30 Temmuz 2009 Perşembe

Elano ve neden Beşiktaş taraftarına sigara yasağı uygulanmamalı!


Bravo Haldun Üstünel'e... Hayatta Beşiktaş için yapmak isteyip de yapamadığım her şeyi Galatasaray için yapıyor. Elano! Elano ne demek biliyor musunuz? Glenn Hoddle, Zico, Socrates ekolü demek; futbol topuna bir elmasa, dünya güzeli bir kızın beline dokunuyormuş gibi dokunan başlı başına bir görsel şölen, futbol bienali demek!
Evet, Elano biraz fazla narindi Premier Lig için, orası kesin ve belli. Şimdiden Hagi tartışmaları başlamıştır ama ben en baştan söyleyeyim Hagi'nin o isyankar mücadeleciliğinin M'si yok Elano'da... Ama Lincoln'den sonra Elano demek her şeyden önce sarı kırmızılılar için Hagi'nin bıraktığı yerden frikiklerin birçoğunun penaltıdan farksız olması demek...
Bundan 1.5 yıl önce Elano Manchester'ın açık mavi yakasında Hagi'nin eşdeğeriydi: Sven Goran'ın paraları alıp kaçmadan önce Man City'nin futboluna uzun zamandır ihtiyacı olduğu şiir dozunu eklemek için getirdiği bir numaralı oyuncuydu. En başlarda sürekli attı, attırdı... 4-4-1-1'in orta saha ile forvet hattı arasındaki serbest 1'iydi Elano. Takım arakadaşlarının top teknikleriyle onunkini karşılaştırınca sanki Elano'nun ayağı mıknatısın artı kutbu top da eksi kutuptu! Uzun zamandır Ginola ve Di Canio'dan beri ilk kez Ada'da zirveden uzak bir takımın yabancı oyuncusuna top bu kadar yakışıyordu. Ne de olsa Santos'tan Robinho ve Diego'nun takım arkadaşıydı!
Shakhtar Donetsk'teki performansıyla Ukrayna Ligi'nden Brezilya Milli Takımı'na seçilen ilk sambacı olurken, zaman alsa da gittiği her yere bir şekilde alışabilecek kapasitede olduğunu, insanın su gibi olabileceğini girdiği şişenin şeklini alsa da hep su olarak kalabileceğini kanıtlayan ender Güney Amerikalı futbolculardan birisi oldu.
Ama sonra malumunuz, dünyanın en zengin adamları Man City'yi aldı. Orta sahanın sağına Aaron Lennon'la beraber Ada'nın en iyi yerlisi olan Shaun Wright Phillips geldi. Elano önlibero oynayamayacak kadar narindi. Orta sahanın ortasındaki diğer yer ise City altyapısından çok uzun yıllardır çıkan en önemli yetenek ki (bence ayrıca Roy Keane dahil, Wenger'in muhteşem altyapısının gizli patronu olan Liam Brady'den beri gelmiş geçmiş en iyi İrlandalı orta saha) Stephen Ireland'a kalmıştı.
Galatasaray'a da uzun yıllardır Ada'da oynayan en izlenilesi futbolculardan birisini kapmak düştü. Song, Kewell gibi evrensel futbol mücevherlerinde olduğu gibi yine "fark"lı bir transfer yapan Galatasaray'ı ayakta alkışlıyorum (Bu satırı grçekten de ayağa kalkıp yazdım!).

Bana ise 10 yabancısı varken ve bir zamanlar Leeds United'ın yaptığı gibi kiralıdığı oyuncuların bile maaşlarını vermeye devam ederken hala Quaresma, Deco diye sayıklayan efsane (!) bir başkana rağmen Beşiktaş'ın ne yapacağını beklemek düşüyor. Beklerken tabii en iyi dostum faşist yasağa inat sigaram ve çocukluk düşlerim (+ The Stone Roses dinlemek). Bir kısmını sizle paylaşıyım dedim:

Son rakamı çift olan yani Dünya Kupası-Avrupa Şampiyonası'nın olduğu muhteşem yazlardan birinde fark etmiştim Rigobert Song'u... Herhalde kayıp babasından sonra en çok ben sevmişimdir onu... Liverpool'a gelip futbol tarihinin en sıkıcı teknik direktörü olarak sigarayı günde iki pakete çıkarmama sebep olan (2004 şampiyonu Yunanistan'ı mükemmel bir takım olarak nitelemişti!) Gerard Houllier zamanında onu o dünya güzeli kırmızı formayla gördüğümde mutluluktan havalara uçmuştum, maçı izlerken sıkıcı cahil spikerin (Murat Kosova ya da Fuat Akdağ anlatmıyordu o gün) sesini bastırmak için Liverpool'dan çıkan son şahane grup The La's'in "There She Goes"unu sonuna kadar açıp mutluluğun sınırlarını kendi çapımda yeniden çizmiştim. Ama bir gün "Futbola Karşı İşlenen İnsanlık Suçları" mahkemesinde yargılansa müebbetle bile yırtması zor olan Houllier, Song'u 3-5-2'de orta sahanın solunda oynatarak günde 2 paket içtiğim sigaralardan bazılarını ters yakmama bile sebep olmuştu.


Sonra bir sabah gazeteler "Song, Galatasaray'da" manşetleri attığında hayatımın albümü The Stone Roses'ı üst üste defalarca dinlemiştim. Bilmiyorum aranızda bir albümü günde 8 kez hiç sıkılmadan hatta her seferinde daha da çok zevk alarak dinleyen bir deli daha varsa tam olarak nasıl hissettiğimi anlayabilir herhalde. Belki Beşiktaş'a gelmemişti ama olsun en azından Türkiye'deydi, daha da ötesi burada herkese nasıl efsanevi bir savunma sanatçısı olduğunu gösterecek, herkes benim kadar mutlu olacaktı...
Ya Kewell? Herhalde dünyada aldığı her darbeyi kendi vücudumda hissettiğim ikinci bir insan yoktur. Bir başka Houllier kurbanı (4-5-1'in sağ kanadına sıkıştırılmış bir Kewell düşünsenize başlı başına müebbetlik bir futbol suçu değil mi Houllier'nin yaptığı?) olarak kariyeri sakatlıklar nedeniyle düşüşe geçtiğinde "Belki bu sefer olur, belki burada ona karşı hissettiğim sonsuz futbol sevgisini hisseder siyah-beyaz olur" demiştim ki yine olmadı. Beşiktaş da o yaz bir solak aldı: Gordon'dan sonra dünyanın en futbol özürlü Hırvat'ı Seriç! Sadece sinan engingillere mahsustu 6 ay içinde iki kötü Hırvat oyuncu alabilmek ki ben o güne kadar 7 Dünya Kupası, 6 Avrupa Şampiyonası görmüş ama Eski Yugoslavya'dan çıkma yeteneksiz tek bir futbolcu bile görmemiştim! O yüzden ben ve benim gibilere o faşist sigara yasağını uygulamak insanlık suçudur, empati özürlü olmaktır. Nasıl zamanında lise tuvaletinde bir şekilde içiyorsak yine içeriz çünkü nasıl yaşayacağımıza karar verenlere karşı nasıl öleceğimize özgürce karar vermek en doğal hakkımız!
Bu yasak bu yaz olmamalıydı! Biraz empati kurmayı deneyin biraz! Bu sadece çalışan sınıfı kalbinden vuran adi aşağılık krizde, üstelik de Owen bedavaya Man Utd'a gitmişken, ben her şekil içerim arkadaş!

14 Temmuz 2009 Salı

FERGUSON'UN HAKKI FERGUSON'A



2007-2008 Şampiyonlar Ligi finali, oynandığı Moskova şehrine yakışır bir şekilde bittiğinde, penaltılar kılığına bürünmüş Rus ruletini kazanan bir kez daha Manchester kırmızısıydı… O yılın da en ihtişamlı, en güzel futbol rengi yine aynı kırmızı olmuştu… O, yıllara meydan okurcasına solmak bilmeyen, girdiği şişenin şeklini alan ama her daim kendisi kalan ateşli, dahiyane Ferguson kırmızısı…

Ama son 21 yılda kazandığı 30. kupanın seremonisinde de “Sir Manchester” gözükmedi ilk önce… Kendisini geri çekti her zaman olduğu gibi… 21 yıldır her maçında yeniden yazdığı tarihe yol verdi bir kez daha… Önce Bobby Charlton gözüktü, sanki 50 yıl önce düşen Manchester United uçağından sağ çıkıp bir kez daha hayata gözlerini yeniden açmıştı… Hemen arkasından yakalarını Cantona’nınkiler gibi dünyanın geri kalanına meydan okuyormuşçasına kaldırmış Wayne Rooney, Moskova yağmuruna aldırmadan koşuşturuyordu kupaya bir an önce kavuşmanın sabırsızlığıyla… Ronaldo, kendisini kutlayan kalabalıktan sıyrılırken bile her çalımına, her bilek hareketine George Best’in mirası sinmişçesine ışıl ışıl parıldıyordu…

Tam o anda sanki 50 yıl önce Münih bulutlarında hayatını kaybeden takım arkadaşlarıyla yürüyormuş gibi sendeleyen Bobby Charlton’ın yanında belirdi en güzel futbol kırmızısı… Alex Ferguson’un o anda siyah mendiliyle United kızılı yanaklarından sildiği Avrupa’nın en büyük kupasına teğet geçen yağmur damlaları mıydı, yoksa 50 yıl önce futbol cennetin en güzel köşesine yükselen Matt Busby’nin bebeklerinin sevinç gözyaşları mı?

Sorunun cevabını sadece bir tek kişi biliyordu… Ve 21 yıldır oluğu gibi kimseye söylemez, kimseye göstermez, sadece o yağmurdan sonra açan Mayıs güneşi gibi sıcak sıcak gülümsemekle yetinirdi… Ne de olsa 21 yılın her anında aynı Ferguson’du, inatla aynı Ferguson olarak kaldı… Sadece su gibi girdiği şişenin şeklini aldı ama hep sonunda o Şampiyonlar Ligi Moskova yağmuru gibi yeşil sahalara yağmaya, en görkemli futbol rüyalarının tohumlarını ekmeye devam etti…


Sadece bir kez daha kendisi olarak inatla bildiği yolun üzerinde, endüstriyel futbol çağında gün geçtikçe daha da fazla sirklerdeki ip üstünde yürüyen cambazlara benzeyen teknik direktörlerin en yukarıdaki bayrağı olarak ilerledi arkasına hiç bakmadan…

Biz ise dönüp biraz arkaya baktıkça kendimizi şunu sorduk: Alex Ferguson, Manchester United ile bir kez daha hem Premier Lig’i hem de Şampiyonlar Ligi’ni kazanıp tarihi bir dubleye daha imza atarken, modern futbolun yeni taktiksel trendlerinden mi esinlendi, yoksa bizzat Ferguson son 20 yılın modern taktiksel evrimini belirleyen isim miydi zaten? Alex Ferguson’un “çalıştırdığım en iyi kadro” olarak nitelediği Manchester United’ı için Roma teknik direktörü Spalletti gibiler “Kırmızı Şeytanlar kılığına bürünmüş İtalyan takımı” dediler… Bazıları 4-3-3 modası, bazıları 4-2-3-1’in tüm dünya futboluna egemen olmasıyla bazıları da 4-6-0’la açıklamaya çalıştı… Ama son 20 yıla gündelik trendlerin keşmekeşinde bakarkör kalmayıp düşündüğümüzde Alex Ferguson hep aynı Alex Ferguson’du… O, başlı başına, modaların, sayıların, dizilişlerin, istatistiklerin ötesinde bir futbol fenomeniydi. Ferguson 1986’da Manchester’ın başına geçtiğinde de, 1990’da son anda FA Cup’ı kazanıp kellesini kurtardığında da, 1991’de rahmetli Kupa Galipleri Kupası’nda o zamanların en güzel futbol rüyası Barcelona’yı devirerek yıllar sonra bir Avrupa kupasını Ada’ya getirdiğinde de, 1993’te 26 yıl sonra Manchester’ı İngiltere şampiyonu yaptığında da, 1999’da Premier Lig-FA Cup-Şampiyonlar Ligi üçlemesine imza attığında da, 2007-2008 sezonunda endüstriyel futbol çağının Amerikası Chelsea’yi her iki kulvarda da geçip tarih yazmaya devam ederken de hep aynı Alex Ferguson oldu… Bu gidişle de kendisine sürekli olarak kazandıran İskoç inadıyla bildiğini okumaya devam edip kazanmaya devam edecek gibi…

Her şey, 1974 yazında İskoçya’nın bir nevi Pendikspor’u olan East Stirlingshire’da başladı. Sadece 32 yaşındaydı… Harika bir santrfor olabilecek yetenekteyken Katolik olan karısı Cathy yüzünden Protestan Rangers’ta barındırılmayan Alex Ferguson olarak adını en fazla Glasgow futbol pub’larının iflah olmaz müdavimleri hatırlıyordu. 21 yaşında metalurji işçisiyken düzenlediği ve sözcülüğünü yaptığı grev yüzünden işverenler için pek de iç açıcı bir isim değildi. Zaten East Stirlingshire’ı part-time çalıştırıyor teknik direktörlükten haftada sadece 40 pound kazanıyordu. Hatta ligin başlamasına iki hafta kala kadroda sadece 8 oyuncu vardı, üstelik hiçbiri de kaleci değildi! Başkana gitti ve kısaca “Biliyorsunuz herhalde, ligde oynayabilmemiz için en az 11 oyuncu lazım” dedi. 2000 pound’a 5 oyuncu aldı, ilk transferi 100 pound’a aldığı George Adams önce İskoçya’nın kalburüstü topçularından birisi oldu, şimdilerde de Rangers futbolcu izleme komitesi başkanı olarak halen kendisini keşfeden Ferguson’un adı geçtiğinde gözleri doluyor: “1974 yazında herkese inat futbolcu olacağıma inanıyordum… O güne kadar buna kimse inanmamıştı ama Ferguson bana gelip ‘Biliyorum, sen çok daha fazla para edersin ama elimde bu kadar var, gel ve asıl değerini herkese göster’ demişti. Ondan etkilenmemek o zaman bile imkansızdı. Ama zaten yıllar sonra bile hala saçını aynı şekilde tarıyor, aynı şekilde bakıp başkalarının ağdalı uzun cümlelerle söylemeyi başaramadığını tek bir bakışıyla söylüyor… Bir oyuncuya inandı mı tüm dünyayı karşısına alsa bile ısrarla onun tarafında oluyor ve işin garibi dünyanın kalanı hala her seferinde Ferguson’un haklı çıktığını anlayamadı!”

Sadece Manchester United’a ilk geldiğinde daha doğrusu küme düşme hattında debelenen, parlak tarihinin altında ezilen bir enkaz devraldığında tek bir fire verecekti Alex Ferguson. O da o zamanlar adeta bir nevi Alkoliko United olan takımın en büyük yıldızlarından Paul McGrath’tı. Siyahi İrlandalı oyuncu o kadar ağır bir alkolikti ki bıraksalar Manchester’ı Liverpool’u bağlayan kanallardan bira akıyor olsa nehirleri bile kurutabilirdi! Önce McGrath’ın diğer şarapçı arkadaşları Bryan Robson ve Norman Whiteside’a el attı… Önlerinde şişeleri kırdı, pub’ları bastı, hatta kulüp çalışanlarını peşine taktı. Olmadı, kendisi kırk yıllık dedektifler gibi kılık değiştirip peşlerine düştü. Ama olmadı! Whiteside’ın sakatlıkları iyice müzminleşince, Dünya Kupası tarihinin en genç oyuncusunu satmak zorunda kaldı. Bryan Robson bir süre sonra Ferguson’un verdiği para cezalarını ödeyecek parası kalmayınca içkiyi bıraktı, 36’sına kadar Manchester forması giydi. Ama McGrath, Ferguson’un içinde hep ukde olarak kaldı… O kadar uğraşmış, kırk yılda bir eşine rastlanan savunma sanatçısı ile içki şişelerinin bir türlü arasına girememiş, işin kötüsü McGrath Aston Villa’ya gidip 30’undan sonra yeniden doğunca Ferguson kötü adamlığa terfi etmişti. Ama sadece o biliyordu, McGrath’ın alkol yüzünden kaç kere bileklerini kestiğini, sarhoş sarhoş adam markajı yapıp saha dışına çıktıklarında da Shearer’ı marke etmeye devam ettiğini, tüm bunların sebebinin de McGrath’ın “aşk kazası” olarak dünyaya geldiği 1960’lı yıllarda beyaz kadınların siyah çocuklar doğurmalarına olabilecek en kötü gözle baktıkları için yetimhanelerde büyümek zorunda kaldığını…
Ama Ferguson o günlük kaybetmiş olsa da uzun vadede kazanan Sir Alex Ferguson olacaktı. Ferguson için sorunlu oyuncular isimleri Cantona, Rooney, Keane, Ferdinand bile olsa asla sorun olmayacaktı. Her sene seçilen yeni İngiltere Güzeli ile olmazsa köpeğin insanı ısırması değil de insanın köpeği ısırması misali gazetelere manşet olan Teddy Sheringham, 24 saat seks düşündüğü söylenen Dwight Yorke gibi alemciler, Robson, Moran, Whiteside gibi iflah olmaz şarapçılar ve pekala dövüş filmlerinde Vinnie Jones misali süper kariyer yapabilecek Keane’ler, Cantona’lar, Rooney’ler sonunda Ferguson’un elinde Lucescu’nun elindeki Sergen’lere, Nouma’lara dönüştüler. Bir noktadan sonra da Whiteside-Robson örneğindeki gibi Ferguson üstüne düşeni yapıp topu oyunculara attı. 1992 yılında bir maçtan sonra Lee Sharpe ve Giggs’in bir düzine kadın ve 10 kasa bira ile düzenledikleri partiye müdahale etti, iki oyuncuyu da doğduklarına pişman etti ama bir daha asla o evi basmadı. Sharpe o olaydan sonra aynen devam edince 3 yıl sonra zirveden düştü, 10 yıl sonra İngiliz Biri Bizi Gözetliyor’unu kazanırken, bir daha o eve gitmeyen Ryan Giggs, bildiğimiz taptığımız Ryan Giggs oldu.

Çünkü Ferguson’un futbol anayasasında inandığın insanı kazanmak aslında kaybetmekten çok daha kolaydı. 2008 Mayıs’ında “dünyanın en iyi futbolcusu” olarak nitelendirilen Cristiano Ronaldo 18 yaşında Old Trafford’a adımını attığında şımarıklığı, sürekli hakemi kandırmaya çalışıp kendisini yere bırakması, bencilliği, abartılı şovmenliği ile adeta endüstriyel futbolda genç yeteneklerin kaybolup gitmesine sebep olan tüm sorunların eş anlamıydı. Ama şimdi altı yıl sonra herkes onun Real Madrid’e gitme ihtimalinden tedirginken, o yine aynı Ferguson’du. Her şeye rağmen onu kazanmaya çalışacak ama asla arkasına dönüp bakmayacaktı. Çünkü 21 yılda kazandığı 30. kupanın arkasında zorlandığı anlarda verdiği dersler yoktu, aldığı dersler vardı. Verilmeyip alınan derslerin toplamı da modern futbolun anayasasıydı.


1-Bir oyuncuya inanıyorsan, onun için her şeyi yap; sonuna kadar uğraş!
Eric Cantona’yı Manchester United’a transfer etmeden önce 1990’ların Ada futbolunda Manchester United’ın Altın Çağı olacağına sadece Alex Ferguson inanıyordu. Durum o kadar vahim gözüküyordu ki Ferguson devraldığı Alkoliko United’ı birkaç kupa başarısı ile biraz futbol kulübüne benzetmiş olsa da Busby’nin bebekleri ve George Best efsanesiyle büyüyen taraftarlara yaranamamıştı. Eylül 1989’da Old Trafford’da “3 yıldır bahane buluyorsun ama hala dökülüyoruz, defol git artık Fergie” pankartları vardı. 2 ay sonra ise durum daha da vahimleşti. 3 yıl önce küme düşme hattında debelenirken aldığı takımla adeta başa dönmüş, üst üste 8 maçta tek bir galibiyet almayı başaramamıştı. Ama o takımına, yönetim de ona inanmıştı. 1990 FA Cup finalini kazanmasa bile kulübü kurumsallaştırma yönünde attığı adımlardan etkilenen yönetim onunla yoluna devam edecekti. 1990 FA Cup Finali’nin Ferguson’un kellesini kurtardığı, sadece futbolun en büyük şehir efsanelerinden birisi olarak tarihe geçti. İlk önce takımın eski yıldızı Mark Hughes’ü Barcelona’dan geri aldı. Herkes geleceği geçmişte aradığını söyleyip Ferguson’u yerden yere vururken 1991’deki Kupa Galipleri Kupası Finali’nde Barcelona’yı Hughes’ün iki golüyle yenince Manchester tarihinin akışı da kökünden değişti.
Daha sonra da Ferguson bir oyuncuya kendisine has İskoç inadıyla inandığı her zaman son gülen oldu. Herkesin baş belası gözüyle baktığı Eric Cantona’ya her zaman gözü kapalı inandı, hep arkasında durdu. Ferguson’a göre sorun hiçbir zaman Cantona değil, Cantona’yı asla anlayamayan teknik direktörlerdeydi. 1992-93 sezonunda Manchester United 26 yıl sonra ilk kez şampiyon olurken deli Fransız, Old Trafford’un George Best’ten sonraki yeni futbol tanrılığına terfi etti. Aynı Cantona, Mart 1994’te 5 günde iki kez kırmızı kartla atıldı ama Ferguson’un inadı inattı, Manchester United hem ligi hem de FA Cup’ı kazanarak duble yaparken Cantona toplamda 25 gole imza atarak açık ara yılın oyuncusu seçildi. Aynı sezon herkesin iflah olmaz bir manyak olarak niteleyip burun kıvırdığı Roy Keane’i dünya çapında bir yıldıza dönüştürdü. Aynı Keane sürekli olarak Cantona ile beraber Dövüş Kulübü’ne taş çıkartacak çılgınlıklara imza atarken, bir gün Dünya Kupası kampını terk edecek, İrlanda’yı bir kez daha ikiye bölecekti ama üzerine Manchester kırmızısını her giydiğinde yıllarca takımın ruhu olacaktı. Gereksiz oyundan atılmaları, saha içinde bitmek bilmeyen kavgaları bir yana bir süre sonra McGrath’ın bıraktığı yerden devam eden ve kronik sakatlıkların bataklığına gömülen orta saha oyuncusu her seferinde Ferguson sayesinde yeniden pırıl pırıl parladı.

Neredeyse bir yıl boyunca sakatlığı yüzünden oynayamadıktan sonra Ferguson tarafından 1998-99 sezonunda hiçbir şey olmamış gibi oynatılmaya devam eden Keane 1999’daki tarihi üçlemenin baş aktörü oldu. Keane’in performansıyla Şampiyonlar Ligi yarı finalinde ilk 10 dakikada 2-0 geriye düştüğü Juventus deplasmanında şahlanan United, 90’larda bir İtalyan takımını geriye düştükten sonra eleyip imkansızı başararak finale kadar çıktı. Ama asıl Keane ve Scholes’un kart cezalısı olduğu final maçında Ferguson, bir oyuncuya her şeye rağmen inanmaya devam etmenin en güzel semeresini aldı. İlk alındığında bekleneni veremeyen ve “Bu mu Cantona’nın varisi?” diye burun kıvrılan Sheringham finalde sonradan oyuna girip Şampiyonlar Ligi tarihini baştan yazarken, kariyeri boyunca baş belası sakatlıklarla boğuşan ama Ferguson’un asla vazgeçmediği Solksjaer 31 yıl sonra Manchester’ı Avrupa’nın en büyüğü yapan golü attı.

Milli takımlarında hiçbir zaman bekleneni veremeyen Denis Irwin ve Brian McClair, yıllarca Ferguson’un vazgeçemediği oyuncular oldular. Owen Hargreaves’i almak için tam 2 yıl boyunca bıkıp usanmadan uğraştı, sonunda aldı. Yıllar boyu Henrik Larsson’u almak için her şeyi denedi, en sonunda kiralayıp verim almayı başardı. Rio Ferdinand’ın doping yapmadığına da hakemlerin Rooney’ye haksızlık yaptığına da sadece Ferguson inanacak, 1998 Dünya Kupası’nda Simeone’nin oyununa gelen David Beckham’ı da, 2006’da Rooney ile yaşadığı yangının üzerine medyanın döktüğü benzinle tutuşan Ronaldo’nun imdadına da yine aynı Ferguson yetişecekti. Tıpkı Rooney’e saha dışında verdiği evlilik taktiklerinde olduğu gibi Ferguson anayasasında bir insana inanıyorsan onun için hiç düşünmeden her şey yapılır, sonuna kadar gidilirdi ama tek şartla!


2-Hiçbir oyuncu takımdan daha büyük değildir, hiçbir zaman da olmayacaktır!

Bu oyuncu dünyanın en yetenekli golcüsü Ruud Van Nistelrooy da olabilir, 2 yıl önceki Lig Kupası şampiyonluğunda olduğu gibi kulübede paşa paşa oturtulur, gitmek isteyene kapı her zaman ardına kadar açıktır! Dünyanın en popüler oyuncusu, endüstriyel futbol çağının altın yumurtlayan tavuğu David Beckham dahil kralını tanımaz Ferguson… Zamanında Ada’nın en iyi savunmacıları Paul McGrath ve Jaap Stam’ı bile gözden çıkarmış, Wes Brown’larla idare etmiştir. Dünyanın en istikrarlı oyuncusu Roy Keane hatta Old Trafford’un futbol tanrısı Eric Cantona bile buna dahildir! Çünkü Ferguson futbolu anayasasında genç yetenekler her zaman doymuş süper yıldızlardan iyidir. Eğer patron Ferguson ise Ryan Giggs 18 yaşındayken, zamanının Beckham’ı Lee Sharpe’ı bile kesebilir, bir 18 sene başarıdan başarıya uçurur o Moskova gecesinde olduğu gibi… Takımı gençlere emanet etmek Ferguson’un Futbol Anayasası’nın değiştirilemez, en inatçı maddesidir:

3-Sürekli olarak gençleri takıma monte et!
Ferguson’un futbol felsefesinde gençlik aşısı bir takımın atar damarıdır, oradan takımın kalbine, ruhuna sadakat, vefa, süreklilik gibi daimi başarının bitmek tükenmek bilmeyen taze kanı pompalanır. Böylece her ne olursa olsun yeniden jenerasyonlar oluşturulur ve takıma monte edilerek magmavari bir yapıtaşı kurulur. İcabında kulüple eş anlamlı hale gelen Bryan Robson gider, Roy Keane yıllarca içinde Kırmızı Şeytanlar’ın geçtiği tüm cümlelerin gizli öznesi olur; bir süre sonra çenesini tutamayınca Keane bile gider Michael Carrick alınır, gerekirse John O’Shea ve Darren Fletcher ile bile idare edilir. Bir gün Denis Irwin bile yaşlanıp pas tutabilir, kulübede her zaman bir Phil Neville bir Wes Brown bulundurulmalıdır. Ada’nın Rıdvan Dilmen’i Alan Hansen’in dediği gibi “Çocuklarla hiçbir şey kazanılmaz” diye bir şey Alex Ferguson söz konusu olduğunda geçerli değildir. Çocuk vardır, çocuk vardır, bir tarafta Ryan Giggs, diğer tarafta Jason McAteer vardır! Önemli olan çocuğu büyütürken, çocukla beraber büyümektir. Çocukla çocuk olursan sonunda çocuklar gibi sevinirsin! Ferguson futbol anayasasında günü kurtarmak için asla yarın riske atılmaz. Ne de olsa Ferguson Ada futbolunun en dibi olan East Stirling’de teknik adamlığa başladığında sadece 32 yaşındadır, St. Mirren’ı 1977’de şampiyon yaptığında takımın yaş ortalaması 19’dur, 19!
Zaten sadece bir şampiyonluk kazanacak takım kurmak, kendi ayağına olabilecek en kör kurşunu sıkmaktır! Genç bir oyuncuya şans verip de onun bir hatasından bir maç kaybedebilirsiniz, mesela 1995-96 sezonunun başında Beckham’ın, Scholes’un hatalarından önce UEFA Kupası ikinci turunda Rotor Volgograd’a sonra da Lig Kupası 2. turunda İngiltere’nin Pendikspor’u York City’ye elenirsiniz… Ama o maç sezon sonunda size 11 maçta 10 galibiyet olarak geri döner, hem Premier Lig, hem de FA Cup’ta şampiyon olup duble yaparsınız! Hatta icabında Portekiz’den 17 yaşında bir top cambazı alınır, doğru yöntemler ve sabırla dünyanın en iyi takım oyuncusuna dönüştürülebilir. Ronaldo, Ronaldo olana kadar icabında Giggs bile zaman zaman takımdan kesilebilir, hatta Van “Gol” Nistelrooy bile takımdan uzaklaştırılır. Zaten futbol hiç büyümek istemeyen koca adamların çocukluk fantezisinden başka nedir ki? Öyle olmasa 20 yaşında ilk 11’in değişilmez ismi olan Gary Neville hala ısrarla sakatlanmadık yeri kalmamışken 33’ünden sonra futbolu bırakmayıp takıma dönmek için her gün 8 saat çalışır mı?

4-Yine de son tahlilde oyuncuların yaşı sadece nüfus memurunu ilgilendirir.
Bryan Robson sakat değilse ve alkolü bıraktıysa 36’sına kadar takımın beyni olabilir. Roy Keane gibilerin arada sigortası fena atıp çenesine vurmuyorsa, bazıları için futbolun ikinci baharı asla bitmez. Robson, Clayton Blackmore, Les Sealey, Mike Phelan gibi “daima genç” futbolcular toplam 36 yıl Manchester United forması giyebilirler. Gary Pallister 33 yaşında kar ederek satılır, Steve Bruce gibiler ne zaman isterlerse o zaman bırakırlar… Ferguson için oyuncu, nüfuz cüzdanında yazan yaşta değil, oyun zekasının yaşındadır. Gerekirse 32’sine merdiven dayamış Teddy Sheringham alınır, 1999’da olduğu gibi son saniyede Şampiyonlar Ligi şampiyonu olunur. Hatta Premier Lig’de gole sıkışınca 35’lik Henrik Larsson kurtarıcı olarak kiralanır, Louis Saha’lara bile kramponunu ters giydirir. Stam giderse Laurent Blanc vardır, 35 yaşında olması sadece bir takım medyanın çenesini yorar çünkü 36’sına geldiğinde Ferguson’un takımını şampiyonluğa taşıyan tüm pas organizasyonlarının şefidir! Larsson’lar, Scholes’lar, Giggs’ler, Van der Saar’lar asla yaşlanmaz çünkü yetenek asla yaşlanmaz. Yaşlanmayan oyuncularla çalışırsa teknik direktör de asla yaşlanmaz.

5-Bu en çok da kaleciler için geçerlidir çünkü modern futbolda kaleci kesinlikle takımın yarısıdır.
Ferguson futbolunda kalecin iyiyse bir şekilde mutlaka kazanırsın. Kaleci, Massimo Taibi’nin olduğu gibi sadece üç direk arasında üzerine çekilen şutları kurtarmaya çalışan yalnız adam değildir. Takımın en arkadaki gözü kulağıdır, savunmanın tek patronudur; sahada teknik direktörün en büyük yardımcısıdır. İcabında Edwin Van der Saar, Tim Howard gibi savunmanın son adamı, liberosudur, gerekirse Peter Schmeichel gibi takımın son santrforudur! Tabii kaleci vardır kaleci vardır, bir Schmeichel vardır, bir de diğer kaleciler… Kalende “yüzyılın transferi” olarak nitelediğin Schmeichel varsa, 1999 Şampiyonlar Ligi finalinde olduğu gibi takımın yarısı sakat ve cezalı da olsa her şeyi kazanabilirsin. İyi bir kaleci, futbolun asla yaşlanmayan en güzel yüzüdür. Yıllandıkça şarap misali tatları güzelleşir. Ama şarap acıysa da hiç düşünmeden dökülür. 1990’da o zamanın en iyi kalecilerinden birisi olan hemşerisi Jim Leighton anında kesilir, daha önce Aberdeen’de beraber kazanılan üç İskoçya şampiyonluğu ve 1983’teki Kupa Galipleri Kupası, yedeği Les Sealey’nin çalışma azminin yanında tatlı birer hatıradır sadece… Gerektiğinde transfer bütçesinin en büyük kısmı kaleciye yatırılır, Fabien Barthez alınır. Her zaman en yetenekli kaleciler keşfedilir, gerektiğinde Amerika’dan Tim Howard getirilir, alt liglerden Roy Carroll… Hiçbiri tutmazsa 35’lik Van der Saar hiç düşünmeden alınır, Chelsea’nin, şaibeli paranın tekeli bir şekilde tecrübenin ellerinde erir gider! Ferguson söz konusuysa kalecinin yaşlısının makbul olması şehir efsanesi değil, modern futbolun en belirleyici gerçeklerinden birisidir: Raimond Van der Gouw 33’ünde alınır, 39’una kadar iş görür. Ada kaleciliğinin ölümsüz yetenekleri Tony Coton 35’inde, Andy Goram 37’sinde transfer edilir, sonunda zaman hep bir şekilde Alex Ferguson’u haklı çıkartır! Zaten Ferguson anayasasında asla kısa vadeli manevralara, medya ile fazla yüz göz olmaya yer yoktur.

6-Bir şeye çok inanıyorsan, inatla onu yapmaya devam et, başta basın olmak üzere kimseye fazla kulak asma…
En başta basınla asla fazla muhatap olma. Eh nihayetinde futbol yorumcularının çoğu teknik direktör olmayı başaramamış eski futbol yıldızlarıdır. Oturduğu yerden konuştuğunda Alan Hansen bile yanılabilir, sonunda tükürdüğünü yalamak zorunda kalır. Sana “Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsın” der, sonra da o sezon (1995-96) o çocuklar (Scholes, Beckham, Giggs, Butt) ligde 73 golün 28’ini atınca bikini giymekten beter durumlara düşer! Teknik direktör olarak her zaman saha içinde yaptıklarınla konuş çünkü hocaların hocası Bill Shankley’nin dediği gibi her zaman son maçınla hatırlanırsın. Eğer ligin ilk üç maçında 2007-08 sezonunun başında olduğu gibi hiç galibiyet alamamışsan toplamda aldığın 394 galibiyet anında unutulur, bir Ekim günü pas verecek kimseyi bulamayınca topu kaleye pek de gol olsun diye şutlamayan Boliç’in vuruşu David May’in ayağına çarpıp Schmeichel’ı yanıltır gol olur, Avrupa’daki 40 yıllık namağlupluk unvanın gider, yerin dibine sokulursun. Hele hele o maçın oynandığı günlerde 3 lig maçında 13 gol yiyip hiç galibiyet alamazsan, ancak sezon sonunda Şampiyonlar Ligi’nde yarı finale çıkıp, ligde de beşinci sezonunda dördüncü şampiyonluğunu kazanıp adını temize çıkarabilirsin. Ondan sonra gazeteciler seni yere göğe sığdıramazlar!
Skor basını gibi bazıları hariç yönetici tayfasına da hiç güvenilmez, elin Amerikalısı gelir, Championship Manager oynuyormuş gibi tırnaklarınla kazıyıp yarattığın efsaneyi satın alır, bir de seni değiştirmeyi düşünür. Sen ancak Abramoviç’in dünyayı satın alabilecek serveti karşısında tek kollu boksör gibi mücadele edip kazanınca işinden olmazsın. Ama son tahlilde adın Alex Ferguson ise hiç fark etmez. Ne de olsa 1977’de St. Mirren’ı çalıştırırken olduğu gibi bir gün gider oyuncuların maaşlarını ödemeleri ve vergi oranlarında kolaylık sağlamaları için yönetimle konuştuğunda kötü adam yine sen olursun, kariyerinde ilk ve son kez işinden kovulursun! Sahi St. Mirren kaçıncı ligde oynuyor Ferguson gittiğinden beri? Ama Ferguson, St. Mirren’dan aldığı dersle teknik direktörlük bayrağını güneşin yanına kadar yükseltmedi mi?

7- Asla ders verme, hep ders al!
Kaybettiği bir maçtan sonra Ferguson’un lafı uzattığı, yabancı dillerden devşirdiği bir takım tekerlemelerle kelime oyunları yaptığı asla görülmüş iş değildir. Onu 1996’da Kevin Keegan, sonrasında Arsene Wenger ve aşırı endüstriyel futbol çağında Jose Mourinho karşısında muzaffer kılan tüm meşhur akıl oyunlarının altında Ferguson’un St. Mirren ve Aberdeen deneyimlerinden aldığı dersler vardır. Aberdeen ile 1979-80 sezonunda ligde 25 yıl sonra şampiyon olup İskoçya’daki Rangers-Celtic tekelini yıkmadan önce 1979 Lig Kupası finali ertesinde söyledikleri Ferguson’un teknik direktörlük kariyerinin en önemli dönüm noktalarından birisidir. Mutlak favori olarak çıktıkları finali kaybedince basın ısrarla Aberdeen’li oyunculara saldırmaya başlar ve Alex Ferguson basın toplantısı sırasında aniden masaya yumruk atarak herkesi susturur: “Bütün hata bende. O bekleneni veremeyen oyuncuları zamanında değiştirmedim. Berabere biten ilk karşılaşmadan sonra tekrar maçında gerekli değişiklikleri yapmadım.” Bunun üzerine ilk önce lig şampiyonluğu gelir, sonra üst üste 1984 ve 1985’te alınan şampiyonluklarla Rangers-Celtic arasındaki 15 yıllık Old Firm tekeli yıkılır, Alex Ferguson ismi başlı başına bir New Firm’e dönüşür. 1982-83 sezonunda Aberdeen ile kazanılan Kupa Galipleri Kupası’nda Butragueno’lu harika Real Madrid dize getirildiğinde maçın tüm kırılma anlarında Ferguson 1979’da yapmadığı tüm değişiklikleri yapmıştır. 4 İskoçya Federasyon Kupası ve 1983-84 sezonunda kazanılan Avrupa Süper Kupası aldığı derslerden sonra fazladan yaptığı etüt çalışmalarıdır sadece.

Ferguson için hayati önemde olan tekelleri yıkmak, 2. sınıf bir İskoç takımıyla kısa vadede Avrupa şampiyonu olmak değildir. Aberdeen’den sonra birçok zengin takımın ve İtalyan kulüplerinin teklifleri teşekkür edilip reddedilerek Manchester United seçilir. Çünkü önemli olan başarılı olmak değil, başarıyı sürekli kılmaktır. Bunun için de bir teknik direktör basamakları tek tek tırmanmalı, kariyerist davranmak yerine idealizmini sürekli geliştirerek korumalıdır. Manchester’a geldiğinde de saç tıraşını değiştirmez, zamanının modasına uyulup saçlar jölelenip arkaya taranmaz, İskoç yaşamı devam ettirilir. Sadece su gibi girdiği şişenin şekline bürünülür. Aberdeen’de beraber çalışılan Archie Knox ile Manchester’da devam edilir. Hayat boyu çok şey öğrendiği Jock Stein aranır, fikir alınır; sadece onun hatırına Dünya Kupası’nda İskoçya Milli Takımı kadar umutsuz bir takım yönetilir. Çünkü her deneyim bir ders, her maç bir finaldir. İskoçya gibi kısıtlı bir takımı yönetince, oyuncuların tümünü nasıl maksimum düzeyde kullanmak gerektiği daha iyi anlaşılır. Böylece Manchester United bir ara dünyanın en zengin kulübü bile olsa transferde para saçılmaz, altyapıya yatırılır (1990-91 sezonunda tam 21 oyuncu satıp sadece 1 oyuncu aldı, 4 yıl sonra o altyapıdan yetişen Scholesgiller toplamda 21 yıl Manchester’ı sırtlarında taşıdılar. 1997-98 sezonunda ise yine 21 futbolcu sattı, 16 kez oyuncularını kiralık verdi. Aralık 1998-Mayıs 1999 arasında 33 maçta hiç yenilgi yüzü görmedi). Az ama öz oyuncu alınır, oynatılmayacak oyuncular kulübede çürütülmez, oynamaları, kendilerini geliştirmeleri için kiralanır, bonservisi ile birlikte satılır, hatta gerektiğinde bedava verilir. Çünkü Ferguson asla ne kazanırsa kazansın nereden geldiğini unutmaz. Futbolcuyken Rangers’tan nasıl kovulduğunu, hayatının nasıl bir karabasana dönüştüğünü asla aklından çıkarmaz, o yüzden hiçbir oyuncunun ekmek parası ile arasına girilmez, kişisel kapris uğruna futbol hayatı sakatlanmaz.
Ne de olsa sadece gençliğinde grev düzenlerken değil her zaman solcudur Ferguson. Ne aşırı milliyetçidir ne de az milliyetçi. Kalbinde sapına kadar İskoçtur ama aklı İskoçya’nın İngiltere ile birliğinin devamından yanadır. Son tahlilde ne düşünürse düşünsün asla ülkenin en ünlü yazarı ile gereksiz polemiklere girilmez. Gerektiğinde oğlu Jason yüzünden yaşanan transfer polemiklerinden sonra olduğu gibi ülkenin en büyük yayın kuruluşu BBC ile bile köprüler atılır. Ama her halükarda mutlaka ders alınır, kimse kayırılmaz, iltimas geçilmez. Tek bir manevi oğlu yoktur, tüm oyuncuları manevi oğludur (O manevi oğullardan hiçbiri de bir basın mensubuna el kol hareketi çekmez!). 1990-94 yıllarında Manchester’ın oyuncusu olan öz oğlu Darren Ferguson bile bekleneni veremiyorsa takımdan gönderilir.
En çok da yanındaki yardımcılarından ders alır Alex Ferguson… Sadece Knox değil, 20 yılda çalıştığı toplam 5 isim (Benitez okuyorsun değil mi?) Walter Smith, Steve McLaren, Brian Kidd; Ferguson’un tüm yardımcıları bir şekilde bir yerlere gelmiş, kendilerini başarılı teknik adamlar olmak üzere herkese kabul ettirmişlerdir. Çünkü hiçbiri Ferguson’un yanında gol sevinçlerinde hırpalanmak ya da sıkıştığında medyanın önüne atılmak için oturmadılar. Aslında Smith hariç hepsi de Ferguson’dan ayrıldıktan sonra başarılarını sürekli kılamadılar ama Ferguson için hiç fark etmedi çünkü vefa onun için asla Manchester’da bir semtin adından ibaret değildi, Carlos Queiroz kendisini bırakıp Real Madrid’in başına geçtikten sonra bile geri dönmesine izin verdi, kaldıkları yerden devam ettiler. 2008’in en büyük oyuncusu Ronaldo da ikilinin en nadide eseri oldu.


ETKİLENDİĞİ İSİMLER, İSKOÇ FUTBOL DEVRİMCİLERİ

***Jock Stein
Bir Protestan olmasına rağmen Katolik Celtic’in tarihiyle eş anlamlı olan Jock Stein, 1967’de İskoç ekibi ile Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanarak sadece bir Avrupa kupası kazanan ilk İskoç teknik direktör olmakla kalmadı, Lizbon’da Inter’i geriden gelip devirerek kazanılan kupa bir Britanya kulübünün Avrupa’daki ilk kayda değer başarısı oldu. Katıldığı tüm turnuvaları kazanan ilk antrenör olarak tarihe geçti. Üstelik de bunu takımın tamamı Glasgow ve yakın çevresinde doğmuş oyuncularla başardı. 1965-78 yılları arasında Celtic’i çalıştıran ve 9 sezon üst üste şampiyonluk yaşayan Stein, 1985’te çalıştırdığı İskoçya’nın 1986 Dünya Kupası’na katılma hakkını kazandığı eleme maçının bitiminde heyecandan kalp krizi geçirerek 62 yaşında yaşamını yitirdi. Son kez futbol sahasına baktığı zaman yanında yardımcısı Alex Ferguson vardı. Dünya Kupası’nda da İskoçya’yı Jock Stein’ın hatırına Alex Ferguson çalıştırdı.

***Bill Shankley
Tıpkı Jock Stein gibi maden işçisi kökenli olan Shankley ikinci ligden çıkardığı Liverpool’u 1960’lar ve 70’lerin ilk yarısında Avrupa’nın en başarılı takımına dönüştürdü. 15 yıl boyunca Liverpool’un kızıl yakasının kralı olan İskoç teknik adam, hayatı boyunca futbolun bir hayat memat meselesinden bile çok daha önemli olduğu şiarıyla yaşamını sürdürdü. Teknik direktörlüğü yani Liverpool’u bıraktığında kendisini tekerlekli sandalyeye mahkum olmuş gibi hissettiğini açıkladı. En büyük ilham kaynağı hayatı boyunca inandığı sosyalizm ve Manchester United’lı meslektaşı Matt Busby oldu.

***Matt Busby
Toplamda 25 yıl boyunca Manchester United’ı çalıştıran Matt Busby ilk olarak henüz 36’sındayken Liverpool’un başında teknik direktörlük kariyerine başlamıştı. Yönetimle ters düşünce bir yıl sonra Liverpool’un ezeli rakibi Man Utd’ın başına geçen İskoç teknik adam Ada futbolunun tarihini değiştirdi. Liverpool bir başka İskoç futbol devrimcisi Shankly’nin gelişini bekleyip alt liglerde debelenirken Matt Busby 1948’den itibaren sürekli olarak genç oyuncuları takıma monte ederek üst üste Manchester’a büyük başarılar yaşattı. 6 Şubat 1958’deki uçak kazasında oyuncularının önemli bir kısmını kaybetmesine rağmen kısa zamanda yeni bir takım oluşturmayı başaran Busby, önce 1964’te George Best’i keşfetti sonra da 1968’de Manchester tarihinin ilk Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandı. Ferguson, 1999’daki üçlemeyi yaşasa 90 yaşında olacak olan Busby’ye armağan etti.


Spalletti nerede yanılıyor, Ferguson’un Manchester United’ı neden İtalyan takımı değil:

1-Serie A’nın son şampiyonu Inter, kendisini 3 yıl üst üste şampiyonluğa taşıyan Roberto Mancini’yi bile kovdu, ilk 4 yılında Yayla Kupası bile kazanamayan Ferguson 21 senedir Manchester United’ın başında.

2-İtalya’da Ferguson kadar hücum kim oynatır? Lippi ve Sinyor Terim, onlar da 10. haftayı göremeden kovulurlar! Katolik papazlar için kürtaj neyse, İtalyan başkanlar için de hücum oynatan teknik direktörler odur.

3-Hangi İtalyan takımı aynı anda Rooney, Tevez, Ronaldo ve Giggs’i bir arada oynatır? Tabii ki hiçbiri! Cristiano Ronaldo, İtalya’ya gitse ne olurdu? Forvet oynatılıp Recoba olurdu. Rooney’nin ayağı her sezon 2-3 yerden kırılır, iyice şişmanlar, sürekli saç tıraşını değiştirirdi.

4-Manchester United ve Ferguson’un adları bir kez bile en ufak şaibe ve şike söylentisinde geçmedi. Böyle İtalyan takımımı olur Allah aşkına?

5-Amerikalılar, Man United’ı almadan önce kaç kişi başkanının adını biliyordu? Öyle ki biz bile dergiyi hazırlarken Ferguson’u Manchester’ın başına geçirerek Avrupa futbol tarihini değiştiren Martin Edwards’ın resmini bulana kadar böbrek taşı düşürdük. Google resim aramasına bir Berlusconi, Moratti yazın, beş dergilik malzeme çıkar.

6-Hangi İtalyan savunmasında Partice Evra, Denis Irwin, Kieran Richardson kadar hücumcu bekler oynatılır? Yıllarca Tassotti’leri, Ferrara’ları, Bergomi’leri hatta zaman zaman Costacurta’yı bize bek olarak Ferguson mu yedirdi? Recep Çetin’in günahı neydi Allah aşkına?

FERGUSON'UN TAKTİKSEL ANAYASASI
1- Kaleci sadece üç direğin arasından değil ceza alanının tamamından sorumludur. Kornerlerde, serbest atışlarda her zaman için büyük patron kalecidir. Oyunu kurar, yönlendirir; topun ne zaman kısa ne zaman uzun oynanacağına o karar verir.

2- Bekler, hücum oyuncularıdır. Kağıt üzerinde her zaman 4-4-1 gibi gözüken sistem, Denis Irwin, Kieran Richardson, Paul Parker, Partice Evra gibi başka takımlarda pekala açık oyuncusu olarak ikame edilebilecek oyuncularla sürekli hücum felsefesine göre çeşitlilik arz eder.

3- Savunmanın ortasında stoperler top yapar, varyeteye kaçmadan oyun kurarlar. Steve Bruce, Gary Pallister, Rio Ferdinand, Nemanja Vidiç hepsi de ayakları top yaptığı için gözü kapalı oynatılmıştır. 35’inden sonra Laurent Blanc sırf bu yüzden gözü kapalı alınır. Çünkü birinci alan diye tabir ettiğimiz ceza alanı dışıyla orta saha arası modern futbolda tüm etkili akınların geliştirildiği bölgedir.

4- Orta sahanın ortasında oynatılan oyuncular asla katı anlamda önlibero ya da forvet arkası hücuma dönük 10 numara olarak ayrılmaz. Her ikisi de yeteneklerinin elverdiği ölçüde iki ceza alanı arasında 90 dakika boyunca mekik dokur. İcabında Paul Scholes gibi oyuncular özel olarak çalıştırılarak forvetten orta alanın ortasına devşirilir. Böylece bloklar arası bağlantı ileriye doğru kurularak hücum savunma hattından başlatılır. Ferguson’un takımı durdururken vurur, vururken durdurur. Asla uzun-kısa pas ayrımı yoktur, efektif pas vardır, uzunluğu son tahlilde sadece bir ayrıntıdır.

5- Açık oyuncuları ve forvet oyuncuları sürekli olarak alan ve vites değiştirerek deplase olurlar. Maçın akışına ve rakibin savunma yapısına göre Cantona, Rooney, Ronaldo gibi çok yönlü oyuncular kanatlarda oyuna başlayıp içeriye kat ederler ve rakibin savunmasını demarke duruma düşürürler. Aynı şekilde Giggs, Kanchelskis, Lee Sharpe gibi açık oyuncuları zaman zaman ortadan pozisyon alıp gizli santrforluğa soyunurlar. Maçın akışına göre tüm forvetler santrfor, tüm santrforlar birer açık oyuncusudur. Bu yüzden Sheringham, Yorke gibi daha klasik tipte santrfor oyuncuları mümkün olduğu kadar orta alana yaslanarak kaleye yüzleri dönük şekilde top alırlar. Forvet oyuncuları alabildiğine versatil profilde olmalı, dönerek asla devinimini kaybetmeyen mobil hücum planlarını hayat geçirmeli. En önemlisi de teknik direktör her zaman için her oyun planında bir yerden sonra topu inandığı oyuncunun yaratıcı yeteneğine bırakmalı!

6- 4-4-1-1 dizilişi bir tabu değil, sürekli kazandıran bir fetiş nesnesi hiç değildir; 4-4-2’nin daha modern ve esnek bir yorumudur. Zaman zaman deplasmanlarda 4-5-1 hatta 1991’deki Kupa Galipleri finali ve 2008’deki Şampiyonlar Ligi yarı finalindeki Barcelona maçlarındaki gibi 4-6-0’a dönüşebilir. Tüm bunlar 90 dakikalara yayılan taktik esneklik prensibine göre yaratıcı varyantlardan ibarettir. Esas olan her zaman hücumdur!


7- Ölü toplar asla göründüğü kadar ölü değildir, tek başına birçok maçın kaderini değiştirebilecek kadar hayat doludur! Duran toplar tıpkı şişede duran rakı gibidir, dikkat edersen sen kazanırsın, etmezsen o toplar hiçbir zaman durduğu gibi durmaz, tadını kaçırır, başını ağrıtır. 1990-91 sezonunda stoper Steve Bruce’un ligde Manchester Utd’ın en golcü ismi olması her şeyi yeteri kadar açıklamıyor mu? Sonra da post-modern futbolda gollerin çoğu duran toptan oluyor diyorlar ama Alex Ferguson daha post-modernizm moda olmadan post-modern değil miydi zaten?

8- Yedek kulübesi de en az ölü toplar kadar belirleyicidir. Yedek kulübende mutlaka en az bir Solksjaer, bir Sheringham olmalıdır. O oyuncu bazen o kadar önemlidir ki 1998-99 sezonunda Notthingham Forest maçındaki gibi oyuna girip 12 dakikada 4 gol birden atabilir. Hatta sezon sonunda Şampiyonlar Ligi Finali’nde önce Sheringham, sonra Solksjaer girer, 90. dakikada 1-0 yenikken 2-1 öne geçilir, namağlup Şampiyonlar Ligi şampiyonu olunur. 1995-96’da çocuklarla her şeyi kazanırken kulübede mutlaka bir abi vardır, 10 maçta sonradan oyuna giren eski forvet yeni orta saha Brian McClair tüm maçları kopma anlarının baş rolünde olur. 12. adamların hepsinin de Solksjaer, Sheringham, McClair kadar kudretli futbol sanatçıları olması şart değildir. Phil Neville, Mike Phelan, John O’Shea gibi askerler her zaman her mevkide sonradan dahil olup oyun disiplinleriyle savaşı kazandırırlar.

9- Hakem son düdüğünü çalmadan maç asla bitmez. Maçın ilk 70 dakikasında gol bulamasan da sabırla, inatla oynatmaya devam ettiğin sistem aslında son 20 dakikanın hazırlık pasları, giriş cümleleridir. Ferguson’un takımı asla pes etmez. 1998-99 sezonundaki efsanevi üçleme hep son dakikalarda kazanıldı. FA Cup 4. turunda ezeli rakipleri Liverpool karşısında maçın 3. dakikasında yenik duruma düşüp 85. dakikaya 1-0 geride girdiler ama finalde Arsenal karşısında Keane’in atılmasıyla 10 kişi kaldıkları maçın 2. uzatma devresinde Giggs’in olağanüstü futbol bienaliyle 12 golün 5’ini 70. dakikadan sonra buldukları FA Cup’ı kazanmayı bildiler. Aynı sezon Keane’in damgasını vurduğu Şampiyonlar Ligi yarı final maçlarında Juve karşısında her iki maçta da sürekli geriye düştüler ama maçı bırakmadılar. Final maçı ise zaten en büyük son saniye efsanesi olarak futbol literatüründe ölümsüz bir yere sahip. Namğalup olarak kazandıkları Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finalden itibaren attıkları 9 golün 5’ini 80. dakikadan sonra kaydettiler. 2000-01 sezonunda ligde kaydettikleri 79 golün 23’ü son 20 dakika içinde atıldı. (O sezon şampiyonluk mücadelesi verdikleri Arsenal karşısında ilk 38 dakikada 5-0 öne geçerek son dakikaların ezber olmadığını, rakibe göre nasıl oyun planı geliştirileceğini olabilecek en esnek ve anlamlı şekilde kanıtlayacaklardı) 2007-08’de de Manchester için birçok maç asıl 70. dakikadan sonra başlayacaktı.

10-Hiçbir oyuncuyu kasıntılı ve takıntılı bir sistem, diziliş fetişizmi adına ideal pozisyonunun dışında oynatma. Çok mecbur kalmadıkça hiçbir stoper oyuncusunu bek, hiçbir beki stoper olarak görevlendirme. Sıkışınca mümkün olduğu kadar orta alandan açık oyuncularını beke kaydır (Kieran Richardson 2005-06, Darren Fletcher 2006-07 Lee Sharpe 1990’ların ilk yarısı). Sahiden modern futbol çağında Alex Ferguson’dan başka oyuncularıyla onları oynattığı mevki yüzünden kapışmayan kim var, söylesenize!

8 Temmuz 2009 Çarşamba

AİLE BOYU FUTBOLCU ABDUL KADER KEITA



Bir ayrı severim baba-oğul, abi-kardeş futbolcuları... Formun geçici, yeteneğin ebedi olduğunu kanıtladıklarından mı yoksa tarihte belli bir devamlılık sağlayarak futbolun mekanlar ve zamanlar üstü ölümsüzlüğünü vurguladıklarından mı bilemiyorum ama Laudrup'lardan Koeman'lara, Şota-Arçil Arveladze'lerden yeteneği kısıtlı ama forma aşkı efsane Neville'lara bayılırım iki kardeşin aynı takımda oynaması durumuna... Hele hele Gudjohnsen'ler ve Laudrup'larda söz konusu olduğu gibi baba oğulun yan yana oynaması bambaşka bir futbol tadıdır, ölümsüzlüğün, sportif ruhun katıksız uzantısı bayrak yarışının ta kendisidir...

Son yıllarda abi-kardeş akımının en parlak temsicileri garip bir şekilde hep Fildişi Sahili'nden çıktı. Bir ihtimal yıllardır Fransız emperyalizminin erozyona uğrattığı toplumsal değerlere karşı futbolun sosyalleştirici ekseninde geleneksel aile değerlerinin el üstünde tutulmasının sonucu olabilir bu durum. Yaya ve Kolo Toure, Arouna ve Bakary Kone (bir de Karamoko Kone var küçük kardeş Roda'da yedek), Bonaventure ve Solomon Kalou'lar...

Galatasaray'ın yeni yıldızı Abdul Kader Keita da aslında en az onlar kadar hatta onlardan bile daha futbolcu bir aileden. Annesi Somalili olan Abdul Kader Keita'nın abisi Hamza Keita zamanında Fildişi Milli Takımı'nın önemli oyuncularından birisiydi. Hele baba Keita herhalde ailenin en büyük futbol delisi olacak ki iki oğlunu da futbolcu yapmasının yanı sıra Keita ailesinin yaşadığı Gagnoa ilçesinin futbol takımı Sporting Club de Gagnoa kulübünün de kurucusu.

Abdul Kader Keita, ailenin en büyük yıldızı kuşkusuz. 1980'lerde Cezayir, 1990'larda ise Kamerun ve Nijerya'nın estirdiği Afrika futbol rüzgarı ve Kara Kıta'nın futbol dünyasındaki rönesansı sürecinde Batılı beyaz adamların "Çok düşük maliyete süper yetenek" şiarıyla yaptığı Afrika ihracatının en bereketli dönemi olan 2000'lerin önemli bir yıldızı Keita.

Daha 17'sinde bir çocuk yıldız kıvamında İsveç'in Elfsborg takımına transfer olan Ağustos 1981 doğumlu süper yetenek, çok genç yaşta uluslararası şöhreti ve parayı bulmuş bir futbolcu. Elfsborg'de kısa bir süre kalan ve kaçınılmaz olarak uyum sorunu yaşayan (hayatı boyunca 30 derece sıcaklığı serin olarak değerlendirmiş bir gencin en sıcak havanın 20'yi bile geçmediği Avrupa'nın en medeni ülkesine gitmesinden bahsediyoruz!) Keita Fildişi'nin en başarılı takımı olan Africa Sports National'da asıl yıldızını parlattı. Africa Sports National, Kamerun'un efsanevi kalecisi Joseph Antoine Bell, Amokachi-Okacha'lı Nijerya'nın yıldızlarından Yekini ve Keshi'nin de zamanında formasını giydiği Afrika kıtasının bir nevi Porto'su, Rangers'ı, Celtic'i olan bu kulüpteki performansı Keita'yı daha çok genç yaşta Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi futbolcuların para bastığı liglere taşıdı.



Aslında bundan 8 yıl önce 9 milyona değil 9000 dolara Türkiye'de oynamaya başlayabilirdi Keita ancak adı lazım değil onu denemeye alan takımlarımızdan birisi kendisini beğenmeyerek bir haftada geri yollamayı başardı! Uzun vadede asıl kaybeden ise Keita'yı üç hafta deneyip imza attırmayan Paris Saint Germain olacaktı. Tunus'un efsanevi takımı Etoile Sahel'den sonra sırasıyla BAE'de Al Ayn ve Katar'da Batistuta ve Romario ile beraber Al Sadd formalarını giyen "Popito" lakaplı süper yetenek, Katar'dayken harika çalımları ve spektaküler hareketleriyle taraftarları kendisine ölümüne hayran bırakırken başına buyrukluğu ve disiplinsizliğiyle hocası Bora Milutinoviç'i çıldırtmayı başardı. Dünyanın dört bir yanında takım çalıştıran ve Irak'ı çalıştıracak kadar gözü kara bir futbol gönüllüsü olan Milutinoviç en sonunda yönetime şöyle buyuracaktı: "Ya ben, ya Keita. Hatta Keita kalırsa ben sadece takımı değil, futbolu da külliyen bırakıyorum!"
Söz konusu olan aslında Yattara, Okocha, Amokachivari bir vakadan daha fazlası değildi. Afrikalı yıldızların birçoğu gibi Keita'nın da yetenekleri takım disiplini kalıbına sığamayacak kadar coşkun ve sınırsızdı. Neyse ki kazanan Lille oldu. Fransa'nın Gençlerbirliği misali mütevazı takımı önce Keita'yı bu hengamede kapıp Claude Puel yönetiminde altın çağını yaşadı daha sonra da ele avuca sığmaz süper yeteneği 16+2 milyon euro'luk rekor bedelle Lyon'a sattı.

Sevgili Galatasaraylı kardeşlerim, abilerim, ablalarım "Bu adam Lyon'da topu ayağına sürmemiş, nasıl olacak bu iş; üstelik de çok disiplinsizmiş" diyerek hiç kaygılanmasınlar. Keita, Rijkaard futbolunun, sahanın maksimum kullanımına dayalı açık futbolun oyuncusu. Robben'den tek eksiği kurnaz olmaması. Eğer Keita, Ortega misali Lorant yönetimindeki bir takıma gelseydi bomba elde patlardı ama Rijkaard var, Neeskens var, oyuncularını konsantre etmek için onlara The Pixies, Nirvana, The Smiths dinleten bir total futbol dehası, Cruyff'un en başarılı mirasçılarından birisi var. Yani kısacası korkulacak bir sorun yok, bir Beşiktaşlı olarak arada Keita'yi izlemeye geleceğim, orada görüşürüz...

2008-09 BANK ASYA FOURFOURTWO ÖDÜLLERİ

BANK ASYA 1. LİG
YIL SONU ÖDÜLLERİ


Bu yıl Bank Asya 1. Lig bambaşkaydı! Bir saniye bile azalmayan heyecanı, dramatik iniş çıkışları ve yukarılara göz kırpan yıldızlarıyla zaman zaman Süper Lig’e bile kramponunu ters giydirdi. Bize de geleneksel FourFourTwo ödüllerini bu kez öteki ligimize vermek düştü!

Jüri ve yazı: Sinan Okyay, Hüseyin Ataş, Yetkin Etkin, Ali Ece
Görseller: Bank Asya 1. Lig Dergisi

Mission Impossible Oscar’ı:
LEVENT ERİŞ & KENAN YARALI

“Manisa’da sponsor gider, iş biter” diyenlere inat batan gemiyi terk etmeyen başkan Kenan Yaralı ve büyük düşüşe rağmen takımda kalıp 64 gollü, 64 puanlı lideri yaratan teknik adam Levent Eriş kimsenin beklemediği kadar güzel bir mutlu son yaşattılar. Vestel’den devraldıkları enkazdan alınlarının akıyla Manisaspor’u yarattılar. Ayda bir antrenör değiştiren Süper Lig’e inat düştüğü lige geri dönmek için uğraş veren futbolcularıyla Zicovari bir diyalog geliştiren “Eski Efe” futbolculuğunu “Yeni Efe” antrenörlükle pekiştiren Levent Eriş’e ve ona sözde değil özde güvenen Kenan Yaralı başkana şapka çıkartıyor, herkese örnek teşkil etmelerini diliyoruz!

Sen Neymişsin Be Abi Oscar’ı:
BRUNO MEZENGA

“Pahalıdır vardır bir hikmeti, ucuzdur vardır bir illeti” sözünün ipliğini pazara çıkaran, hafif emekli, bol kaprisli, Brezilyalı jön rollerinin yeni yorumcusu… 1982 model Zico’lu Socrates’li Brezilya’dan aramıza sızmış Serginho misali meşin yuvarlağa elmas muamelesi yapan Bruno Ferreira Mombra Rosa, bütün bir yıl jilet gibi çalımları ve afili golleriyle Ordu Stadı’nı Maracana’ya çevirdi. Gollerini nasıl attığını izlemekten sayısını saymaya fırsat bulamadık, sonra bir baktık ki hakiki sambacı 24 maçta 21 gol atarken Taner Gülleri’ye bile kramponunu dama atmış!


Gurbette Samba Rüzgârı Ödülü:
TIAGO QUEIROZ BEZERRA

İzmir’in yeni futbol güneşi, Altay’ın gözbebeği. Adını daha önce duymayanlara kulağınızı iyi açın: Süper Lig’in Brezilyalılarına taş çıkartan 9 gollü orta saha yıldızı, sadece 21 yaşında! Daha önce Avrupa’da şanssız bir Belçika deneyimi yaşayan Tiago, böyle devam ederse birçok yeni kuşak sambacı gibi Türkiye Ligi’ni yeni futbol ülkesi belleyebilir. Marco Aurelio’nun ilk geldiği zamanlar hâlâ gözümüzün önünde! Belki bir sezonda Marco’dan Mehmet olmaz ama ne olur ne olmaz biz şimdiden ona bir Türk ismi önerelim istedik: Timuçin Kamil Bezmez!


Fakir Ama Gururlu Jüri Özel Ödülü:
COŞKUN DEMİRBAKAN

Futbolculuğunda takoz gibi bir defans oyuncusuydu. Şimdi de en az futbolculuğu kadar sağlam yürekli usta bir teknik adam. Sonu gelmek bilmeyen maddi sıkıntılara rağmen çoğu zaman maaş bile alamadan Diyarbakır’ı zirvede tutmayı başaran Coşkun Demirbakan’ı ayakta alkışlıyoruz!


Koca Yusuf Mansiyon Ödülü:
ÖZGÜRCAN ÖZCAN

Hiçbir zaman estetik, narin bir fiziği olmadı. Galatasaray toprağının yetiştirdiği en gürbüz futbol meyvelerinden. Onurlu bir şekilde lige tutunmaya çalışan Tatangaların kalın enseli, heybetli fizikli, 17 gollü genç yeteneği Özgürcan Özcan.

Geldik, Gördük, Cuk oturduk Oscar’ı:
FERHAT ÖZTORUN & AYDIN ÇETİN

Ali Sami Yen tribünleri defansın solundaki bu sarışın çocuğu çok sevmişti. Sol oyuncu çorağı ülkemizde yeni bir vahaya dönüşürken esen rüzgârlar onu Manisa’ya kadar sürükledi, Vestel gitti Manisa geldi onunla beraber Ferhat Öztorun da vazgeçilmezlerden oldu. Yolu yine Manisa’ya düşerse her zaman kırmızı-siyah-beyazlı tribünlerin başının üstünde yeri var. Ateş hattında debelenen yeşil-beyazlı Giresunspor takımına bu sene katılan, futbolseverlerin olduğu kadar menajerlerin de dikkatini çekmeyi başaran 14 gollü genç forvet Aydın Çetin’e de ayrıca dikkat!

Süper Lig’i Selamlayanlar Ödülü:
BURAK ÇALIK (Altay), BURHAN COŞKUN (Samsunspor), UĞUR ERDOĞAN (Gaziantep B.B.), MUHAMMET HANEFİ (Manisaspor), ADEM KAYA (Karabükspor), ŞEHMUS ÖZER (Altay), CİHAN YILMAZ (Karşıyaka)

Neredeydik Nerelere Geldik Ahududu’su:
SADİ ÇOLAK

Gol krallığı gördüğü sahalarda, forma bulamadığı Rize’den gittiği Diyarbakır’ı geçen sene play-off’a çıkaran, bu sene döndüğü Rize’de yine ne formunu ne de formasını bulamayan Sadi Çolak. Herhalde en sonunda Rizespor dergisine yıllar önce söylediğini yapacak: “Futbolcu olmasaydım, Trabzon’da kasap dükkanı açardım”

Geleneksel Hakan Şükür Özel Ödülü:
RAFAEL MARQUES

Ersun Yanal’ın Manisaspor’a kazandırdığı yeteneklerden birisi. Bazen kaçırdıklarıyla saç baş yoldursa da rakip defansı sürekli yıpratan post modern bir kule. Uzun boyuna rağmen hiç de fena sayılmayacak bir tekniğe sahip olan Rafael’in zaman zaman stoper olarak değerlendirilmesinin yanı sıra Manisaspor’da iş başa düştüğünde kalecilik yapmışlığı bile var.

Milli Olma Mansiyon Ödülü: UFUK CEYLAN
Bank Asya 1. ligden bu sezon milli olan tek oyuncumuz Manisaspor’un kalecisi Ufuk Ceylan. 1986 doğumlu genç yıldız, böyle devam ederse çok yakında Türkiye’nin bir numarası olabilecek potansiyele sahip.

Taner Gülleri’nin Taçsız Veliahtları:
ERHAN KÜÇÜK & EMRAH BOZKURT

Daha önceki yıllarda Taner Gülleri gollerini sıraladıkça, takımı uçardı. Bu yıl Süper Lig’de rüştünü fazlasıyla kanıtlayan “tüm liglerin golcüsü”nün bıraktığı boşluğu doldurmak da onlara nasip oldu. Kasımpaşaspor olumlu futboluyla adından söz ettirmeye başladığında başrolde Erhan Küçük bulunuyordu. Süper Lig’den düştüklerinde adı uzun süre Trabzonspor’la anıldı ama o Kasımpaşaspor’da kaldı. Tecrübesi ve gol sanatçılığıyla Kasımpaşaspor’a kattıkları ortada, attığı 12 gol ise cabası. Erhan’ın Diyarbakır şubesi Emrah Bozkurt ise toplamda sadece 39 gol atarak Süper Lig’e çıkmayı başarmış Diyarbakırspor’un 16 golüne imza attı.

Kevin Phillips Türkiye Şubesi Oscar’ı:
COŞKUN BİRDAL

2000’de Sunderland’i, 2008’de WBA’yı, bu yıl da Birmingham’ı Premier Lig’e çıkaran Kevin Phillips’in dünyaca tanınmayan rakibi! Oynadığı bir çok takıma Süper Lig’e çıkma yolunda attığı goller ile katkıda bulunup sonra yeni takımları üst lige taşımak için gezen bir evliya çelebi… Denizli’de attı, Antalya’da attı, yıllarca Süper Lig’de attı dayanamadı, bu sezon da Bank Asya 1. Lig’de Diyarbakır için varını yoğunu ortaya koymaya devam etti. Kritik golleriyle Süper Lig’e dönmesinde başrol oynadığı Diyarbakırspor’da kalmayıp yine 1. Lig’den bir takımla anlaşıp onu da ihya ederse kimse şaşırmaz. Ayağına sağlık Coşkun Birdal usta, sen futbolumuzun vazgeçilmez renklerinden birisin.

Jüri Özel Ödülü: CENK İŞLER
İstanbul’a bakarkör Türk skor basınında hak ettiği değeri bulamayan sayısız Anadolu futbol zanaatkarından birisi. Daha önce bir röportajında attığı yüzlerce golün, Beşiktaş maçında gole giderken rakip futbolcu sakatlanınca topu taca attığındakinin yüzde biri kadar bile konuşulmadığından yakınmıştı. Ne kadar kendisi adına kısır bir sezon geçirse de (11 gol kendisi için kısır sayılır) 35’lik tecrübe genç futbolculardan kurulu Manisaspor’a o kadar çok şey kattı ki tek tek anlatmaya kalksak derginin sayfaları yetmeyebilir.

Kumdan Kaleler Yapma Oscar’ı:
REHA KAPSAL

Elinde geçenlerden, altyapıdan alınan, 2. ve 3. ligden transfer edilen futbolculardan kurulu son derece mütevazı bir kadrosu olmasına rağmen son haftalara kadar Karşıyaka’yı şampiyonluk yarışının içinde tutmayı başardı, son haftalardaki performans düşüklüklüleri yüzünden şampiyonluk iddiasından uzaklaşmış olasalar da play off’ların en sağlam takımı oldular. Saha içindeki performansıyla Bülent Uygun’un Bank Asya şubesi olan Reha hocanın saha dışındaki kalitesi de cabası!

Erciyesspor Anısına Çıkmayan Candan Umut Kesilmez Ödülü:
SAKARYASPOR

Bülent Korkmaz ve sürekli bağıran kalecileri Orkun Uşak ile Erciyesspor’un ligde kalmak için verdiği mücadeleyi hiçbir romantik futbol yüreği unutmaz. Herkesin ‘‘Keşke düşmeseler’’ diye iç geçirdiği o takımın neticeye rağmen hatice bayrağını bu sezon Bank Asya 1. Lig’imizde Sakaryaspor devraldı, “Bu yolda mağlup aslında yüreklerde her zaman galip” bayrağını daha da yukarılara taşıdı. Sezon başındaki yanlış transfer politikaları yüzünden ikinci yarının başında herkesin ligden kesin düştü gözüyle baktığı bu takım bir anda öyle bir futbol oynamaya başladı ki son haftaya kadar verdikleri onurlu mücadele ile yılın en güzel düşeni oldular. Tatangalar’da bu ruh oldukça, hemen geri dönmeleri uzun zaman almayacaktır.


Başarı Hemen Gelmiyorsa Teknik Direktör Kıyımı Farzdır Ahududusu:
ADANASPOR

Güney’in renkli takımı her ne kadar sezonun ikinci yarısında aldığı olumlu sonuçlar ile adından söz ettirse de bu ligde en fazla hoca değiştiren takım durumunda. Sezona Eyüp Arın ile başlayan Adanaspor, Mustafa Çapanoğlu ve Metin Yıldız ile de başarılı olamayanıca bir de Ekrem Al’a şans verdi. Herhalde yönetimin ruhuna Yıldırım Demirören’in zihnini sonunda terk eden teknik adam kıyım makinesi girmiş olacak. O herkesten çok kendine zarar makinenin bir an önce Adana’yı terk etmesi ve turuncu-beyazlıları en yakın zamanda Süper Lig’de görmek dileğiyle!

Bu Çocuklarda Çok İş Var:
HAKAN ARSLAN, NİZAMETTİN ÇALIŞKAN, SEZER ÖZTÜRK

Hakan, kendisi ve takımından hiç beklenmeyecek şekilde Adana Demirspor’a attığı gol ile Adana’nın diğer bir köklü takımı Demirspor’un 1. lig hayallerini başka baharlara ertelerken kendi ve takımının en büyük hayalini gerçekleştirmişti. Güngören Belediyespor altyapısından yetişen oyuncu gelecekte çok iyi yerlere gelebilecek bir potansiyel arz ediyor. Nizamettin ve Sezer ise yetenek avcısı Ersun Yanal’ın bulup ülkemiz futboluna kazandırdığı kaliteli futbol kumaşlarından. Geçen sezon fazla forma şansı bulamamış olsalar da bu sezon ilk 11’e sağlam kapak attılar. Özellikle Sezer orta sahadan attığı gollerle bu sezon Bank Asya’da yerel bir Steven Gerard rüzgârı estirdi.