobo, Nihat ve Uğur İnceman ısınmaya başlıyor. Bobo'nun yüzünde Türk pasaportu almamış olmanın pişmanlığı, Nihat ustanın 8 yıl sonra ilk lig maçı ama yedek 10 numara olarak! Zaman çok hızlı akıyor cidden, 8 yıl önce La Liga'da gol krallığına oynayan Beşiktaş altyapısının son medar-ı iftiharı bu maçta sol kanatta çürüyüp giden asıl 10 numara Yusuf'un yedeği! Bir an düşünüyorum da Uğur İnceman'ın da Türk pasaportu var, belki son 1.5 yılda onu santrfor denesek bu yaştan sonra Nobre'den daha mı kötü olurdu? Olmaz olmaz demeyin, Mustafa hoca bu, her an her şeyi yapabilir, tarihe dönüp bakınca da genelde kazanan hep o olur! O zaman icabında Uğur'dan santrfor bile olur, Nobre'den olduktan sonra!
Sonra aniden yine sadece Mustafa Denizli formasyonunda olabilecek bir şey gerçekleşiyor. Maçı izlediğim meyhanede tam da herkes "Bu adam çok düz, Ernst'le alakası yok, Cisse daha iyiydi" derken Fink bir anda jenerik bir gol atıyor! Nobre hayatında antrenmanda bile öyle bir gol atmış mıdır diye soruyorum kendi kendime, sonra aklıma bir antrenmanda dripling çalışmasında önündeki kukuletalara bile çalım atamayıp topu kaybettiği görüntü aklıma geliveriyor. Sahi, günümüz futbolunda uzaktan şut atamayan, adam eksiltemeyen kaç santrfor kalmıştır ki? Coventry'li Leon Best? Leeds'li Lucciano Becchio? Vennegoor of Hesselink? Hepsinin de var bir kaç çalımı, uzaktan şutla golü. Ya Batuhan? Yazık aslanım sana, ben Batuhan kadar yetenekli olsam ve yerime Nobre'yi oynatsalar, bir de üzerine yıllık 2.2 milyon dolar verseler o Nobre'ye, Batuhan ne ki ben George Best ÇARPI Gascoigne ÇARPI Paul Merson olurum be, yazık değil mi hayatı boyunca babası olacak adamdan bir kez bile sevgi görmemiş 18 yaşındaki çocuğa!
Golden sonra faşist sigara yasağı nedeniyle rakı sofrasından kalkıp dışarı sigara içmeye çıkıyoruz... Bir de küllük getiriyor garsonlar, neymiş efendim dışarıda yere atarsak orada bekleyen belediye görevlisi varmış, ceza yazarmış sonra bana! Yere bakıyorum, sigara izmariti yerlerdeki pisliklerin yanında çiçek kadar zararsız hem çevreye hem insanlığa ama yok AB standartarları ya işte. Bir an diyorum ki yere atma git o görevlinin kafasında söndür direk ama yazık adama ne de olsa bu kadar kötü yönetilen bir ülkede üç beş kuruş için herkes eğlenirken çalışmak zorunda olan bir emekçi o da! Gidip o sigarayı AB standartlarına uygun bir sosyal adalet düzeni getirmek yerine yasaklarını getiren o ikiyüzlü kafaların üstüne basamıyorsam, paşa paşa dışarıda içip küllüğe atacağım!
İçeri döner dönmez İbrahim Akın, hafta içi Moskova'da coşan Samaras'a kramponunu ters giydirircesine bir futbol bienali sergiliyor. Bu çocuğu neden yolladılar Beşiktaş'tan: At yarışı, kumar, düzensiz davranışlar. Öyle mi? İlk geldiği zaman Gaziantep maçındaki muhteşem performansı sonrası konuşmalarını hatırlıyorum bir anda: "Annemle yaşayacağım ben..." Saha içi ve dışındaki ne kadar umutlandırmıştı bizi... Tabii Sinan Engin'in menajer olmadığı ideal bir dünyada mümkündü o umutların yeşermesi, gerçeğe dönüşmesi, hayallerimizin iktidar olması!
Sonrası mı? Bir ekrana, bir Feyyaz Abi'nin duvardaki resmine bakıyorum. Top ne kadar yakışıyor ayağına, sonra nasıl Nobre'yi izlerim ki... Nihat, Bobo ve 77 dakika ısındıktan sonra 5 dakika oynamak için Uğur giriyorlar oyuna, forvet hattında değişmeyen tek şey Nobre'nin İBB lehine varlığı... Abdullah Avcı bu işi iyi biliyor, iki stoper ki Gökhan Süzen, İbrahim Akın'ın karşısında Anadol'a dönüşen Ferrari'den çok daha iyi gözüküyor, bir de işte İBB'nin gizli stoperi Marcio Mert Nobre! Hele hele 79. dakikada öyle bir voleşata yapıyor ki santrforumuz kılığındaki rakibin 3. stoperi, Recep Çetin'in günahı neydi allah aşkına? Sahi söylesenize, Recep'in attığı hangi golü unuttunuz? Peki, Nobre'nin attığı hangi golü hatırlıyorsunuz elle attıkları dışında?
Maçtan sonra Atilla Gökçe duayenimiz, canım abimiz "Emeğine ve gayretine saygı duyduğumuz Nobre" yazmış. O ne yazsa ben saygı duyarım o ayrı ama Nobre'ye hiçbir saygım yok. Sadece haftada 90 dakika emek ve gayret sergilemek yılda 2.2 milyon euro kazanan birisi söz konusuysa ne kadar saygı uyandırıcı olabilir ki? Emek ve gayretinden dolayı saygı duyacağım insanlar o maça gelmek, takımlarını izlemek için bizim 4-4-2'nin olduğu Davutpaşa endüstriyel sömürü cehenneminde sabah 7'den akşam 9'a kadar çalışan demir işçisi abilere, ablalara, kardeşlere; tabii ki bir de bu mesleğe hayatını veren Atilla Abi'ye...

Maç bitiminde utanmadan o hesabı getiren adamlara dalmamak için hızla kalkıyorum masadan... Kız arkadaşım son bir yorumla katkıda bulunuyor bana "Ali hani bir Japon kılıklı yakışıklı forveti vardı Beşiktaş'ın... Sonra patenci falan oldu, neydi onun adı?" Tam zamanı diyorum, İlhan Mansız'a mesaj çekiyorum "İlhan Mansız'ın olmadığı yerde Nobre'ye santrfor denir" diye. Cevap gelmiyor ama, herhalde ne demek istediğimi anlamıyor İlhan Mansız; zaten anlasa daha önce anlardı herhalde, iğrenç magazin dünyası lehine kendi kendisinin karikatürüne dönüşmeseydi, zaten dün gece sahada olur bizi ihya ederdi yine... Neyse canı sağolsun, bu kadarı için bile sonsuza kadar teşekkürler kendisine... Zaten bir numaralı siyah beyaz santrfor her zaman Feyyaz Uçar'dır gönlümde... Öyle olmasa zaten "Ben Beşiktaş'ın santrforuysam, Nobre değil" demezdi zaten...

3 Ağustos 2009 Pazartesi

ŞAKAYLA KARIŞIK TEKNİK DİREKTÖRLÜK KARİYERİM ÜZERİNE





Tabii oyun bu, siz neler neler başardınız kim bilir? Bu da benim "nacizane" kariyerim... Benim hala umudum var o güzel şarkıdaki gibi, ne de olsa Mourinho benden daha yaşlıyken yeni rahmetli olan Bobby Robson'ın tercümanıydı... Son tahlilde her insan hayalleri kadar var bu zalim dünyada