29 Kasım 2010 Pazartesi

ZAMAN SENİ 5 KERE DAHA HAKLI ÇIKARDI CRUYFF USTA

1- 1979: Johan Cruyff, dönemin Barcelona başkanı Nunez'le toplantıda:
"Öncelikle yapmamız gereken La Masia'ya bir özkaynak düzeni, altyapı inşa etmek. Siz binayı yapın felsefi ve ruhani inşasını bana bırakın. Orada sadece yıldız futbolcular değil, yıllarca Barcelona'ya hizmet edecek ortak bir felsefenin, evrensel bir güzel futbolun tohumlarını yeşertecek değerler yetiştireceğiz."

La Masia'nın ilk mezunlarından birisi, medarı iftaharı Josep Guardiola olacak, 1988'de teknik direktörlüğe getirilen Johan Cruyff tarafından A takıma çıkarılıp uzun yıllar kaptanlık yaptıktan sonra rekorların takımının hocası olacaktır.


2- 2008: Johan Cruyff, bir nevi Barcelona'nın "ruhani lideri" olarak dönemin başkanı Laporta'nın odasında yeni teknik direktörün kim olacağı üzerine fikrini beyan eder:
"Şu anda sadece bir taktisyene değil bir ruha ihtiyacımız var: Rijkaard’ın yerine kim mi gelmeli? Barcelona B’nin hocası, eski talebem Josep Guardiola. Eğer Guardiola’nın eski takım arkadaşı olan sportif direktörümüz Txixi Begiristain’a da uygunsa, hemen Pep’i göreve getirin”



3- 1991: Barcelona 4 yıllık şampiyonluk serisine başlayacağı ligin son maçından önce:
"Taktiğimizde tek bir değişikliğe dahi gerek yok: Eğer top sürekli bizde olursa, rakip bize gol atamaz. Sizden tek isteğim var, bugün kazansak da kaybetsek de kendi felsefemize uygun olarak oynayın. Bu gece kaybetsek bile bu felsefeye sadık kalırsak, gelecekte sürekli kazanan biz olacağız”


29 Kasım 2010: Barcelona: 5 - Real Madrid: 0, Barcelona'nın topla oynama oranı %67


4- 2009 Cruyff & Rexach sohbeti:
“Guardiola, Barcelona’yı çalıştırabilecek teknik direktörler arasında açık ara en deneyimli olanı çünkü o daha futbolcuyken sahadaki teknik direktörümüzdü!”


29 Kasım 2010 günü Barcelona, Real Madrid'i 5-0 yendiğinde Guardiola da aynen şunu söyler:
“Bu başarı başkanından scout'una birçok insana ait. Yılların birikimi.”


5- Tarihi ve yeri belirsiz:

"Futbol basit bir oyundur, zor olan onu basit oynamaktır"

28 Kasım 2010 Pazar

JAJA JAJA ŞAŞAŞA!

Jaja henüz 24 yaşında. America MG takımının altyapısında yetişen birçok Brezilyalı gibi 18 yaşındayken de spektaküler yeteneklerle bezeli bir futbol mücevheriydi. Ancak mücevherin işlenip parlaması zaman aldı. 2004’te dönemin Hollanda devi Feyenoord’a geldiğinde de çok yetenekliydi ancak bireysel yeteneklerini forma giydiği takımdan çok kendisine oynamak için kullandığı için daha mütevazı takımlara sürgüne gitti. Belçika’da Westerlo, İspanya’da Getafe derken arada kiralık olarak Brezilya’ya bile döndü…
Sonra beklenmedik bir ülkenin sürpriz bir takımında uzaktan attığı mükemmel golle adını tüm Türkiye’ye duyurdu. Hatta Türkiye’ye gelmeden önce Türkiye Ligi’nin kaderini değiştirdi: “Jajazede” olan Ertuğrul Sağlam “Hayat devam ediyor” diyerek Bursa’yı efsanevi bir şekilde şampiyonluğa taşıdı.
Sezon başında Sadri Şener başkanla Trabzon’da gezerken bordoyla nefes alıp maviyle nefes veren herkes, başkana yeni transferin kim olacağını soruyordu. Başkan Şener ısrarla
“Şenol Güneş hoca kimi isterse o!”
diye cevaplarken bana dönüp şunu söylemişti:
“Bizim İstanbul takımları gibi çok büyük bir ismi getirip havalimanı şampiyonluğu yaşayacak lüksümüz yok. Şenol Güneş’in taktik planına uyan en iyi ismi transfer edeceğiz”

Kore deneyiminden sonra zaten üst düzey olan teknik direktörlüğünü daha da geliştiren Güneş sadece Kore futboluna Premier Lig’in yeni yıldızı Lee’yi kazandırmakla kalmadı. Kendi futbol vizyonuna da çok şey kazandırdı! Trabzonspor topu kaybettiği anda tüm hatlarıyla kolektif savunmaya başlarken topu kazanır kazanmaz da hücuma olabilecek en hızlı ve en efektif şekilde çıkarak ligimizin en modern futbolunu oynayan takımı. Bir de Jaja’nın santrfor versiyonunu bulurlarsa yılların şampiyonluk hasretine son vermeleri işten bile değil!

21 Kasım 2010 Pazar

BAYRAM TRAFİĞİ

Beşiktaş’ı 2-1 öne geçiren goldeki gibi… Top, Quaresma’nın ayağına geldiğinde bir nevi hiç bitmeyecek gibi gözüken Beşiktaş bayramı! Ancak Beşiktaş’ta bazı oyuncular bayram trafiği misali: Topla ya da topsuz bir türlü gidemiyor, pas trafiğini ve siyah-beyaz futbol gönlünü fena halde sıkıştırıyorlar!

Özellikle Beşiktaş’ın “taktik akıl” açısından en gelişmiş ve olgunlanmış iki oyuncusu Guti’yle Sivok’un yokluğunda oyun kurma görevi takıma eşit olarak dağılıyor. Ancak doğal oyun kurucuların olmadığı dizilişte “kolektif oyun inşası” görevini daha fazla üstlenmesi gereken Aurelio sürekli yana ve geriye oynayınca mecburen sürpriz isimler ön plana çıkıyor: Sarı kart görene kadar ısrarla dikey oynayan Ersan yaşından büyük işler başarıyor. Sezon başlamadan önce “Hedefim Beşiktaş’ın Pique’si olmak” derken ne demek istediğini daha iyi anlatıyor!

Ne de olsa top insandan hatta Messi’den bile hızlı! İnanmayan Messi’li Barcelona ile Messi’li Arjantin’in farkı üzerine bir daha düşünsün. Fakat Holosko futbolun icat edildiği günden beri geçerli olan bu “hız dengesi”ni bir türlü anlayamayıp inatla topla beraber rakiplerinin içinden geçmeye çalışınca, rakip alanda bütün yük Quaresma’nın kramponlarına biniyor.
Q7 oyundan çıkana kadar elinden geleni yine yaptı, hatta yaptığı ortanın sonucunda Holosko gol bile attı! Ancak Q7 sakatlanıp yerine Erhan girince bayram bir anda bitti!
Erhan’ın maçı 2-2’ye getiren goldeki kademe hatasını Beşiktaş’ın A2 ligindeki lider takımının sağ beki antrenmanlarda bile yapmıyor.

KEŞKE…
Keşke Schuster sezon öncesinde Mustafa Denizli ile konuşsaydı da Erhan’larla, Holosko’larla zaman ve puan kaybetmeseydi. Keşke Necip’i yedek bırakarak kendi felsefesinden vazgeçmeseydi!

18 Kasım 2010 Perşembe

HOLLANDA - TÜRKİYE MAÇI ve GECİKMİŞ YENİLİKLER

Günümüz futbolunda belirleyici olan 2 ana unsur var:
1-Hücumun bittiği anda savunmaya ne kadar kolektif başladığınız
2-Savunmada topu kapınca kolektif hücuma ne kadar efektif çıktığınız
Bu iki unsurun ne kadar belirleyici olduğu 2010 Dünya Kupası’nda da tescillenmişti: Avrupa’da bu ikisini en iyi şekilde sahaya yansıtan iki takımdan birisi Hollanda. O Hollanda ile hazırlık maçı yapmak, geleceğin milli takımını kurma; eldeki takımın futbolunu güncelleştirme, bir üst seviyeye çıkarma hedefine uygun bir tercih.
21. yüzyıl futbolu, “kramponlu Pisagor” Cruyff’un yıllar önce anlatmak istediği gibi: Aslında basit bir futbol ama zor olan onu basit oynamak. Ligimizde en basit yani en efektif oynayan takımın, Trabzonspor’un bu kadroda ağır basması son derece doğal ve Hiddinkçe bir tercih. Bu “yeni” milli takım, beraber açılıp beraber kapanmaya, hücuma açılma ve savunmaya kapanma arası süreyi minimuma indirmeye çalışıyor.
Hiddink, daha önce Güney Kore, Avustralya ve Rusya’yı benzer son model futbol ilkelerini uygulayarak ihya etti. İlk 45 dakikada da milli takımımızda nihayet Hiddink futbolundan izler gördük. En üstte saydığım günümüz futbolunun iki belirleyici ana unsurunu şimdilik 10 üzerinden 6-7 arası bir seviyede sahaya başarıyla yansıtabildik.
2010 yazı boşa geçti!
Keşke bu “yeni” milli takımın temelleri dün gece değil de 2010 yazında atılsaydı. Amerika’da ne idüğü belirsiz bir statta benzeri futbol oynayan hiçbir takımın 2012 grubumuzda bulunmadığı Kuzey İrlanda yerine Dünya Kupası öncesinde Hollanda ile karşılaşsaydık! Dün gece kazanmasak da en azından Azerbaycan kazasını yaşamazdık!

GEÇEN YIL BUGÜN NE OLMUŞTU?

Çok yazık olmuştu futbola karşı yetenekleri kısıtlı olsa da futbol yürekleri kocaman olan 11 İrlandalı gence...


Dünya Kupası'na el değdi... Kura çekiminde herkes hiçbir şey olmamış gibi maskeli baloya devam ederken bir delikanlı çıktı, beklenmedik bir isim ama beklendik bir çıkış: Dünya Kupası grup kuraları çekilirken Fransa'yı çeken Charlize Theron, Platini'nin gözünün içine baka baka "İrlanda" dedi...

Sonra bir Güney Afrika sıcağında Meksika, hırsızları çok fena çarptı. Kaderin cilvesi miydi bilmiyorum ama Meksika ilk kez klasik kırmızı-yeşil kombinasyonu yerine çorabından formasına İrlanda yeşil-beyazıyla mücadele etti... Ertesi gün FourFourTwo-Lig Radyo'ya gelen herkese söz verdiğim gibi Fransa'nın yediği gol sayısı kadar lahmacun ısmarladım.

Yalnız başıma değildim: Fransız hırsızlığı tüm dünyada tepki gördü ve İnönü'de de İrlanda bayrağı açıldı... Vallahi o bayrağı açan ben değilim ama açan arkadaşlar dünya ahiret kardeşimdir...
Hayat başkalarının acılarına kayıtlı kaldıkça hakiki ve yaşanmaya değer!

16 Kasım 2010 Salı

YAŞAR DURAN: İNGİLTERE'YE GOL ATANA KADAR!



Kaleci olmasaymış çok rahatlıkla Kemal Sunal filmlerinde kötü adamların en kötüsü olarak harika bir sinema kariyeri yapabilirdi Yaşar… Rahmetli Yadigar Ejder’den hiçbir eksiği yoktu, fazlası vardı. Boyu daha uzun, refleksleri daha jenerikti. Hiç olmadı, en kötü ihtimalle Metin Milli ya da Çetin Alp ayarında bir şarkıcı olabilir, en azından onun her daim sevimli yüzünün hatırına Eurovision’da İngilizler’den 8 puan alabilirdi. Zaten kendisi de söylemişti:
“İngiltere’den 8 yedikten sonra sinemadan, televizyondan, sahnelerden birçok teklif geldi ama insanlara aslında ne kadar iyi bir kaleci olduğumu ispat etmek için kabul etmedim”
Fenerbahçe ve Milli Takım’ın efsanevi oyuncusu Yaşar Duran’ın “iyi” bir kaleci olduğu, yarın sabah güneş doğacağı kadar aşikâr… Çünkü ondan başka hiç kimse –mesela Galatasaraylı ikizi Hayrettin- 8 gol yedikten sonra kendi kendisiyle alay edemez ya gözüne giren güneşten dem vurur ya da açıkça savunmayı ve orta sahayı suçlar. Ancak bu kadar “iyi” adamlar, kendileriyle böyle fütursuzca alay edebilirler:
“İngiltere maçından önce milli takımın asıl kalecisi Ankaragücülü Arif’ti. Ama sanki mahalle maçına çıkacakmışız gibi büyüklerimiz bana ‘Yaşar, senin boyun uzun… İngilizler havadan oynuyorlar, kaleye sen geç’ dediler.”
O gün gerçekten de bir mahalle maçı oynandı Türkiye’de… O zamanki futbol kriterlerine göre Londra’nın en zengin mahallesi ile 12 Eylül Türkiye’sinde Alibeyköy’ün en fakir mahallesinin maçı… Top, forvetimiz Rıdvan Dilmen’in ayağına toplamda 9 kere gelmiş, 9 kez santra yapmıştı. 9 santranın yedincisinde teknik direktörümüz Coşkun Özarı, o gün dudaklarının arasından hiç eksik olmayan uzun Samsun’unu ters yakmış, o esnada dünyada nikotine en çok ihtiyacı olan maçın Türk spikeri top altıncı kez ağlarımıza girdiğinde “Bir İngiltere atağını daha gol yiyerek savuşturuyoruz” demişti. Yedinci golde ise gelmiş geçmiş en trajikomik Türk filminin en unutulmaz sahnesinde yine Yaşar vardı: Golden sonra topu eline almış, santra yapması için topu ısrarla Rıdvan’a vermiyor, kendisini uyaran hakeme
“Atmam abi, bitir artık bu maçı, o zaman ben de topu atarım”
diyordu. Sekizinci ve nihayet son golü yediğimizde maçın 90. dakikasıydı, spikerimiz belki de tersten bir Samsun yakmış, biraz rahatlamıştı: “Sayın seyirciler, maç bitti, biz hala gol yiyoruz”

Aslında Yaşar’ın da Hayrettin gibi kaleci olmak dışında hiç hatası yoktu. Bir ay boyunca hiç durmadan yan top çalışmışlar ama nedense kalemize yapılan her orta gol olmuştu. Yaşar’a göre hezimetin asıl sorumlusu Özarı’dan başkası değildi:
“40. dakikada ‘Hocam allahını biraz seversen beni oyundan al’ diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Ama o gitti orta sahaya adam aldı. Halbuki orta sahamız langırt masasındaki orta saha gibiydi zaten. 90 dakika sahadaki 20 oyuncu sürekli karşımdaydı, bizim ceza alanının içinde saklambaç oynanıyordu ama nedense hep ben ebe oluyordum. Gözümü açtığımda topu filelerden çıkarıyordum”
Aslında Orwell’in kehanetlerinde kıyamet yılı olan 1984’teki o gün, orada ya da televizyonların başında Yaşar’ın suretinde yenilen 8 gol bize enflasyon, Özal, zamlar, Kenan Evren ve askerlik arkadaşları olarak görünüyordu sadece. Aradan yıllar geçti, hala İngiltere’ye tek bir gol bile atamadık, o yüzden de Yaşar’ı asla unutamadık. Ama o zamanlar, amacımız gol atmak ve galibiyet değildi. Asıl gayemiz, şerefli mağlubiyetler almaktı. Rövanş maçında Wembley’de de ilk maça göre skortif açıdan gayet şerefli bir mağlubiyet alacaktık: 0-5.

Milli Takım otobüsü Wembley’in önünde durduğunda Fenerbahçeli Abdülkerim, otobüsten yangından kaçarcasına atlayacak, diğer koşmaya hazırlanan oyuncularımızı geçip “Wembley’e ayak basan ilk Türk ben olacağım” diyerek hayatının deparını atacaktı. Yaşar’a göre bu depar, o zamanlar Wemley’i uzay, kendisini de Neil Armstrong olarak algılayan Türk futbolcusunun en büyük kompleksini kustuğu andı.
İngiltere’nin Ada’ya vize istemeden aldığı ilk Türk olan Yaşar Duran ise Wembley’e nedense son adım atan Türk oldu. Yaşar’ın biraderi Türkiye Elektrik Kurumu başkanı olarak ayarlamış gibi, başta bizim mahalle olmak üzere İstanbul’un yarısında elektrikler kesikti. Zihnindeki elektrik kaçağı asla kesilmeyen Abdülkerim ise ceza alanında, Yaşar ve Raşit Çetiner’e “Lineker’i gördünüz mü?” diye sorup “Biraz önce buradaydı” cevabını aldığında topu yine filelerden çıkartıyorduk. Maç 4-0’ken, 1-0 öndeymiş gibi zaman geçirdik. Ama Coşkun Özarı’nın yıllar sonra 2004’te İstanbul’da 0-0 biten İngiltere maçından sonra söyleyeceği gibi “yine olduramadık”.

Toplamda 18 kez milli olup bunların sadece ikisinde 13 gol yiyen Yaşar, kısa bir süre sonra oynanacak ikinci 8-0’da kaleye geçmeyeceğini adı gibi biliyordu. Ama o zamanlar da şimdi olduğu gibi Türk “skor” basını rakiplerinden her daim 8 yemekle meşguldü. Yaşar’ın yedeği olan Fatih’le aralarında sorunlar olduğunu, küs olduklarını yazdılar. Ama yine ters köşeye yatmışlardı: O gece bu sefer Fatih 8 tane yiyince, Yaşar Duran o efsanevi basın toplantısını yaptı: “Gördüğünüz gibi oda arkadaşım da olan Fatih’le aramızda hiçbir sorun yok. Hatta o kadar içli dışlıyız ki bugün de gördünüz yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyor”

Türkiye’de hele de o yıllarda, kaleci olmak maden işçisi ya da öğretmen olmaktan bile daha zor bir işti. Bir hatalı gol yedin mi, ne kadar mucizevî şekilde olursa olsun kurtardığınız toplar sizi tarihin gazabından asla kurtaramazdı. Değişen bir şey var mı? Yaşar Duran da tıpkı Rüştü Reçber gibi hem Fenerbahçe’nin hem de milli takımın kalecisiydi. İkinci Lig’de Gaziantep’te oynarken Milli Takım’a çağrılan ilk oyuncuydu. Fenerbahçe ile 2 kez lig şampiyonu olacak, ne kadar kupa varsa kazanacaktı. Ama Fenerbahçe kariyerinde bile akılda kalanlar hep 8-0’dan sonra üzerine yapışıp kalan, ağzıyla bile top tutsa asla kurtulamayacağı “kovalık”larıydı: Göteborg’dan 40 metreden yediği gol, Fiorentina maçında baraj kurdurturken kaleye giren top, Beşiktaş maçında yüzü kendi kalesine dönükken yumrukladığı ortanın kendi kalesine girmesi…

Ama, bu kadar “inanılmaz” bir kaleciyi ve bir o kadar da sevimli ve iyi bir adamı siz de Bursa-Fenerbahçe ve Adana Demirspor-Gaziantep maçlarında kurtardığı 3’er penaltı ile hatırlamaya çalışın. En azından bir gün İngiltere’ye bir gol atana kadar…

15 Kasım 2010 Pazartesi

Metin Tekin’in Beşiktaş A takımındaki ilk antrenmanı


“Beşiktaş A takımındaki ilk idmanımı dün gibi hatırlıyorum. Saçlarımdan dolayı takımın ağabeyleri düz koşu yaparken kendi aralarında ‘Bak yahu Cruyff Beşiktaş’a gelmiş’ diye gülüşüyorlardı. Ziya Doğan abi de gülenlere ‘En azından Cruyff’a, bir futbolcuya benziyor. Sizin gibi dalgacı Mahmut’lara benzemiyor ya ona bakın!’ diye çıkışmıştı. Sonra yan top çalışmaya başladık. Benim boyum uzun ve kafa vuruşlarım iyi diye hocamız beni öndireğe yolladı. Kenardan gelen ilk ortada ise Ziya Doğan abinin sesini duydum: “Arka direği boşaltın!” Döndüm baktım, Ziya abinin boyu öyle çok uzun değil ama birden arka direğe doğru kendini yere attı ve uçan kafayla topu doksana taktı! Sonra maçlarda da sürekli aynısını oldu, hatta 1986’da şampiyonluğun kader maçında yine Ziya Doğan abi ‘Arka direği boşaltın!’ diye bağırarak Galatasaray’a golü attığında o ilk antrenman aklıma geldi!”

4 Kasım 2010 Perşembe

PREKAZİ ile UNUTULMAZ BİR SOHBET

Prekazi ile Lig TV koridorlarında rastlaştım. Cep telefonumdaki Dalglish resmini görünce anlatmaya başladı, doyamadım… Yine gel, hatta hiç gitme Cevat usta!
Önce kendi cep telefonundaki Liverpool armasını gösterdi büyük usta. Fiziği, hayat doluluğuyla sanki daha dün Monaco’ya o golü atmış; Hoddle’a kramponunu, Wenger’e gözlüğünü ters giydirmiş gibiydi… Sonra cep telefonu çaldı Cevat ustanın ama üzerinde Liverpool arması olan değil, haritada dağılmış ama Prekazi’nin gönlünden asla silinmemiş anavatanı Yugoslavya’nın Atatürk’ü Tito’nun portresinin olduğu telefonu çaldı. Cevat usta bizden nazikçe özür dileyip telefonunu açmadan önce çalan melodisine eşlik etti: “Yaşasın Tito ve halkların kardeşliği…” Sonra da telefonu kısa kesip anlatmaya başladı…

“Liverpool şahanedir, futbol sınırlarının ötesinde bir yaşam biçiminin, hayat felsefesinin futbol forması giymiş halidir… Buradan beraber atlayıp gemiyle Liverpool’a gitsek ‘Siz de kimsiniz, neden geldiniz, nerelisiniz?’ demezler, gönlümüzün pasaportuna bakıp içeri buyur ederler. Liverpool’lu, İngiliz falan değildir! Tıpkı Saraybosnalıların önce Saraybosnalı sonra Boşnak, Sırp ya da Hırvat olmaları gibi, tıpkı Split’lilerin önce Dalmaçyalı sonra Split’li sonra Hırvat olmaları gibi Liverpool’lular da önce Liverpool’ludur, İngiliz, İskoç ya da İrlandalı olmadan önce. Biliyor musunuz, Liverpool ilk maçında 11 İskoç futbolcu ile sahaya çıkmış. Bir zamanlar Partizan da Liverpool gibi bir takımdı, mesela bizim Abdullah Gegiç, Miloş Milutinoviç, Fahrettin Yusufi, (gelmiş geçmiş en şahane hoca) Ivıca Osim gibi insanoğlu insan adamlar hep Partizan’la özdeşleşmişti. Sonra Partizan’ı da Kızılyıldız gibi faşistler işgal etti. Eskiden Kızılyıldız’lılar, akılları sıra Partizanlı’ları ‘Türk, Müslüman, komünist’ diye aşağılarlardı. Galatasaray da beni Partizan’dan sonra o zaman Dalmaçya’nın Partizan’ı misali olan Hajduk Split’te oynarken keşfetmişti. Tottenham’la yarı final oynuyorduk. Ben o maçta hem Split hem de Liverpool aşkıyla oynuyordum, herhalde ondan o kadar iyi oynamışım da gözlerine çarpmışım.”“Artık Sırp faşistlerinin takımı olan Kızılyıldız’lıların Partizan’ı sevmediği gibi diğer İngilizlerin bazıları da Liverpool’luları sevmezler. Siyah tenlisi, Çinlisi, kızıl saçlı İskoç-İrlandalısının yan yana oturup ‘Asla Yalnız Yürümeyeceksiniz’ diye şarkılar söylemesine kafası basmaz kafatasçı zihniyetlerin. Sürekli bok atarlar Liverpool’a çünkü Liverpool’da bizim İstanbul ve eski Yugoslavya’daki gibi 70 milletten insan vardır ve hiçbirinin dini-dinsizliği-rengi-ırkı sorun olmaz, birbirinin gözüne batmaz. Britanya’da başka türlü bir Yugoslavya’dır Liverpool şehri.
“Eski Yugoslavya futbolundaki ne cevherler vardı, rüşvetçi-satılık faşistler iki avuç dolara şereflerini satmasalardı Yugoslavya dağılmazdı. Dağılmamış Yugoslavya’nın futbol takımı da basket takımı da sürekli şampiyon olurdu. Aslında hâlâ ne cevherler var dağılıp unufak olan eski Yugoslavya topraklarında. Daha ne Zlatan İbrahimoviç’ler var bizim oralarda! Mesela Bojan Krkiç’in babasının adı da Bojan Krkiç’ti, o da iyi topçuydu. Bizde aile boyu futbol aşkı vardır. Mesela Saffet “Baba” Susiç’in abisi Susiç’ten bile parlak topçuydu. Bizim oranın George Best’iydi ama içmekten yeteri kadar oynayamadı. Şimdi bir oğlu var aynı amcasıyla babasının kokteyli gibi: Yumuşacık bilekler, sırtında gözü varmış gibi bir pas yeteneği...”
“Mesela Hırvatlar bir ara Almanların gazına gelip komple faşist oldular. Bosna’da yaşanan insanlık dışı trajedide Sırp faşistleri kadar Hırvat faşistleri de suçlu, günahkâr. Neyse sonra Mesiç geldi de düzeldiler. Milli takımın başına da Biliç geçti. Çok kıyak çocuktur Biliç; o da Split’lidir, rock’çıdır, Che’cidir, bizdendir… Antiç dede de güzel adamdır. Var mı ondan başka hem Barcelona, hem Real, hem de Atletico Madrid’i çalıştıran (var ama bu şahane muhabbete gereksiz bilgi limonu sıkmanın hiç lüzumu yok Cevat usta)? Antiç dede İngiltere’de de kraldır. Futbolculuğunda Luton’da efsane olmuştur, gidin Luton Town kulübüne girişte Antiç’in resmi vardır; o kadar sayılır sevilir… Aslında bizim Simoviç de İngiltere ligine gidecekti zamanında, hatta Van Breukelen’in yerine Nottingham Forest’e gidecekti ama iyi ki gidemedi de bizim Galatasaray’a geldi. Dünyanın en güzel ruhlu adamlarındandır Simoviç kardeş. Eskisi kadar görüşemiyoruz ama bazen kendimi gece gece ‘Simo nasıldır, nerededir?’ diye düşünürken buluyorum.”
“Galatasaray armasını neden cep telefonumda duvar resmi yapmıyorum? Benim Galatasaray’a olan aşkım başka türlü bir aşktır. Öyle cep telefonuna falan sığmaz, taşar. Mezara bile sığmaz Galatasaray’a olan aşkım. İnsan aşkına kızar, küser ama asla vazgeçmez; mezarda bile sevmeye devam eder!