11 Eylül 2009 Cuma

ALTYAPI:0 – CAN KAYBI 20

Su, sel, felaket! Hayır, “felaket” lafını kabul etmiyorum asla. Felaket, bağıra çağıra “Ben geliyorum” demez, sinsice uyku aracılığıyla hayatın ortasında açtığımız parantezde bir kâbus gibi birden beklenmedik şekilde hayatımıza sızar! 9 Eylül 2009 günü sözde Avrupa’nın sözde kültür başkentinde yaşananları “felaket” diye nitelemek daha önce bu topraklardaki asıl felaketler yüzünden yaşamını yitirenlere tarihi bir saygısızlıktır. Tıpkı bu sudan felakette hayatını kaybeden insanların ardından olan biteni bir helikopterden tepeden bakarak “derecilik bilimi”yle açıklamaya çalışmak gibi. 9 Eylül 2009, Türkiye tarihindeki sonu gelmek bilmeyen insanlık trajedilerinden birisidir, 2009 yılında gerçekleştiği için de en utanç verici olanıdır.
Aynı günün gecesinde yaşanan ise gün ışığında gördüğümüz kâbusun yanında meşin yuvarlağın içini bile doldurmuyor aslında. Sanki Brezilya gibi 78 yıldır tüm Dünya Kupaları’nda katıldık da ilk defa katılma şansımız bu kadar azaldı! Toplumumuz ne kadar balık, hatta balina hafızalı olmakta inatçı olursa olsun, bu satırların yazarı çocuk gözleriyle yenilen 7. golden sonra Coşkun Özarı’nın sigarasını ters yaktığını da gördü, aynı rakibe karşı bir başka maçta takımın stoperinin “Wembley’e ayak basan ilk Türk olmak” uğruna takım arkadaşının ayağını çiğnediğine de şahit oldu. Söz konusu sel, deprem, futbol, müzik ne olursa olsun bu ülkenin insanı ve medeniyet seviyesi bir yerden sonra Moda’daki artistler kahvesinde yıllardır aynı saati gösteren durmuş saat gibi: Saat sürekli 6:45, tarih sürekli 12 Eylül 1980! Durdurun dünyayı, inecek var!
İktidarların güç gösterisi adına yaptırdığı şaşaalı ama içi bomboş katil kara yolları gibiydi birbirinden yetenekli oyuncularımızın rakiplerine attığı çalımlar… Top son tahlilde hep bizim kaleye girdi, rakiplerimiz o aynı topu pek bizim oyuncuların bacak aralarından geçiremeseler de… Evet biz yetenekliydik, şimdi daha da yetenekliyiz hatta ama söz konusu sürdürülebilir başarıysa bizden kabiliyetsiz çok az insan topluluğu vardır bu dünyada… Tıpkı kara yoluna harcanan paraların %1’inin pekâlâ şehir altyapılarına yatırılması gibi… Selin, suyun sadece baraj doldurmaya yarayabileceği gibi yüzyıllardır devlet görevlilerinin, en özel yerlerde maçları izlemek için har vurup harman savrulan, halkın cebinden vergi olarak çıkan paraların futbol altyapısına yatırılmasıyla sadece hatice değil neticede de Brezilya olunmasının mümkün oğlu mümkün olduğu gibi…
Bugün dünyanın en yetenekli Türk futbolcusu Mesut Özil, Türkiye değil Almanya için oynuyor. Çünkü Mesut’un babası da tıpkı birçok göçmen Türk işçi gibi 12 Eylül 1980’de devletin kendilerine ev, cadde, sokak, yaşam diye layık gördüğü “ruhsal kolera delikleri”nde yaşar gibi yapmayı kader olarak kabullenmemiş ve sadece emeğiyle de olsa insanlara yakışan bir hayat yaşayabilmek umuduyla acı vatana gitmeyi seçmiş. Neden Almanya? Çünkü Almanya’da zaten dere yatağına ev yapan mütteahit, insanlığa karşı işlenen suçtan yargılanırmış da ondan… Hele hele bir başbakanın çıkıp tüm bu trajediden sonra fakirlik ve sosyal adaletsizlik yüzünden dereyi suçlaması o Almanya’daki en gerçeküstücü şakada bile olacak iş değilmiş de ondan…
Mesut Özil, pekâlâ 1999 yılında Selimpaşa’da da doğabilirdi. Mesela Yalıkent’in bekçisinin oğlu olarak. Ekmek uğruna güzeller güzeli Karadeniz’den İstanbul’un taşrasına göç etmiş milyonlarca insanın milyonlarca çocuğundan birisi olarak. Ve pekâlâ 2009 yılında 10 yaşındayken bir sabah uyanıp kendisini sel suların ortasında can çekişirken de bulabilirdi Allah korusun. O zaman da şu anda dünyada yaşayan futbola en yetenekli Türk olarak 10 yaşından ötesini maalesef göremezdi. Değil Almanya, Türkiye formasıyla Selimpaşaspor forması bile giyemezdi!
Felaket demişken o geceki rakibimizin kalecisine takıldı kaldı herkes. Rakibimiz mi, kardeşimiz mi daha doğrusu? Birçoğunun işine gelince mesela 2008 elemelerinin son maçında bizi hiç zorlamayınca (bana inanmayan FourFourTwo’nun Eylül sayısındaki Hilal Gülyurt’un Safet Nadareviç röportajını okusun) “kardeşimiz” olan, ama kendi can derdinden maça asılınca çirkefliğe “terfi ettirilen” Bosna. O Bosna ki 1991’den 1996’ya kadar her gün fiziksel, ruhsal sel, her gün felaket, her günün her anı trajediydi. Gözü aç devletlerin insanlık düşmanı yöneticilerinin ve onların Bosna’daki hizmetçilerinin körüklediği gerçek anlamda kardeşin kardeşi vurduğu (Annesi Hırvat olan Sinisa Mihajloviç nasıl bu kadar delirmiş bir Sırp faşisti oldu diye düşünmek lazım mesela! Maçtan sonra Arda’nın hangi kızı aradığını bilmekten çok daha fazla şey kazandıracak Türk futboluna, emin olun!) 20. yüzyılın en büyük insanlık trajedisi. O yüzden çok görmemek gerek Bosna’nın bizim yerimize 2010’a gitmesini… Bosna’ya İsviçre muamelesi yapmamak gerek çünkü biz de Bosna da Avrupa’nın ötekileri, zencileriyiz son tahlilde. Dünyanın sözde en medeni kıtası Avrupa’nın ötekisiyiz hâlâ… İsviçre’de, Selimpaşa’da olanın %1’i olsa İsviçrelilerin hepsi bir olup sorumlulara, devlete bizim Emre, Alpay ve diğerlerinin 2006 play-off’unda kaybettikten sonra İsviçrelilere daldıkları gibi dalarlar, bundan da hiç şüphe etmeyin…
Yine de öyle bir günün gecesinde bile futbola sarıldık bir kez daha acılarımızı sarması için. Ve inanın ben hiç üzülemedim Bosna’yı yenemediğimize çünkü o berbat günde çöplükte açan çiçek misali bir başlık gördüm ForzaBeşiktaş forumunda: ALTYAPI:0 – CAN KAYBI 20, HALK YİNE MAĞLUP!. Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe ya da Diyarbakırspor olmasının zerre kadar bir önemi yoktu o anda. Ama tüm made in USA entelektüellerin, toplumbilimci uzmanların, utanmadan hala televizyonlara çıkıp konuşan toplum mühendislerinin açıkça söyleyemediğini, söylememek için BİNBİR DEREDEN SU GETİRDİKLERİNİ futbol aşığı bir avuç söylemiş, haykırmıştı yüzümüze. O andan sonra Arda’nın şutu ister direği patlatsın, isterse ağları delip Satürn’e gitsin, sahada ne olursa olsun o sözden daha anlamlı olmayacak, o sözün yanında sadece 1000000 sayfalık bir tarih kitabının içindeki milyonlarca virgülden birisi kadar kıymetli olacaktı. Eğer futbol bize bunu söyletebiliyorsa, o meşin yuvarlağın içinde gizlenmiş asıl dünyanın mikrokozmosunun açtığı algılarla kimsenin söylemediği söylenebiliyorsa sana daha da aşığım ben artık futbol topuna!
Ne demişti Türk futbolunun milli takımlar seviyesindeki makus talihini değiştiren asıl adam Sepp Piontek: “Türkler, futbolda Danimarkalılardan, İngilizlerden hatta zaman zaman Güney Amerikalılardan bile daha yetenekli ama kolektif oyunun k’si bile olmadığı, Türk futbolcular ‘kolektif’in ne demek olduğuna dair en ufak bir fikirleri bile olmadığından Rıdvan’ın olağanüstü hızı ile oyun zekası, Tanju’nun Gerd Müller’le yarışabilecek gol vuruşu ustalığı gösterişten ötesine geçemiyor maalesef.”
Tıpkı uçsuz bucaksız karayollarının gösterişi, ihtişamı gibi… Eğer o yollarda her yıl bir Avrupa ülkesinin nüfusu kadar insan ölüyorsa, yani o çalıma rağmen top hep bizim kalemize giriyorsa, o zaman gelin kolektif oynayalım, yol yerine önce yaşayacak yerleri yapalım. Çalım atmayalım, kolektif bir plana göre en uygun pası verelim; Tugay Kerimoğlu’nun Dünya Kupası 3.sü olduğumuz zaman yaptığı gibi… Topu dereye atmak sadece yenilecek diğer gollerin dakikasını değiştirir, yoksa sonucu değiştirmez: ALTYAPI:0 – CAN KAYBI 20, HALK YİNE MAĞLUP!

4 yorum:

Adsız dedi ki...

''Topu dereye atmak sadece yenilecek diğer gollerin dakikasını değiştirir, yoksa sonucu değiştirmez...''

Kesinlikle katılıyorum. Çok güzel yazmışsın Ali Abi eline sağlık.

nuwanda dedi ki...

topu dereye atmak yerine artık kendi kalemize atmalıyız.

Kieran dedi ki...

baştan sona harika bir yazı olmuş.maç sonrası milliyetçi duygularının fazlalığıyla bildiğimiz fatih terim'in hakemlerle uğraşmaktansa bosna'nın çıkacak olmasına üzülmediğini,üzülemediğini söylemesi gerekirdi bence.

halk dedi ki...

almanya'Da dere taşmıyor evet, ama dere taşmayan bu güzel, estetik memlekette yetişen eğitimli, estetik ve bir o kadar dazlak adamlar bir apartmanı kundaklayabiliyor mesela. içinde türk var diye bina yakan adamlar, ne kadar post modern, keşke her yeri gecekondu olsa da biraz yüzüne baktığında gülse almanlar, sarı ve pis dişleriyle bana gülen, saatlerce konuşabildiğim bir toprakta yaşadığım için mutlu ve mesutum, mesut demişken özil'De istediği naneyi, istediği antrenman programını alabilir, mükemmel bir disiplinle, mükemmel şartlarda çalışabilir, yüzüne fondoten sürüp reklamlarda bile oynar, yalnız futbolcuların türkiye'de tribünlere koşuşuna dikkat ettiniz mi, o hiçbir şeye benzemez, benzetilemez, anlatılamaz bir şeydir.

son tahlilde;
türk yani, avrupanın değil, dünya'daki bütün batılıların zencisi...