17 Mart 2009 Salı

17-18 Mart St. Patrick's Day, İrlanda Bayramı Şerefine Avrupa'nın Zencileri, İrlanda Futbol Efsaneleri 1: TONY CASCARiNO




“Gece yarısı terler içinde uyanıyordum. Lanet olsun yine Tony Cascarino’ydum… Tanrım, sana yalvarıyorum, lütfen top yine bana gelmesin… Gözlerimi kapatıp berberlik yaptığım günlere dönüyordum, rahatlayıp uykuya dalıyordum… Dükkanı kapatınca o zamanlar dünyanın en güzel kızı olan şimdiki karım Sarah’ı dondurmacıya götürüyordum. Dondurmacı! Bu lanet olası İtalyan soyadım yüzünden top her ayağıma geldiğinde, bütün stat ayağa kalkıp ‘Haydi dondurmacı, bir tane daha!’ diye bağırıyordu. Yine uyanıyordum, lanet olsun ki yine Tony Cascarino’ydum! İrlanda Cumhuriyeti’nin kulesi, dondurmacısı, 88 kez formasını giydiğim takımın kurtarıcısı! Halbuki İrlandalı bile değildim… Yanımda uyuyan karım bile bilmiyordu bunu… Ama daha bilmediği o kadar çok şey vardı ki! Anlatamazdım, yüzüne bile bakamazdım! Lanet olsun ben hala Tony Cascarino’ydum!”

Yine bir gece, kan ter içinde uyandı. Sabah olmuştu, yağmur zihnini mor bir duman gibi esir almak üzereydi. Pink Floyd’un “Yankılar” şarkısını koydu. İçindeki huzursuzluk, tıpkı o şarkıdaki kayıp cehennetten taşan Vezüv yanardağı gibi her saniye büyüyor, ilk kendisini yutacak olan o ateş yumağı gibi gözlerini karartıyordu. Tam bir yüzyıl önce dünyadaki son günlerinde, artık karısının bile “İyice delirdi bunak” gözüyle baktığı Tolstoy gibi hissediyordu. Tek çaresi vardı, o da yazmak…


2001 yılında, o gün yazmaya başladığı “Maç Sonucu”nu bitirip yayınladığında, Ada’da büyük bir kıyamet koptu. Yazmaya başladığında ruhunu kasıp kavuran ateş, ona teğet geçmiş, futbolun en büyük gayrı resmi din olduğu Britanya’yı kaplamıştı. 1980’lerin sonu ve 1990’ların ilk yarısında Avrupa’nın yenilmesi en zor takımı olarak nitelenen İrlanda Cumhuriyeti’nin efsanevi “dondurmacısı”, 88 kez ile İrlanda tarihinin en çok milli olan oyuncularından birisiydi. Ama aslında asla İrlanda Milli Takımı’nın formasını giyemeyebilirdi. Aslen İtalyan bir baba ve İngiliz bir annenin oğlu olan Tony Cascarino 1996’da ailesinin hiçbir ferdinde İrlanda kanını olmadığını öğrendiğinde sadece susabilmişti. Annesi bir gün, karşılıklı çay içerlerken, hiç beklemediği anda ona gerçeği tüm çıplaklığı ve acımasızlığı ile açıklamış, 1 Eylül 1962’de St Paul's Cray’de dünyaya gelen tek oğlu Anthony Guy Cascarino sadece donup kalmış, uzun bir süre annesinin yüzüne bile bakamamıştı: “Oğlum, biz İrlandalı falan değiliz. Büyük baban beni evlat edindi. Ve biz anneannenle seni sadece Dünya Kupası’nda bizi evlat edinen ülkenin formasıyla görüp her anne gibi biraz olsun gururlanmak için herkese yalan söyledik. Bu yüzden bunca yıldır sana İrlanda pasaportu verilmiyor. İngiltere pasaportu ile İrlanda Milli Takımı’nda oynuyorsun”

Kitabı ilk alıp okuyanlardan birisi, Sir Alex Ferguson’du. 1989 Noel’inde, İskoç teknik adamın tek almak istediği hediye de Tony Cascarino’ydu. Ama Manchester United yönetimi o zamanlar için çok büyük bir meblağ olan 2 Milyon Pound’u daha fazla arttıramamıştı. Ferguson, tam 12 yıl sonra karısının kendisine sadece 9 Pound’a aldığı Noel hediyesi kitaptakileri okumaya başladığında koltuktan düştü! The Times, “Eğer bu kitapta anlatılanlar gerçek değil de kurgu olsaydı, yılın kitabı ödülünü alır” yazarken, Guardian, “Diğer futbolcu biyografileri ile karşılaştırırsak Tony Cascarino, Leo Tolstoy kalır” diye başlık attı. Aslında Tolstoy olan, kitabın yazarı değil, kitaba konu olan yaşamın ta kendisiydi.



Cascarino 19 yaşına geldiğinde kızların izlediği maçları saymazsak neredeyse hiç futbol oynamamıştı. Daha çok küçük yaşlardan beri kızlara olan düşkünlüğünden büyüyünce kadın kuaförü olmak istiyordu. İtalyan babasının “Erkek adam, kadın kuaförü olur mu?” diye hiddetlenip kendisini dövdüğünde ona inat daha da fazla kadın kuaförü olmak istedi. Böylece, en güzel kadınları sürekli daha da yakından görebilecek, onlara dokunabilecekti. Daha çocuk sayılacak yaşta, mahallelerindeki İtalyan kızla sevişirken, yine babasına yakalanacak, “Katolikler, evlenmeden seks yapmazlar” diye bağıracak, yine babasının en ağır hışmına uğrayacaktı. Babası için, Tony’nin boyunun uzun olması, ileride en fazla erkek gücü gerektirecek işleri yapması için biçilmiş kaftandı. Ama Cascarino, o yıllarda Türkiye’de olsa Tanrı tarafından kadınları baştan çıkarmanın en kestirme yollarından olan o boy ve fizikle çok rahat ikinci bir Tarık Akan olmayı tercih ederdi.

Aslında sadece baba figürünün altında ezilen milyonlarca isimsiz hayattan birisi olabilirdi. Ama kadın kuaföründe çalışmasına izin vermeyen baba, ona duvarcı olarak iş bulduğunda hayatı asla aynı olmayacak, o andan itibaren Cascarino hayatı değil, hayat Tony Cascarino’yu yaşayacaktı. İş çıkışında, İrlanda göçmeni iş arkadaşları duvar ustaları ile Pub’a gidip içmeyi, kızları kesmeyi planlıyordu. Ama Suç ve Ceza’daki baba Marmeladov’un “öteki”si olan baba, çoktan boş zamanlarını bile nasıl yaşayacağına karar vermişti: Her İtalyan erkeği gibi Tony de erkekliğini konuşturacak ve erkek sertliğine boks ile beraber en çok yakışan işi yapıp futbol oynayacaktı. Amatör Crokenhill ile ilk maçına o hafta sonu çıktı. Ve o andan itibaren o küçük mahallede başlayıp 1999’da İstanbul-Paris hattında son karesinde Ali Eren’e kafa atılarak bitecek maç başlamıştı. Otobiyografisi Maç Sonucu’nda anlattığına göre, o gün birden kırk yıllık futbolcu kesilmesinin ardında tribündeki mahallenin en güzel kızı vardı. Baba da tribünde yerini almıştı, bu yüzden kafasına atılacak her topu gol yapmaktan başka bir çaresi yoktu. İlk defa o gün fark edildi. O günden sonra oynadığı her takımda orta saha neredeyse hiç kullanılmadı, bütün toplar o devasa vücudun kafasına doğru havaya şişirildi. Bir tek gün bile kimse kendisine sormadı: “Tony, topu sana atalım mı?” Sadece tercih hakkı olmadığı için gelen her topa yükseldi.



1981 yılının ilk günlerinde Gillingham futbolcu izleme komitesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlığa ayırdığı bütçenin biraz daha hallicesi ile kelepir oyuncu avına çıkmıştı. Aynı adamlar, iki hafta üst üste gelip Tony’yi izlediler. Sonra bizzat teknik heyet geldi: “Haklısın, bu dondurmacı çok iyi… Tam da bize göre, nasıl olsa böyle yağmur yağdıkça bizim saha 10 sene daha düzelmez; sürekli uzun toplar atarız, baksana bu dondurmacı hepsini alıyor!” 3. Lig’in dibine demir atmış Gillingham’ın on parası yoktu ama Cascarino’nun hayalleri vardı. Kendisine transfer karşılığı verilen üst baş ve demiri satıp yıllardır düşlediği kendi kadın kuaförü dükkanını açabilirdi. Ama babası ile göz göze geldiğinde, bir an tereddüt etti. O göz göze geliş anından sonra tam 6 yıl durmadan oynayıp 219 maçta Gillingham forması giyecek ve 76 gole imza atacaktı. Aslında halinden de mutlu olmadığı söylenemezdi. Uzun boyu, hava toplarındaki olağanüstü hakimiyeti, Tarık Akan’la karşılaştırılabilecek atletik vücudu ve 90 dakika boyunca İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren İrlandalılar gibi savaşmasıyla Ada’nın alt liglerinin en gözde oyuncularından birisi olmuştu. Böylece en beğendiği kadınlara çok daha kolay ulaşabiliyor, profesyonel futbolculuğun kendisine kazandırdığı nabza göre şerbet verme özelliği ile resmi karısı Sarah ve diğer tüm karılarını en güzel şekilde idare edebiliyordu.

Böylece kuaför dükkanı açma sevdasından da yavaş yavaş vazgeçmişti. Futbol sayesinde en güzel kadınlara en kestirme yoldan ulaşırken, Gillingham da her sezon bütçesi el verdiğinde kendisine zam yapıyordu. Ama 1987 yılında, “Dondurmacı” efsanesi fazlasıyla büyümüş, Gillingham’a sığmaz olmuştu. Birçok futbol yazarı kendisini “Hava toplarında 10 Blitzkrieg gücünde” olarak tanımlarken, o çoktan formasının yakasını profesyonel futbol denilen çok güzel ama bir o kadar da nankör kadına kaptırmıştı bile. Başta Arsenal olmak üzere birçok takım ona kendi formasını giydirmek istiyordu ama o Gillingham’a en çok bonservis bedeli ödeyecek olan Millwall’un formasını giyecekti. En azından o Londra’nın holiganları ile dünyaca meşhur takımı küçükken tuttuğu takımdı. Önce Ada’ya sonra da dünyaya holiganizm denilen illeti “en güzel” şekilde bulaştıran Millwall büyük bir atılım içindeydi ve “dondurmacı”yı transfer ederek o yılın en iyi genç forvet ikilisi kurmuştu. İkilinin diğeri o zamanların en çok gelecek vadeden genç yeteneği Teddy Sheringham’dan başkası değildi!


Teddy’yi ilk gördüğü anda “Eyvah, o da benim gibi uzun boylu… Hava topları mükemmel, ama benim gibi yavaş. Ya o oynayacak ya da ben” demiş, efsanevi yıldızı kendisine rakip olarak görüp ona pas vermekten kaçınmıştı. Ama Millwall teknik direktörü John Docherty’nin kafasında başka bir şey vardı: “Biz herkesin oynadığı gibi oynarsak bu vasatın biraz üstü kadro ile nereye kadar gidebiliriz ki?” O güne kadar hep “1 uzun ve yavaş+ 1 kısa ve hızlı” olarak kurulan klasik Ada forveti ters yüz edilecek, Millwall sezona Sheringham-Cascarino ikilisi ile başlayacaktı.

Herkes Docherty’ye “deli” gözüyle bakarken, sonradan tarihin haklı çıkardığı tüm deliler gibi Docherty de “dahi”liğe terfi edecekti. 1987-88 sezonuna 2. Lig’de kümede kalma hedefi ile başlayan Millwall, 1988 Ekim’inde Liverpool’un üstünde 1. Lig’de liderdi. O iki sezon boyunca, Millwall’un attığı gollerin neredeyse hepsinde, Starsky ve Hutch, Dempsey ve Makepeace, Jagger-Richards, Lennon-McCartney’lerden sonra Shearer-Sutton’dan önce Ada’nın gördüğü en uyumlu ve verimli ikili olan Cascarino-Sheringham forvetinin imzası vardı.


Sheringham, Millwall’un resmi sitesindeki videosunda o günleri Mayıs güneşi gibi gülen gözleriyle şöyle özetliyor: “İnsanlar, Cascarino ile benim birbirimize çok benzediğimizi, bu ikiliden hiçbir şey olmayacağını söyledikçe Tony ile daha da iyi bir ikili oluyorduk. O zamanlar Tony benden çok daha ünlüydü. 1987 yazında bonservisine tam 200. 000 Pound ödemiştik ve o İrlanda Milli Takımı’nda bile oynamıştı. Cascarino’yu transfer ettiğimizi öğrendiğimde ‘Vay be, Cascarino, Millwall’a geliyor, o varken ben yedek kalırım’ diye düşünmüştüm. Ama o hiç de o zamanlardaki büyük futbol yıldızları gibi primadonna triplerinde değildi. Hatta gelir gelmez yanımıza oturmuş, bizle konuşmaya başlamıştı. Sonradan kitabında ‘Sheringham çok iyiydi, beni kesip takıma girer diye antrenmanda ona pas vermedim’ yazdığını okuduğumda çok gülmüştüm. Geçenlerde son görüştüğümüzde ‘Bak haklı çıktım, o sezon sen 24 ben 23 gol atmıştım. Sonra da sen hep daha iyi oldun, ben ise kendi kendimin kötü bir taklidi olarak devam ettim’ dediğinde onun Aston Villa’ya gittiği günkü gibi üzüldüm”

Aslında sonra olacaklar o zamandan belliydi. Millwall’un tüm rakipleri, muhteşem ikiliyi durdurmak için iki stoperinden daha uzun, sert ve iyi olanını Cascarino’nun başına dikiyor, diğeri de Sheringham ile baş başa kalıyordu. 1. Lig’de liderliğe yükseldikleri gün, o uzun, sert ve “iyi” stoperlerden birisi, Cascarino’yu durdurmak için en kestirme yolu seçti ve hava topuna yükseldiklerinde dizine olabilecek en sert şekilde vurdu. En başta Cascarino bir şey hissetmedi ama maçın sonunda vücudu soğudukça, dizi birden yanmaya başladı. İşin kötüsü o yangın, o günden sonra hiç sönmeyecek, uzun yıllar dizi sakat sakat oynayacaktı. Ama tıpkı bir gün “çok yaşlı olmadığını” ispatlamak ve sözleşmesinin yenilenmesini sağlamak için nasıl beyazlamış saçlarını boyayıp pasaportunda doğum yılını değiştirip saklayacaksa o günden itibaren de Cascarino dizinin sakatlığını saklamaya başladı. Her şeyden önce profesyonel futbol yıldızlığının ona sağladığı parasal imkanlar, en güzel kadınların gözünde boyunu daha da uzatmış, yüzünü daha da güzelleştirmişti! Daha da güzeli artık küçük yaşlardan beri çok sevdiği pokeri kaybetse de sabaha kadar oynayacak kadar parası vardı!



Cascarino’nun yıldızı parladıkça, geceleri gökleri kaplayan yıldızlar da gözüne hiç sönmeyecekmiş gibi gelmeye başlamıştı. O zamanlar Ada futbolunda kamp yapma mevhumu olmadığı ama karısı Sarah da bundan bihaber olduğu için sık sık yıldızlığın keyfini çıkarıyordu. Kağıtlar dağıtılıyor, elinde eksik olan kupa ası bir türlü gelmiyor ama nasıl olsa parası da hiç bitmiyordu. O kupa ası hiç gelmese de en kötü ihtimalle yanındaki genç kız onunla otel odasına gelecekti. O anda, ondan daha kupa bir as yoktu! Ertesi sabah İrlanda Milli Takımı ile Dünya Kupası’na, hem de İtalya’ya gidecekti.

İtalya 90’da İrlanda Cumhuriyeti tarihinde ilk kez katıldığı kupada hiç maç kazanmasa da çeyrek finale kadar çıkacak, Cascarino kendi kendisinin kötü bir taklidi gibi oynamasına rağmen bu başarının da gazıyla Aston Villa’nın yolunu tutacak, Alex Ferguson bir dahaki Noel’de Cascarino’yu transfer etmemiş olduğu için dünyanın en mutlu insanı olacaktı! Aslında bu kadarı bile asla bunları düşlememiş eski bir kuaför çırağı için yeter de artardı bile: Millwall forması ile 105 maçta 42 gol atmış, Euro 88’den sonra, İtalya 90’da da İrlanda Milli Takımı formasını giymişti. Dublin’e döndüklerinde İrlanda’nın neredeyse tamamı, onları İsa’nın 12 Azizi gibi karşılamış, çeyrek finale çıktıklarında babası gibi en koyu katoliğin bile rüyasında göremeyeceği Papa ile tanışmışlardı.



Tüm bunlar, filmin sadece gösterilen kareleriydi. O zamanlar İrlandalılığı henüz tartışılmıyordu. Zaten o kadar çok siyah bira içiyordu ki Britanya pasaportu ile seyahat etmesine rağmen bazen kendisi bile İrlandalılığından şüphe etmiyordu. Yine kağıtlar dağılıyor, eline bir türlü eksik olan kupa kızı gelmiyor, bir zamanlar deliler gibi aşık olduğu ama artık sadece başında büyük bir sızı olan karısı çıkıyordu kağıtların içinden… O anda İrlanda yoncası yeşili gözlü dünya güzeli kadınlar yanı başında, bir türlü gelmeyen kupa kızlarından çok daha güzel gözüküyorlardı. Sonra o gecelerden birinde, başını çevirdiğinde o kız orada değildi artık… Elindeki kağıtlara baktı, orada da sadece sağbek, solbek numaralı sinekler, maçalar vardı. Tüm biralar, viskiler bitmiş, gece kulübü kapanıyordu. Masada da kimse kalmamıştı. Aston Villa’nın sezon öncesi kampına gitmeden önce şöyle bir kağıtları karıştırdı ve son bir el oynamaya karar verdi: Tony Cascarino, Tony Cascarino’ya karşıydı! Elindeki kağıtları açtığında elinde beş tane Cascarino vardı ama hiçbiri birbirine benzemiyordu: Birincisi İtalya 90’da ikinci tur maçında temdit penaltısını atıyor, sonra en yakın arkadaşı Andy Townsend’ın yanına koşup ona sarılıyordu. İkinci Cascarino ise Jacky Charlton, penaltıları atacak 5 ismi açıkladığında köşe bucak saklanıyor, adını duyduğunda McGrath’ın yanına gidip “Benim yerime sen atar mısın, kafamdaki adam kaçıracağımı söylüyor” deyip McGrath’tan “Penaltıyı kafanla atmayacaksın” cevabını alıyordu. Üçüncü Cascarino, koşa koşa kan ter içinde Ray Hougton’a gidip küçük çocuklar gibi formasını çekiştiriyordu: “Hadi lütfen sen at, ben kaçırırsam babam beni dayaktan öldürür” diyordu. Houghton, birden hiddetlenip bağırıyordu: “Ne biçim erkeksin sen? Korkak tavuk! Git at hadi şunu, Millwall’dayken Liverpool’a atmayı biliyorsun!” Dördüncü Cascarino’nun bacakları titriyor, topu sol doksana nişanlıyordu ama top sağ alt köşeden filelere gidiyor, gol oluyordu. Beşinci Cascarino ise yapayalnızdı, ışıklar o hiç bitmeyecekmiş gibi duran güzel gecenin yıldızları gibi sönmüş, Tony Cascarino, Tony Cascarino’yu arıyordu. Her yere bakmış, bir türlü bulamamıştı. En son masanın altına bakarken sakat dizini masaya vuracak, acından olduğu yere yığılacak, oyun bitecek, kaybedecekti.

O gece uyuyamadı… Gözlerini her kapadığında, top ayağına geliyor, o topu sol alt köşeye vuruyor, top sağ üst direğin üstünden dışarıya tribünlere gidiyordu. “Kale önündeyken, topun yerden ayağıma atılması, en büyük kâbusum oldu” diye yazacaktı Maç Sonucu’nda… Sürekli yorgundu, dizi her geçen gün daha da acıyordu… Kilo almış, saçları beyazlamaya başlamıştı. Kafasındaki sesler git gide daha da yükseliyor, şiddetini arttırıyordu: “Atamayacaksın, herkes sana gülecek, yuhalayacaklar; baban gelip seni dövecek” Uyanıp karısı Sarah’a bakıyor, genç kızlarla sevişmesine engel olan bu “yaşlı” kadını öldürmek istiyordu. O yaz Aston Villa’nın hazırlık kampında en sevdiği arkadaşı Townsend, eşi ve Sarah’la dışarı çıkmışlardı. Diğerleri gece kulübüne gitmek isterken Cascarino, otele dönmek, uyumak istiyordu. Buna kızan Sarah, Townsend’ın yanında kendisine “Sıkıcı, yaşlı şişko” diye bağırdığında onu öldürmeye karar verdi. Hatta plan bile yaptı. Ama yine kafasındaki ses ona engel oldu. Aynı ses Aston Villa forması ile oynadığı ilk maçta ayaklarını esir aldı. Sol tarafa sert bir şekilde vurmak istediği her top, kaleciye geri pas hızında sağa gidiyor, hava topuna her yükseldiğinde topu Aston Villa sahasında görüyordu. Aston Villa teknik direktörü Graham Taylor o maçtan sonra yanına geldi: “Sen kim olduğunu farkında değilsin, sen Tony Cascarino’sun, bir hayalet değil. Kendine gel!”

Bir dahaki hafta kafasındaki ses birden susuyor, “dondurmacı” geri dönüyordu. Hatta bir maçta inanılmaz biçimde yükseldiği her hava topunu almış, yine gazetelerin birinci sayfasına kadar yükselmişti. Ama bir maç sonra bir hafta önce ölüm sessizliğine bürünen ses, aniden Sarah gibi kendini yırtarcasına bağırıyor, dizini çok acıtıyordu. O maçta kafasına gelen tüm toplardan Sarah’ın çapkınlılarını yakalayınca kafasına fırlattığı abajurlar, çekmecelermiş gibi kaçmış, sefilleri oynamıştı. Taylor bu kez kısa ve net konuştu: “Bu böyle olmaz, bir hafta Cascarino’sun diğer hafta Pembe Panter… Yarından tezi yok psikoloğa gideceksin!”


O gece, psikoloğa gitmeyi çok düşündü. Ama yapamadı. Kafasındaki ses önce Houghton olup “Ne biçim erkeksin sen!” diye bağırdı, sonra da babasının sesine büründü: “Erkek adam psikologa gitmez” Ertesi sabah Taylor’dan aldığı izinle doktora gitmek yerine 18 yaşındaki 3. sayfa güzeli sevgilisinin yanına gitti: “Gol atmayı orgazmla karşılaştıran salaklar var! Senin gibi güzel bir kadınla sevişmenin yanında en güzel golü atmak ancak kötü bir masturbasyon kalır” Tony için uzun bir zaman için de böyle devam etti her şey. Kafasındaki ses, futbol yıldızı Tony Cascarino’yu bitirmiş, karikatüre dönüştürmüştü. Sahada kendisine pas atan Townsend bile olsa ondan nefret ediyor, kendisini komik duruma düşürmek isteyen bir düşmanı gözüyle bakıyordu. Bazen kafasındaki sessizliği fırsat bilip Cascarino’laşıyor, gidip kendisine ortaları yapan Townsend’a kardeşine sarılır gibi sarılıyordu. O sezon 46 maçta 11 gol atacak, yedeğe düşmüş olsa da Euro 92 elemelerinde İrlanda Milli Takımı’yla namağlup olacaktı. Kafasındaki dünyada olup bitenlerin bir önemi yoktu dışarıdaki dünya için. O İrlanda Milli Takımı’nın santrforuydu, psikologa gitmeyi düşündüğünü de kimse öğrenmemişti. Zaten Taylor, Villa’yı bırakıp İngiltere Milli Takımı’nın başına geçmiş, Cascarino’yu da büyük bir utancın altında ezilmekten kurtarmıştı. Kendisi kaybettiği Tony Cascarino’yu arıyordu ama dışarıda görülen dünyada o artık Celtic’te oynaması gereken bir İrlanda kahramanıydı.

Tony Cascarino, 1992 yılında kulüp tarihinin en pahalı futbolcusu olarak dünyadaki tüm İrlandalıların takımı Glasgow Celtic’e transfer oldu. O zamanlar Stapleton futbolu bırakmış, Hateley ve Aldridge yaşlanmışlarlar, Niall Quinn çok kötü sakatlanmıştı. Üstelik daha Zigiç, Köller, Carew, Hakan Şükür futbola bile başlamamışlardı. Kağıt üstünde bir numaraydı. Başta Celtic menejeri Liam Brady olmak üzere herkes Celtic’in tüm oyun planının Cascarino’ya göre kurulacağına, atılan direk uzun topları dondurmacının kolayca alacağına, yani Celtic’in açık ara şampiyon olacağına adları gibi emindi. Ama formasının arkasında Cascarino yazan adamla tanıdıkları Cascarino’nun hiçbir ilgisi yoktu. Celtic tarihinin gelmiş geçmiş en büyük hayal kırıklığı olacak, hatta Tony’den sonra Parkhead’de hangi forvet topu altıpastan tribüne dikerse “Eyvah, dondurmacı geri döndü” denilecekti. Bilakis Hartson, Celtic’e transfer edildiğinde tüm Celtic forumlarında “Bu adam Cascarino’ya benziyor, başımız büyük belada” yazılacaktı. Belki de hiç Celtic forması giymeseydi, o yılın en çok satan futbol kitabı olan Maç Sonucu sadece Glasgow’un yeşil yakasında bir o kadar daha satardı. Ama nasıl Cascarino ismi Celtic için en büyük kabus olduysa, Celtic ismi de Cascarino için aynısı oldu. Neuchatel karşısında alınan 5-1’lik hezimetten sonra Liam Brady, soyunma odasına indi. Cascarino hariç tüm futbolcuları dışarı çıkardı, kapıyı kapattı:
“Tony, neyin var Allah aşkına, bugün sadece Cascarino’nun forması vardı…”
“Hiçbir şeyim yok…”
“Lütfen, bak söyle… Bir sorunun, bir sıkıntın var senin… Yoksa asla bu kadar kötü oynayamazsın sen…”
“Hiçbir sorunum yok, ben kötü bir futbolcuyum, hatta futbolcu bile değilim!”


Glasgow’a dönüldüğünde, Brady, Cascarino’ya bir hafta izin verdi. Ama aslında bu menejerlik kariyerinde aldığı en kötü karardı: O hafta içinde, Cascarino’nun 6 yaşındaki oğlu bir gün okuldan daha erken döndü. Çocuk hıçkıra hıçkıra ağlıyor, babasının dizine sarılıyordu: “Lütfen baba, söyle bana… Onların dedikleri kadar kötü değilsin sen, öyle değil mi? Lütfen yalan söylediklerini söyle… Lütfen…” Tony Cascarino, babasının yaptığı gibi yapmadı. Daha doğrusu babası gibi, oğlunu dövmedi. Ama babası gibi, metresinin kollarına attı kendisini. Kendisinden daha da fazla kaçmak, tekrar kendisi olmamak için bir mideye girebilecek maksimum birayı içti, yüzünü saklamak istiyormuşçasına poker kartlarını hiç masaya koymadı, hep yüzünün üstünde tuttu. Kaybetti, kaybetti, yine kaybetti… O eline gelmesini istediği kağıtlar büyük büyük yumaklara dönüşüp Parkhead’de ayağına, kafasına gelen toplara dönüştü. İçindeki sesi dinleyip, bütün o topları, pokerde eline gelen sinek ikililer gibi dışarı attı. Eve döndüğünde Sarah’ın kredi kartlarını ise bir türlü dışarı atamadı, bankadaki parası tamamen bittiğinde Chelsea’nin Celtic’in verdiğinin beşte birini ödeyeceği teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Bir daha spor yazarı olarak bile Celtic’e dönmeyecekti… Dizindeki sakatlığı saklamak için Chelsea’nin doktoruna yalanlar uyduracak, Sarah’tan kaçmak için hiç eve gelmeyecekti.

Londra’ya döndüğünde, takımı ne Taylor ne de Brady çalıştırıyordu. 80’li yılların en büyük futbol yıldızı Glenn Hoddle menejer-futbolcuydu. Celtic’te 24 maçta sadece 4 gol atabilmiş, Chelsea’de beşte biri maaşa yedek kulübesine mahkum olmuştu. Hoddle, daha çok kendi stiline uygun, Tony’nin yeteneklerine tamamen zıt yerden kısa paslarla oyun anlayışını sahaya yansıtıyor, maçlar sıkışıp geriye düştüklerinde Cascarino’yu futbola ilk başladığı günlerdeki gibi kurtarıcı olarak aslanların ortasına atıyordu. Aslında Cascarino’nun da işine geliyordu bu… Çünkü böylece yerden fazla pas gelmiyor, içindeki ses rahat verdikçe kafasıyla elinden geleni yapıyordu. Hoddle’u hiç sevmeyip, dünyanın en kendini beğenmiş adamı olarak görse de evdeki Sarah’a yeğliyor, sesini fazla çıkarmıyordu. FA Cup finalinde Hoddle yine kendisini yedek kulübesine mahkum etmiş, Manchester fark yaptığında oyuna almıştı. Biraz da rakip stoperlerin gevşeyip rahatlamış olması sayesine bütün hava toplarını almış, bu da Amerika’daki Dünya Kupası kadrosuna son biletleri dağıtan Jacky Charlton’a yeterli olmuştu. FA Cup hezimetinin Chelsea forması ile son maçı olduğunu adı gibi biliyordu. Hatta belki de Ada’daki son maçı olduğunu da hissediyordu. 32 yaşında, top her ayağına geldiğinde dizine tekme yiyor gibi hisseden, kumarbaz, alkolik, genç kız düşkünü emekli bir futbol yıldızıydı. Kendisini Charlton keşfetmiş, Britanya pasaportu ile İrlanda Milli Takımı’nda oynatmıştı. Herkesin bitti gözüyle baktığı futbol kariyerini kurtaracak olan da yine Jacky Charlton’dı.

Amerika 94 öncesi tüm gözler İrlanda Milli Takımı’ndaydı. Graham Taylor, İngiltere’ye tarihinin en büyük rezaletlerini yaşatmış, Dünya Kupası’na katılma hakkını kazanamamıştı. Diğer Ada ülkeleri de elemelerde başarısız olmuş, İrlanda Cumhuriyeti son Avrupa Şampiyonu Danimarka’yı saf dışı bırakarak finaller biletini almıştı. Aslında 1994 Dünya Kupası’nda İrlanda’nın halinin, Cascarino’nun halinden pek farkı yoktu. Birkaç yıl önce kimsenin bileğini bükemediği takımın iskeleti çok yaşlanmış, en büyük gol silahı Quinn sakatlanmıştı. Yine de ilk maçta Houghton’ın attığı o yazın en güzel golü ve McGrath’ın insanüstü savunmasıyla daha sonradan finale kadar çıkacak olan İtalya’yı ilk grup maçında yendiklerinde Charlton da Cascarino da ikinci tura çıkmayı garantilediklerinden emindi. Ama her ikisi de ikinci turda Hollanda’yı eleyemeyeceklerini gayet iyi biliyorlardı. Maçın 75. dakikasında, İrlanda 2-0 yenikti, sadece Amerika’da yaşayan İrlandalıları eğlendirmek için maça devam ediyorlarmış gibi oynuyorlardı. İşte o dakikada tribünlerden yükselen “Dondurmacı! Dondurmacı!” seslerine kulak verdi Charlton. Aslında çok sevdiği oyuncusunun diz sakatlığını bildiği ve bir iki sezon daha alt liglerde bile olsa profesyonel futbol oynamaya devam etmesi için onu pek riske etmemiş, hiç oynatmamıştı. Ama o anda sanki Milwall’dan ayrıldığı günden beri Cascarino’nun zihnini esir alan ses, yerini tribünlerdeki “Dondurmacı” seslerine bıraktı. Öyle bir tezahürat vardı ki sanki doping cezası dolayısı ile men edilen Maradona oyuna girecekti. Ama Cascarino oyuna girdi. Uzun yıllardır ilk kez bu kadar iyi, bu kadar Cascarino’ydu. O zaman çok genç olan ve bir o kadar daha psikopat olan Roy Keane dışında tüm İrlandalı futbolcular maçı bırakmışken birden son 15 dakikada başka bir maç oynanmaya başladı. İlk uzun topu da Keane yolladı. Uzun zamandır toptan kaçan Cascarino, birden Rijkaard’ın önüne geçip topu aldı, etrafında döndü ve kendisine yaklaşan Keane ile verkaç yaptı. Gözümüzü kapayıp açtığımızda Cascarino mükemmel bir kafa vuruşu yapmış, De Goey topu zar zor dışarı çelmişti. Geri kalan sürede de git gide yükselen “dondurmacı” bağırışları arasında 15 dakikalık bir Cascarino belgeseli izledik. Gol atamadı ama koskoca Rijakkard’lar, Winter’lar, Valcx’lar dondurmacının karşısında adeta eriyip bittiler. Maçtan sonra Hollanda teknik direktörü Advocaat “Neyse ki Cascarino sonradan girdi, yoksa bu maç hiç kolay olmazdı” açıklamasını yapacaktı. Maçın bitiminde Cascarino sanki jübilesini yapmış gibi Jacky Charlton’a sarıldı. Halbuki hemen arkasında Marsilya yöneticileri vardı. Sanki zaman durmuş, Alex Ferguson’un en güzel Noel hediyesi olarak Cascarino’yu düşlediği güne geri dönülmüştü. Nihayet kafanın içindeki ses sonsuza kadar susmuş, 32 yaşından sonra yepyeni bir Cascarino doğmuştu.

15 dakikalık resital, Cascarino’nun Ada’da yeniden iş bulmasına yeterliydi. Chelsea yöneticileri maçtan sonra Hoddle’ı aradılar ama Hoddle “Sadece 15 dakika oynar, bütün sezon yatar” diyerek teklifi geri çevirdi. Aralarında Aston Villa’nın da olduğu 5 takım Cascarino’yu almak istiyordu. Hatta Hıncal Uluç “Galatasaray Cascarino’yu alsın, 3 sene şampiyon olur” başlıklı bir yazı yazdı. Ama Cascarino, çoktan Marsilya ile nikah kıymış, başka bir hayata doğru yelken açmıştı.

Nasıl o sezon, şike iddiası ile bir alt kümeye düşürülen Marsilya için Cascarino biçilmiş kaftansa, Marsilya da Cascarino için biçilmiş kaftandı. Böylece Ada’nın harala gürelesinden, kendisini yiyip bitiren metreslerinden, mahvettiği, sıradanlaştırdığı kariyerinden uzak kalacak, kafasındaki ses de sonsuza kadar susacaktı. Parkhead’de adı kaçan gollerle özdeşleşen Tony Cascarino, Güney Fransa’da Tonygol’e dönüşecek, 2 sezonda ligde tam 62 gole imza atacaktı. (www.youtube.com/watch?v=YwSXqw65k9w)

Tam da bitti denilip Türkiye’ye gelmesi önerilirken Cascarino Avrupa’nın en cehennemi stadı Velodrom’un meşalesi oldu bir anda. Fransa’nın en ateşli, en köklü takımını ait olduğu yere döndürdü. Kendisine atılmayan toplara bile koştu, ayağını soktu; havadan bir zamanlar denildiği gibi Paris’i yakıp yıkan Biltzkrieg uçakları kadar etkiliydi. İlk haftalarında merak edip, Avrupa’dan Futbol programına şöyle bir göz attık “Dondurmacımız ne yapıyor bakalım?” diye. Uçan vole ile attığı golden sonra bir anda 10 yaş gençleştik, babamızın bizi dondurmacıya götürdüğü o ilk gün gibi neşelendik. Sonraki hafta 2 tane attı, üstelik ikisi de sol değil sağ ayağıylaydı. Marsilya’nın gök mavisi çok yakışmıştı, göklerin futbolcusuna. 33 yaşında, artık bırakır dedik. 34 yaşında daha da gençleşti. Uçan voleler, Hrubesh’ten beri atılan en güzel kafa golleri, sağ ayak içleri, sol dışlar derken bir gün televizyonu bir açtık, Velodrom kapalı tribünün üçte biri yeşil, üçte biri beyaz, üçte biri turuncu giyinmiş. Dondurmacı, sahaya adım attığında hepsi birden kalktılar. O anda, o insanların oluşturduğu İrlanda bayrağı, en kaliteli bezle yapılanlardan bile çok daha güzeldi. Maç bittiğinde ve son maçında bile kafa golünü attığında, o insanların hepsi sahaya indiler, anlam veremediğimiz garip garip hareketler yaptılar. Kamera orta sahanın ortasına odaklandığında “We don’t need another hero, we got Tony Cascarino (Başka bir kahramana gerek yok, çünkü Cascarino var)” yazılıydı. Çok ağladı dondurmacı… Elinden dondurması alınan çocuklar gibi ağladı… 84 maçta 61 gol atmış, Waddle’ları, Völler’leri, Desailly’leri, Papin’leri unutturmuştu Marsilya’ya…

36 yaşından sonra hala dondurmacılık yapılmaz dedik… Halt etmişiz… Biz yaşlandıkça o gençleşti… Marsilya’dan sonra gittiği Nancy’de 38 yaşına kadar 109 maç oynadı, 44 gol attı. O bir Millwall efsanesiydi, İrlanda efsanesiydi, tam öldü denilirken Marsilya efsanesi de olmuştu. Marsilya’dayken, yine dayanamamış, 19 yaşında güzeller güzeli bir kız bulmuştu kendisine… Ne de olsa 19 yaşında gibi oynuyordu o günlerde! Kız bir gün ona bir faks yolladı: “Tony, aşkım, hamileyim” Bir kez daha baba oldu, Sarah faksı görünce bir daha eve dönmedi. Nancy’de o yaşta attığı 44 gol, Sarah’a hayat boyu nafaka oldu. Nancy’ye gittiğimde adım başı Cascarino Irish Pub’ları gördüm, menüde “Cascarino Volesi”, “Cascarino Plasesi”, “Cascarino Kafası” adlı biralar vardı. 4 tane “Cascarino Kafası” içtim, gözlerim kapandı, ayılmak için yeşil-beyaz-turuncu dondurma yedim!

Hala izliyorum dondurmacıyı. Hayatının rüyası gerçek oldu: Şimdilerde İrlanda Poker Milli Takımı’nın kaptanı! Hatta her gün okuyorum The Times’ta… En son Mourinho’yu haksız yere kovduğu için kalemiyle Abramoviç’e öyle bir kafa attı ki, bir anda o günlere döndüm. Sen Tony, çocukluğumuzun Nisan yüzlü dondurmacısı, güneşin bile daha yukarısına zıplayabilen santrforu, sen asla silinmeyeceksin en sevdiğimiz oyunun en güzel anlarından…

1 yorum:

sekerse tehlike dedi ki...

üstat bu ne biçim bi yazı. Bu kadar harika bir uslup... kendimden geçtim vallahi..
ellerine sağlık. Hemen dondurmacının videolarını aramaya başlıyorum...