6 Şubat 2011 Pazar

HİÇ GÖRMEDİĞİ BİR KIRMIZI VOSVOS AĞLATIR MI İNSANI? (BENİM SOSYALİZMİM SENİN SOSYALİZMİNİ YENER!)


Bugün Senem'e "Sana araba alacağım oyuncak moyuncak ama tüm hayallerimiz içinde olacak!" dedim. Beylerbeyi'ndeki oyuncakçıda gözüme çarptı kırmızı bir vosvos, bir an çok neşeliyken hüzünleniverdim. Vosvos'un sahisini alacak param olmadığından değil ama oyuncak vosvos Senem'e yeter de artar zaten, ne de olsa hayallerimiz kadar varız bu dünyada... O tüm sözleşmeli evlilikler, mal mülklerin bakarkörlüğünde bize "romantik salaklar" der geçerler ama bize ne! Kendini bilen insanlar kendileriyle ilgili söylenenleri hiç takmazlar, o hesap bizimkisi de kendi hayallerimizle, oyuncak vosvosa bakarken bile dünyanın en mutlu insanlarıyız biz, gerisi traş!

Tam oyuncak kırmızı vosvosu alacaktım ki Senem'e "Yok Ali" dedi, "Sen kardeşinin kızı Derin'e bu vosvosun yanındaki oyuncak ksilafonu al, bana vosvos almış kadar mutlu edersin beni! Torres bu gece gol atmasın bana yeter, ben gönül şansımı oraya yatırayım" dedi.

Ksilafonu alıp oyuncak vosvosa hüzün dolu kaçamak bakışlarla veda ettik, o anda neden hüzünlendiğimizi anlamadan! Torres nereden çıktı, eve gelince anladım: "Futbolda romantizm öldü" demişti ya Torres, 2 yaşındaki Derin ksilafonu çalarken oyundan çıktı Torres! Skor falan önemli değil, ne de olsa Ece ailesinin futbol aşkının %99.5'i Beşiktaş'a %0.05'i Liverpool'a. (Başkalarının Beşiktaş aşkı 100 üzerinden 100 ise bizimki 100 üzerinden sonsuz rahmetli babaanneme Ziya-Ferdinand duası ettiren rahmetli dedem özelinde %99.5'i öyle hesaplasınlar da Beşiktaşlılığımı sorgulayan son kişinin başına gelenler onların da başına gelmesin) Bazılarını o %0.05'lik dünya takımı kontenjanı rahatsız etse de ben çok memnunum halimden, o %0.05 sayesinde babamla haftada 2 maç izleyebiliyoruz, gerisi önemli değil. Ayrıca futbol gönlümüzün büyük ikramiyesi Beşiktaş çıkmayınca, amorti oluyor o Beatles köprüsündeki Liverpool sempatimiz...
Ne de olsa evrensel futboldaki küçüklük idolüm Dalglish usta, Senem'in bir blog yazısında adımı vermeden anlattığı gibi: Ben küçükken yanaklarım Dalglish kırmızısı olsun diye neler yapmadım ki saatlerce patlak topun peşinde koşmak ruhumu kesmeyince... O yüzden yaşadığımız hayatın metaforu olan futbolda romantizm Torres için ölmüş olabilir ama Carragher ve Steven Gerrard için ölmemiş asla da ölmeyecek gibi Dalglish özelinde...


Tıpkı maçtan sonra izleme mutluluğuna eriştiğim Behzat Ç. ile kırmızı vosvosun ilişkisi gibi benim dünyam bu kadar işte, kimine göre çok küçük! Nasıl hasta Gençlerbirliğili Behzat Ç., Ankaragücülü yardımcısı Harun'un borçları uğruna o ölmüş kızı yadigarı vosvosu elden çıkarmayı düşünebiliyorsa ben de "kendime ve sevdiklerime sosyalist" olmak yani o kırmızı vosvosu almak yerine temel ihtiyaçları olan insanları düşünerek bugün bir reklam teklifini kabul ettim. Paranın tamamını da vergilerine ödenecek kısmı ayırdıktan sonra engelli kardeşlere, ablalara, abilere vereceğim onların hayatını biraz olsun kolaylaştırmak için...
Ben böyle bir adamım, size yamuk gelse de annemden babamdan bunu öğrendim, gerisi traş: Nasıl bir dizideki kırmızı vosvos beni ağlatabiliyorsa, engelli bir kardeşin temel ihtiyacı da beni ağlatır, sadece kendimi oynayacağım bir reklam filmine de evet derim. "Kendine müslüman olmayacaksın" derdi dedem, bir hocam da "kendine sosyalist olma Ali Ece!" demişti. O gün bugündür ben böyleyim, seven sever sevmeyen sevmez; insan kendini bildikten sonra arkasından söylenen hiçbir şey ona hiçbir şey ifade etmez!
Neyse Edirne'den Kars'a hangi engelli kardeşin neye ihtiyacı varsa lütfen bana mail atsın: dinarbandosualiece@gmail.com
Hayatım boyunca zaten kendimi oynadım, "O bandı çıkar Hendrix'i giyme takım elbise giy" diyenlere her halükarda siktirin kralını çektim, yine böyle kaldım, kalacağım da.
Sen umursarsın ya da umursamazsın, bana hiçbir şey ifade etmez ama ben hayattaki en küçük engeli kaldırmak için bir reklamda kendimi oynayacaksam bana ne dersen de fark etmez. Ben kendimi biliyorum, ne de olsa rahmetli dedemden öğrendim tıpkı Serpil Hamdi Tüzün, Socrates, Muhammed Ali, Dalglish, Shankly, Süleyman Seba gibi!
Ne de olsa Behzat Ç.'de Erdal abinin seslendirdiği gibi:
“Yanlış yolda yürümek, doğru yolda durmaktan iyidir. Çünkü sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir.
Mutsuz olursak da mutsuz olalım, hep mutlu olunacak diye bir kural yok ki, bizde mutsuz olalım, olmaz mı?" (Behzat Ç. en güzel bölüm kaçıncısı hiçbir önemi yok!)


Ekleyeceğim hiç bir şey yok, siz ne isterseniz ekleyin!

GÜNEŞ’İ GÖREMEYİNCE!

Trabzonspor’u zirveye taşıyan, Selçuk-Colman ikilisi yönetimindeki harika kısa pas trafiğiydi. Şenol Güneş’in Trabzonspor’a aşıladığı bu Karadeniz soslu tiki taka, hem estetik hem de istatistik açıdan bordo-mavilileri ihya etmişti. Selçuk sezonun ilk yarısının dikine en çok isabetli pas veren oyuncusu olurken, Engin ve Burak gibi Uğur Meleke’nin “32.5 numara ayakkabı misali” olarak nitelediği, herkese uymayan ama uydu mu da tam oturan futbolcu profilleri ise ekstra fark yaratmıştı.
Maçtan önce üniversitedeki sıra arkadaşım Erdem Egemen aramıştı: “Dayanamadım, atladım Trabzon’a geldim çünkü en büyük rakibimiz telaşımız, stresimiz. Ne yapıp yapıp herkesi sakinleştirmemiz, bizi şampiyonluğun en büyük adayı yapan sakin ve akil futbola dönmemiz lazım!”
Ancak Trabzonsporlu oyuncular maça o kadar stresli başladılar ki sanki ilk ayağı 5-0 kaybedilmiş bir kupa maçının rövanşını oynuyorlarmış gibi Trabzon tiki takası “akil atak”lardan çok “panik atak”lar geliştirdiler. Hâlbuki Erdem’in %1’i kadar sakin olabilselerdi, ilk yarıda buldukları pozisyonlarda maçı rahatça koparabilirlerdi.
Şenol Güneş, o dakikalarda defalarca kulübesinden çıkıp “akil futbol”a dönmeleri için oyuncularını uyardı. Bir ara yüzünde öyle bir ifade vardı ki adeta “Çocuklar, Allah eğer futbolu bu şekilde havadan oynamamızı isteseydi yeşil sahaları bulutların üstünde yaratırdı” der gibiydi.
Son 15 dakikada ise sanki son 1 dakika kalmış kadar telaşlı top şişirmelerle işler iyice sarpa sardı. “5 dakika uzatma” tabelası kalktığında Onur aut atışını kullanacakken ısrarla birilerinin gelip topu almasını, oyun kurmasını bekledi ancak kimse gelmeyince o da topu dikmek zorunda kaldı. (Bence) O an adeta dün gecenin Trabzon açısından özetiydi.

5 Şubat 2011 Cumartesi

KALE ÇİZGİSİNE DE ÖNLİBERO KOYSUNLAR!



İBB maçında “Schuster bu işi hiç bilmiyor, Guti’yi çıkartıp Ernst’i alarak çift önlibero oynatmalıydı!” diyenler dünkü maçı izlemiş midir acaba? Neyse herkesin görüşü kendine, ne de olsa onlara göre hata hep Schuster’de, tek çözüm çift önliberoda! Zannedersiniz ki bakanlar kuruluna iki önlibero alınsa, ülkedeki tüm sorunlar çözülecek, enflasyon bile bitecek!

Schuster gibi hem Beşiktaş hem de R. Madrid’i çalıştıran Toshack bir keresinde şöyle demişti:
“Futbol takımları piyano gibidir, bazı oyuncular piyanoyu sırtlarında taşırlar bazıları da o piyanoyu çalarlar.”
Bir de Guti gibiler var tabii, piyanoyu hem taşırlar hem de çok az kişi kadar ustalıkla çalarlar! Bu yüzden sezon başından beri Guti’ye “Krampon giymiş Mozart” demekte ısrar ediyorum. Guti’nin yokluğu, uzun zamandır haftada iki maç yapmanın yorgunluğuna eklenince Karabük ilk 1 saatte aslında Beşiktaş’tan beklenen futbolu sergiledi.

Toraman’ın Emenike karşısında düştüğü haller üzerine de düşünmek lazım!
“Emenike’nin menejeri Figer olsa ve Türk vatandaşlığına geçip adı ‘Erman Emine’ olsaydı acaba hangi takımda oynardı?” sorusunun cevabı ise başlı başına bir yazı konusu!

STEVIE WONDER BİLE GÖRDÜ!
Almeida’nın verilmeyen golüne gelirsek: Topun çizgiyi geçtiğini Stevie Wonder hatta hayatında ilk kez maç izleyen müstakbel kayınvalidem bile gördü. Onun da dediği gibi “Bir top daha ne kadar kaleye girebilir ki?”
Tabii yine “Islahatçı Önlibero Partisi” yorumcularına göre sorun ne Guti’sizlik ne de Stevie Wonder’ın bile gol vereceği pozisyonda golü göremeyenler! Ne de olsa onlar için Antalya’ya kar yağsa suçlusu yine Schuster. Schuster suyun üstünde yürüse bu sefer de “Yüzme bilmiyor işte ondan suyun üstünde yürüyor, iki önlibero alsın onlardan yüzme öğrensin!” derler. Sonra da “Stevie Wonder da kim?” diye sorarlar!

31 Ocak 2011 Pazartesi

(Öyle sinirliyim ki aklıma geldin) ROY KEANE

90’ların, 2000’lerin sahte peygamberlerle dolu yarı gerçek yarı simülasyon endüstriyel futbolun bir avuç sahici karakterinden birisi değil sadece… Avrupa’nın zencisi İrlanda’nın en İrlandalısı, en zencisi…
“Korkusuzluk en büyük mutluluktur” şiarıyla filtresiz, dibine kadar içilen sert bir sigara gibi yaşanan; icabında doğru yoldan gitmek uğruna ters yoldan son sürat süren bir hayat… Fazlasıyla bir rollercoaster’ı andıran 21. yüzyıl yaşamında, en yukarı çıktığında da en aşağı düştüğünde, o bir kerelik yaşamda sahici bir yıldız futbolcu olmanın insana bahşedilmiş en büyük mucizelerden birinin olduğunu en güzel hisseden adam… Futbolcu olmasa en az futbolculuğu ya da teknik direktörlüğü kadar harika bir yazar olabileceğini kanıtladığı biyografisinde en içten şekilde itiraf ettiği gibi: “Şöyle bir geriye dönüp bakıyorum: Dünyanın en şanslı insanlarından birisiyim”
Manchester United’la 7 Lig, 4 FA Cup, 4 Charity Shield (geliri bizdekinin aksine büyüklere değil küçük takımlara ve ihtiyacı olanlara dağıtılan bir nevi Süper Kupa), 1 Şampiyonlar Ligi, 1 Kıtalararası Şampiyona Kupası; toplamda 12 sezonda 17 kupa… Celtic’te bir sezonda hem lig hem de federasyon kupası şampiyonluğu… İstatistiklere bakarsak Keano yerden göğe kadar haklı, o dünyanın en şanslı insanlarından birisi… Ama bence ondan çok daha şanslı olanlar başta Kırmızı Şeytanlar ve taraftarları olmak üzere, onun saha içi ve dışındaki her anına şahit olan biz futbol müptelalarıyız… Öyle şanslıyız ki 35 yaşında futbolu bıraktığı için bizi üzen hatta kızdıran bu hep kafasının dikine giden ve her seferinde de kendi stilinden en ufak bile taviz vermeden haklı çıkan adam, teknik direktörlüğünün ilk sezonunda futbolculuğu kadar büyük bir efsaneye imza attı: İlk 4 maç sonunda 0 puan ile Championship’in dibine demir atmış, herkesin en büyük küme düşme adayı olarak gösterdiği Sunderland’i neredeyse olmayan bir bütçeyle şampiyon yapmayı başardı.
1971 yılında Cork’ta yazılmaya başlanan efsane, ilk olarak 2 yıl üst üste o zamanlar Liverpool ve Manchester United’ın en büyük rakibi olan Nottingham Forest forması ile 1991 ve 1992’de üst üste 2 sezon kupayı finalde kaybedip hırsından gözleri kan çanağına dönmüş biçimde soyunma odasının duvarlarını tekmelerken biz futbol dilencilerine kendisini keşfettirdi. Biri FA diğeri Lig kupası olan her iki finalde de sahada basmadık yer bırakmamış, bastığı her rakibine sonunda ölümü göze alıyormuş gibi müdahale etmiş, her pası Dünya Kupası Finali’nde sonucu belirleyecek penaltıyı atıyormuşçasına dikkatli ve isabetli vermiş, her iki maçta da sahanın tartışmasız en iyisi olmuştu. Ama takım arkadaşlarında ne ondaki ruh vardı, ne de dâhiyane teknik direktör Brian Clough’ın onun parlaklığında yıldızları alacak parası… Ağlaya ağlaya ayrılacaktı çok sevdiği Nottingham’dan…


Belki o gün Keano, Manchester Havalimanı’na giden uçağa son anda binmekten vazgeçse bugün Robin Hood’un takımı olan bir zamanların Avrupa Kralı Nottingham Forest, İngiltere’nin alt liglerinde cadı kazanından beter play-off’larda sürünüyor olmayacaktı. Daha da önemlisi, bugün bu satırlar yazıldığında Manchester United hâlâ 1980’lerdeki gibi Gençlerbirliği ayarı baş altı bir takım olmaya devam edecekti. Alex Ferguson’un da pekâlâ itiraf ettiği gibi Keane o sezon Manchester United’a transfer olmasaydı belki de Alex Ferguson bir efsane değil, en fazla Wenger kadar önemli ve başarılı olacaktı!

2007 Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Manchester United’ın kadrosu yıllardır ilk defa bu kadar iyiyken, kadrosu ilk defa kendi standartlarına göre bu kadar sıradan olan Milan’a 3-0 ile boyun eğmek zorunda kalması Ada’da tüm saygın futbol yorumcularının dile getirdiği gibi sadece Keano’nun eksikliği ile açıklanabilir. Çünkü Keano, 90 dakika, 120 dakika boyunca hatta günün 24 saati Keano’dur ve başta futbol olmak üzere hayatın birçok dakikasının içinde bir yaşam kadar önemli öylesine büyülü anlar vardır ki orada sadece Roy Keane gibiler vardır ve o yüzden Roy Keane’lerdir… Ama futbol dünyasında Manchester Utd’lıların Roy’la soyadı benzerliğinden başka hiçbir kan ya da ruhsallık bağı olmayan Robbie Keane’e nazire yaparcasına hep bir ağızdan bağırdıkları gibi: “Sadece bir Keano var!”

1989 yılında işte öyle bir gün, öyle kısa bir anda, Nottingham futbolcu izleme komitesi Roy Keane’in forma giydiği amatör İrlanda takımı Ramblers’ın 4-0 kaybettiği finalde kazanan takımda golleri atanları değil kaybeden takımda sinirden deli gibi ağlayan çocukla geri döneceklerdir. 1993’te Nottingham küme düştüğünde yine o deli gözlerden boşalan sinir yumağı yaşların gölgesinde Blackburn ve Manchester Utd büyük bir savaşa başlar. Hâlbuki sabun köpüğü medyaya göre iki takımın yöneticileri de ne yaptıklarından habersiz birbirlerini yemektedirler. “Henüz 22 yaşında iflah olmaz bir sinir hastasını, uyumsuz, sosyopat hatta psikopat kişilikli” olarak tanımladıkları Keano’nun o zamanın transfer rekoruyla Avrupa’da başarı hedefleyen bu iki büyük takımdan birine transfer olmasını yakıştırmazlar. Nottingham tarafından denendiği o kısa anda, yine orada her zaman olduğu gibi 100% kendisi olan Keano hemen İngiltere Milli Takımı’nın beyni Steve Hodge’un yerine takıma girer. Bu kez de Manchester’daki ilk antrenmandan sonra İngiltere Milli Takımı’nın yeni beyni Paul Ince’in yanında yerini alır. Daha ilk maçta Ince efsanesi gölgelenmeye başlar, önce Inter sonra Man Utd’ın ezeli rakibi Liverpool’un yolunu tutan Ince için Keano’nun başlangıcı onun sonunun başlangıcıdır. Ferguson’a göre asıl uyumsuzlar, sabahtan akşama kadar futbol yıldızlığının sadece sefasını süren eski oyunculardır. Asıl onlar psikopattır çünkü takımları yenilince değil ağlamak üzülmezler bile, sadece hesaplarına paraları yatmayınca şımarık çocuklar gibi mızmızlanırlar. Asıl böyle bir futbolcu topluluğuna isyan etmemek sosyopatlıktır. Roy Keane, yeni bir etik anlayışı, yeni bir rol modeli, yeni bir ethos’tur… Şimdi zaman altyapıdaki gençleri korkusuzca bu yeni anlayışa göre monte etme zamanıdır. Boyalı basın Ferguson’la dalgasını geçmektedir: “Bir psikopat ve bir sürü çoluk çocukla Mickey Mouse Kupası’nı bile kazanamayacak, işinden olacak bir deli!”

Ferguson da biraz delidir tıpkı Keano gibi, icabında en büyük sanal yıldızının kafasına koşmadığı için kramponunu fırlatır, icabında İngiltere Milli Takımı’nın sağbekini gözü kapalı kesip 18 yaşındaki çoluk çocuğu monte eder. Erasmus’u haklı çıkarırcasına haklı çıkar Ferguson ve Keano: Deliler, deli olmayanlardan çok daha mutlu ve başarılıdırlar. En önemlisi de böyle delicesine bir korkusuzluk en büyük mutluluktur. Manchester United kariyerinde toplam 11 kırmızı kart görerek kırılması çok zor bir rekora imzasını atacak, daha 2. sezonunda kendisine arkadan tekme atan Southgate’in “Aynı mesleği yapıyoruz” diyerek suratına kameraların önünde tüküren Keano, Ferguson’un her zaman sahadaki eli, gözü, ruhu, her şeyi olacaktır.
1997’de Cantona futbolu bıraktığında aynı boyalı basın tarafından artık tükeneceğine kesin gözüyle bakılan Kırmızı Şeytanlar’da “o psikopat”ı hiç düşünmeden kaptan yapar Ferguson. O sezon Leeds’li Haaland bir türlü baş edemediği Keano’ya öyle bir tekme atar ki Keano o sezon neredeyse hiç forma giyemez. Çocukları ve karısı gözyaşlarını görmesin diye kafasına kadar yorganını örttüğü yatakta geçirmek zorunda kaldığı tüm o anlarda tek bir şeyi kafasına koyar: Kendisine böylesine sert giren, en kötü şekilde sakatlayan, bir de kart görmesin diye “Kalk yerden, numara yapma!” diye bağıran Norveçli’ye gününü gösterecektir. Tam 3 yıl sonra nihayet yeniden karşısına çıkan Haaland’a herkese göstere göstere yapılabilecek en sert müdaheleyi yapar ve hakeme bağırır: “Bilerek vurdum, ben vurdum, Roy Keane, kırmızı göster bana hemen!” Daha sonra otobiyografisinde de bunu açıkça itiraf eder; aldığı para cezaları, oynamama cezaları hiç umurunda değildir… Çünkü Haaland’ın vurduğu yer futbolu bırakana kadar top ayağına her geldiğinde ölümüne acır. Haaland ise futbolu Keano’nun vurduğu bacağından değil, diğer bacağından geçirdiği ameliyat yüzünden bırakmak zorunda kalır.
1999’da Manchester United’ın Lig Şampiyonluğu, FA Cup ve Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğunu kazandığı “üçleme” sezonundaki performansını kelimelere dökebilmek için İslam Çupi bile olmak yetmez sanırım. Sadece final maçında oynamamayı, koskoca bir kaptan olarak hâlâ o ilk günkü gibi bir köşede ağlayarak finali seyretmeyi göze alması, takımının finale kalması için kendini feda etmesi yeter de artar bile…
Sahada verdiği mücadele, emek ve sanatını en güzel şekilde harmanlaması, kaptan olmaktan da kahraman olmaktan da daha önemlidir onun için. Gözünü kapar ve bir önceki sezonun başarıları ile yetinen ve maçlar esnasında sandviç yiyerek adeta tiyatro izler gibi mücadeleyi izleyen taraftarlara saydırır: “Old Trafford’a gelen birçok insan sadece yiyip içip tıkınıyor. Birçoğu futbolun F’sinden bile anlamıyor” Buna rağmen 2000 yılında hem spor yazarları hem de Manchester United taraftarları tarafından yılın futbolcusu seçilir.
2001-02 sezonunda sıra takım arkadaşlarına gelir: “Bu geçmişin başarıları ile çoktan doymuş bir avuç ruhsuz herif, rolex saatleri ve son model arabaları yerine Manchester United formasını giymenin parayla ölçülemez tarifsizliğini, paha biçilmezliğini biraz hissetselerdi bu sezonu elimiz boş bitirmezdik” Açıkça kastettiği İngiliz Milli oyuncular Nicky Butt ve Wes Brown ağızlarını açıp bir satır bile cevap veremezler. Ferguson’a göre Keano çizmeyi aşsa da yerden göğe kadar haklıdır.
Ama asıl efsane filmin en çarpıcı sahnesi o yaz, 2002 Dünya Kupası’nda İrlanda Milli Takımı kampında yaşanır. Sponsorluk anlaşmaları için amatör takımların çalıştığı yerde çalışmak zorunda kalan takımın kaptanı önce federasyona fena giydirir: “Kendi ceplerine hiç çalışmadan 3-5 kuruş fazla doldurmak için bizi buraya mahkûm edenler ve buna göz yumanlar İrlanda halkına ihanet ediyorlar!” İlk günden itibaren dünyanın en çok kazanan oyuncularından birisi olan Roy için milli takım hayat memat meselesi değil her şeyden çok daha önemlidir. 1994 Dünya Kupası’nda icabında 1990’da İrlanda’yı ilk kez Dünya Kupası Finalleri’ne hatta çeyrek finale kadar taşıyan Jacky Charlton’a bile açıkça fikrini beyan etmiştir: “Evet, kâğıt üstünde büyük başarı. Ama eğer korkmasaydık, kupayı bile kazanırdık, üstelik biraz da top oynamış olurduk!”
2002 yazında Keano’nun karşısında teknik direktör Mick McCarthy değil, Charlton, Ferguson, Capello hatta George Best bile olsaydı o yine aynı şeyi yapardı. Saipan’daki kampı terk eder, antrenörüne kupayı münasip bir tarafına sokmasını söyler, arkasını bile dönmeden çıkıp giderdi. Belki, kim bilir yine evinde kafasını yorganın altına sokar, maçları televizyondan seyrederken her zamanki çocuk saflığıyla gözleri kan çanağına dönene kadar ağlardı. Keane’e göre onun oynadığı milli takım, Avrupa’nın zencileri kupada şampiyon olmak için hazırlanmalıydı, 1-2 tur geçip sponsorlarına para kazandırmak için değil. Önce kampı terk etti. Sonra McCarthy ve yöneticiler Keano’yu en zayıf yerinden vurarak, İrlanda tarihinden yola çıkıp duygu sömürüsü yaparak geri döndürdüler ve asla tutmayacakları sözler verdiler.


Döndüğü gün aynı tas aynı hamamdı. Keano, McCarthy’nin yanına koştu ve en tarihi müdahalesini yaptı: “Mick, sen adi bir yalancısın… Karaktersiz kuklanın tekisin… Futbolculuğun da beş para etmezdi… Korkağın tekiydin… Antrenörlüğün de beş para etmez… İnsan olarak hiç para etmezsin… Al Dünya Kupası’nı münasip bir tarafına sok! Bugüne kadar sana katlandıysam sadece ülkemin, İrlanda’nın teknik direktörü olduğun içindi. Ben sana değil, ülkemin antrenörüne saygı gösterdim… İnşallah cehennemde çürürsün!”
O gün İrlanda tam ortadan ikiye bölündü. Bu kez Kuzey ve Serbest olarak değil. Keano’cular ve McCarthy’ciler olarak. Keane’in doğduğu yer Cork’ta neredeyse herkes Keane yüzlü İrlanda tişörtleri giydi. Dünya Kupası maçları esnasında tek bir televizyon bile açılmadı. Keano, İrlanda Kurtuluş Savaşı’nın en büyük kahramanı
Michael Collins’leştirildi. Canlı yayına çıkan bir tarih profesörü Keano’nun Collins gibi kendi halkı için yaralanırken kendi halkının ihanetine uğradığını söyledi. İrlanda 2. turda uzatmalarda 10 kişi oynayan İspanya karşısında McCarthy tarafından savunmaya çekildi. Penaltılarda Keano’nun ahı tuttu. Hâlbuki çok rahat sadece fiziklerini kullanarak çeyrek finalde Güney Kore’yi de eleyip en kötü Türkiye ile 3.-4.’lük maçına çıkabilirlerdi. Yarı finaldeki muhtemel rakipleri Almanya’ya grup maçında yenilmemişlerdi zaten. Tüm bunlar Keano’suz senaryolardı. Ya bir de Keano olsaydı?
Bu olaydan sonra İrlanda’nın en ünlü dört müzikal yazarı bir araya gelip “Ben, Keano” adlı bir müzikal yazdılar. Keano, eski Roma’da savaşa hazırlanan bir komutan olarak canlandırıldı. Ama oyunda da General Macartacus, ülkesini satarak Keano’nun savaşmasına engel oluyordu. Keano’yu satan ve McCarthy’nin yanında saf tutan diğer kaptan Niall Quinn ise İngiltere Kraliçesi ve onun İrlanda halkını uyutmak için kullandığı ünlü bira markası Guinnes isminden türetilen Quinnes adıyla hicvedildi.
Daha sonra Colin Teevan adlı yazar Troya Savaşı’nda Achilles ve Kral Agamemnon’un arasında yaşananlarla paralellik kurarak “Roykeanad” adlı bir senaryo yazdı. Sarhoş İrlandalı karakterler tarafından seslendirilen oyunda Keano ve McCarthy bir kez daha hicvedildi. Modern Ada müziğinin en önemli ismi Morrissey’in ona adadığı “Roy’s Keen” şarkısı radyolarda en çok istek alan şarkı oldu.
Keano, kendisini McCarthy ile aynı kefeye koyanlara en doğrudan cevabını yine sahada verdi. Dünya Kupası’nda McCarthy’nin kendisinin yerine oynattığı ve McCarthy’nin ispiyoncusu olarak suçladığı Jason McAteer’e ligin ilk haftalarında öylesine bir dirsek attı ki tüm McCarthy’ciler fazlasıyla suratlarında hissettiler. Zaten Haaland’ın yol açtığı müzmin sakatlıktan bir kez daha ameliyat olacağı için 3 maç Manchester United forması giyemeyecekti.

İyileşir iyileşmez, 2000’li yıllar boyunca karşılaştıkları tüm maçlarda ölümüne mücadeleye giriştiği Vieira’ya ilk “dersini” verdi. Daha sonra 2005 yılında takım arkadaşı Gary Neville’e “dayılanma” hatasına düşen Senegal asıllı Fransız siyahî oyuncuya asıl dersini verdi. Kameraların önünde avazı çıktığı kadar “Adam olsan seni köleleştiren, dışlayan Fransızlar için değil, kendi ülken Senegal için oynarsın” diye bağırdı. Aklı hâlâ Dünya Kupası’nda kalmıştı… Nihayet McCarthy üst üste alınan kötü sonuçlardan sonra kovuldu ve Keano Milli Takım’a geri döndü.
Herkes artık yaşlandığını, Haaland’ın yol açtığı sakatlığın ona yaşlandıkça daha da fazla acı verdiğini ve bunun da sinirlerini onulmaz ölçüde bozduğunu söylüyordu. Ama o hâlâ mevkisinin en iyisiydi. 10 yıldır olduğu gibi yine Juventus’u, Real Madrid’i reddetti. 2004’te futbol yaşamını sürdürürken Hall of Fame’e adı yazılan ender oyunculardan birisi oldu. Pele’ye göre gelmiş geçmiş en iyi 100 futbolcudan birisiydi. Capello’ya göre “Bir Roy Keane, başlı başına bir orta saha” demekti. Onun için yapılacak 2 şey vardı: Birincisi her zaman olduğu gibi yine sadece kendisi olmaya devam etmek, diğeri de mutlaka bir gün küçükken uyumadan önce ettiği dualardaki gibi Celtic formasını giymek.
Önce kendisi olmaya devam etti. 2005 Kasımı’nda sezon öncesi sponsorlar istediği için Portekiz’de yapılan hazırlık kampını eleştirdi. O sezon Middlesbrough’a 4-1 yenildikleri maçtan hemen sonra Manchester United TV’ye çıktı, gözünü yumdu, ağzını açtı ve son bir kez Kırmızı Şeytan olarak kendisi oldu: “Bugün bu formayı giyme şansını bulan birçok sözde futbolcu bunun ne kadar da harika bir şey olduğunu ve yerlerinde olmak isteyen milyonlarca taraftara karşı sorumluluklarını yerine getirmek zorunda olduklarını farkında değiller. Bunu göremiyorlar, bunu onların yüzüne söylemeyeceğim çünkü son model arabaları, evleri ve tüm o lüks gözlerini kör etmiş. Bu takımda oynama şansını bulmak asla parayla ölçülemeyecek kadar pahalı bir şey!”
Bu kez sadece İrlanda değil, İngiltere de ikiye bölündü. Bazılarına göre “bu deli” iyice çizmeyi aşmıştı. Birçoğuna göreyse yerden göğe kadar haklıydı, o gerçek bir kahramandı. Ferguson onu kaptanlıktan almadı, kendisine yakışır, Keane’in hatalarıyla sevaplarıyla tüm mirasını yücelten bir çözüm buldu: “O benim veliahtım. Benim yerime geçecek. Ama önce artık son rüyasını da gerçekleştirmeli. Ne mutlu Celtic’e de, Keano’ya da”

2005-06 sezonu sonunda, Ada’da bir jübile maçında en fazla seyirci rekorunun (69.591 kişi) kırıldığı Manchester United-Celtic maçının bir devresinde bir aşkının diğerinde diğerinin formasını giydiği karşılaşmada oyunculuğa veda edene kadar bu kez Celtic’i başarıdan başarıya koşturdu. Maçın gelirinin büyük bölümünü körlere bağışlayan Keano, Ferguson’un ona çizdiği hedef uyarınca Sunderland’in başına geçti.

İşin garibi, Sunderland’in başkanı 2002 yazında McCarthy’ye destek veren Niall Quinn’di. Quinn, 4 maç sonunda 0 puanla ligin dibine demir atan Sunderland’in başına dünya çapında bir teknik adam getirileceğini açıkladığında kimsenin aklının ucundan bile Keano geçmemişti. Keane, özyaşamöyküsünde Quinn’i “kukla” olarak nitelemiş. Quinn ise kendi biyografisinde Keano’yu “bölücülük”le suçlamıştı. Ama birden, tarihsel bir hatadan dönülerek kader birliği yapıldı. Daha da garip bir gerçek, Ada’nın köklü takımlarından Sunderland 1. Lig’den McCarthy yönetiminde düşmüştü. Sunderland, kesinlikle 3. lige düşmemeliydi. Ama Keano’nun hedefi bambaşkaydı. Artık daha da korkusuzdu çünkü ne Haaland’ın yol açtığı, hayatını karartan sakatlık vardı ne de endüstriyel futbolun sahte yıldızları şımarık paragöz eski takım arkadaşları. Keano, Quinn’e “Şunu şunu alalım” demedi hiç. Quinn bütçeyi söyledi, Keano da ona uygun olarak birçoğu İrlandalı ümit vaat eden yıldızlar olmak üzere pek de ünlü olmayan oyuncular transfer etti. Keane’den önce 4 maçta 0 puanla sonuncu olan Sunderland sezon sonunda şampiyon olarak ait olduğu yere dönecekti. Üstelik Keano’ya bir haller olmuştu! Bu sezon Wolves’ın başında olan McCarthy’nin maçtan önce yanına gitmiş, ona sarılmış, “Bu kadar az bütçeyle bu takımı yarattığın için tebrik ederim” diyerek eski azılı düşmanının elini sıkmıştı. Sezon bittiğinde yaptığı “Dilerim Wolves da 1. lig’e çıkar” açıklamasıyla adeta manevi babası olan Ferguson’a göz kırpıyordu. Aynı sezonda Ferguson da, Keano da şampiyon olmuşlardı. Ve en garibi bir dahaki sezon rakip olacaklardı! Sonraki sezonlar da halef-selef olmaları ise bu gece güneşin batacağı kadar aşikâr. Çünkü nasıl bir Ferguson varsa, sadece bir Keano var! Ipswich-Sunderland'e sığmayacak kadar büyük!

13 Ocak 2011 Perşembe

Önü Barça arkası Almeria!

Ne de olsa bozuk saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir: Ligde oynanan Beşiktaş-Manisaspor maçındaki 3-2'lik beklenmedik yenilgiden sonra "Üşüyoruz Sivok Reis, bir an önce geri dön!" yazmışız. Dünya tarihinde futboldan açık ara en iyi anlayan sülale olan (Alex) Ferguson sülalesinin de hemfikir olduğu gibi Slovak futbol zanaatkarı, özlenmeyecek cinsten bir oyuncu değil.

Quaresma'nın bazen "Servet-i Fünun tarzı" abarttığı bireysel futbol sanatı, Guti'nin pas konçertoları, başka bir takıma gelmiş olsa skor basını tarafından her gün posteri verilecek futbol kudretindeki Simao ve Almeida bir yana... Taktik zeka kategorisinde Beşiktaş'ın 21. yüzyıl model Gökhan Keskin'i Sivok usta!

Merkezdeki Sivok farkı bir yana, Recep Çetin-Metin Tekin sağ kanadı ve İbrahim Üzülmez-Markus Münch sol kanadından beri Beşiktaş ilk kez yakın tarihinde kanatlardan bu kadar futbol gönlümüze hitap eden akınlar geliştirdi, "2011 model Kara Kartal" lakabının hakkını verdi. Zaten bilakis Cem Dizdar ve Forza Beşiktaş'ın da ısrarla savunduğu gibi Benfica Lizbon'dan kartal ithal edip hayvancağıza "sembolik işkence" yapmanın hiç lüzumu yok, yabancı kontenjanı biraz mantıklı ayarlansın, yeter de artar! Ne de olsa kanatta Baki Mercimek oynarken de 'Kara Kartal', 'Kara Kartal'dı!

SİVOK-ERSAN TANDEMİ?
Paslar, "kramponlu Ahmet Hamdi Tanpınar" Guti'nin ayağından çıkıyor, kanatlardan Q7 ve Simao kaleye doğru hareketleniyorsa, "alan daraltmacı skor yorumcuları"na rağmen bize her atak Barcelona! İnanmayan varsa 48 maçta sadece 8 gol atıp 80 gol kaçıran Nobre'nin bile dün gece attığı ve kaçırdığı gollere baksın yeter!

Arkaya dönüp bakarsak ise Schuster dayı benden milyar kat iyi bilir ama siyah-beyaz gönüllere en fazla hitap edecek stoper tandemi Ersan-Sivok ikilisi gibi... Diğer türlü hücumlar Barçavari, savunma Almeria'dan hallice! 70'den sonraki kondisyon sorunları ise bambaşka bir yazı konusu...

12 Ocak 2011 Çarşamba

Euro 84 yazı, Bakırköy, anneannem ve ruh hastalıkları hastanesi bahçesinde top oynamam


(Sizler gibi ben de) Büyüyünce hep futbolcu olacağımı düşünürdüm... Mahallede herkes Maradona, Zico olmak için yarışırken ben kafadan Socrates'tim çocuk aklımla...

Hatta Euro 96'da benden sadece bir gün sonra doğan Phil Neville, abisi Gary Neville'ın yerine oyuna girene kadar da hep futbolcu olacağıma inanmıştım...
İşin aslı hiçbir zaman gerçekten büyümedim ki futbolcu olayım!
Geçenlerde mahallede, 2011 yılında benim 1984'te olduğum yaştaki çocuklarla futbol oynarken cep telefonum yani "Ooh! Aah! Cantona!" şarkısı çaldı.


Arayan annemdi, istem dışı "Anne hava kararmadan gelirim eve, merak etme!" dedim. İşin aslı yıllardan 2011'di ve ben 15 gün sonra az buz değil tam 34 yaşına girecektim ama halen annem beni mahallede top oynarken eve çağırıyordu...
İçimden "Sorun değil Tony Cascarino 34 yaşında Marsilya formasıyla gol kralı oldu, bizim mahalle de bir nevi Marsilya değil mi zaten?" diye kendi kendimi avuttum...

Meğerse annemin arama sebebi, anneannemin düşüp bacağını iki yerden kırdığını ve iyileşene kadar bizde kalacağını haber vermek içinmiş.
Eve geldiğimde, keşke onun yerine biraz önce ben mahallede bacağı kırsaydım dedim! 88 yaşındaki insanlığın yüz akı kadının canı çok yanıyor, demirden yürüteç sayesinde zar zor yürüyebiliyordu...
Gece yarısı uyandığımda halen gözünü uyku tutmamıştı. 88 yaşındaydı ama bilinci halen bana göre 88 ışık yılı daha fazla açıktı...
Birden cebinden iki fotoğraf çıkardı. "Sen küçükken de böyleydin, sana bir top verirdik dünyanın en mutlu çocuğu olurdun" dedi. O uyuyana kadar sohbet ettik, bana bir gün Bakırköy'deki evlerinin bahçesinde oynarken ortadan kaybolduğumu ve çok merak ettikleri günü hatırlattı, anlattı. Meğerse anneannemin evinin arka sokağındaki Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalakları Hastanesi'nin bahçesine girip oradaki hasta abilerle top oynamışım...

"Merak etme anneanne hiç değişmedim aslında, şimdi de daha akıllı değilim" dedim. "Olur mu hiç, ben herkese senin bu resimlerini gösteriyorum" dedi.
Fotoları aldım, kardeşime tarattırdım. Ortadaki elinde top olmayan dünya tatlısı çocuk ben değilim, kardeşim tabii ki... Ben ise elimde topla sanki dünyayı değiştirmiş kadar mutlu ve gururlu gözüküyorum... Saçlarım mı? Cidden Beatles elemanı saçı gibiymiş, ayakkabıların neden kırmızı olduğunu ise dün gibi hatırlıyorum: Ben çocukken, büyüyünce Beşiktaş'ın Kenny Dalglish'i olacağımı zannediyordum, ondan olsa gerek! Ne de olsa 1984 yazıydı, Dalglish'i ilk kez Roma'daki Şampiyon Kulüpler finali maçında izlemiş, bir de üstüne Euro 84'e şahit olmuştum...
Düşündüm de hiç değişmemişim, saçlar hariç sadece biraz gelişmişim; ne de olsa bozuk saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir o hesap bir gelişme işte!

11 Ocak 2011 Salı

YATTARA VE ÇİM YASASI!

Eskiden eleme usulü oynanan Türkiye Kupası, günlük yaşamayı seven bizim toplum için bariz daha zevkli ve heyecan vericiydi. Ancak KT Şekerspor gibi mütevazı takımlara hem kendilerini gösterme, hem de biraz olsun finansal durumlarını düzeltme şansı tanıyan gruplu kupa formatı, 21. yüzyıl Türk futbolunun önemli bir gerçeği.
Zaten biz ne yazarsak yazalım, kupa uzun süre böyle oynanacak. O yüzden sadece “kendine endüstriyel” olan futbol yöneticileri de Trabzon’da futbol kararlarını alanlardan biraz ilham almalı!
Son kupa şampiyonu ve lig lideri, dünkü maçı tek maç eleme usulü bir karşılaşmanın ciddiyetiyle oynadı. Sezon başından beri her maç üstüne koyarak gelişen, bir nevi Karadeniz usulü “tiki taka” sergiliyor Trabzonspor.
Orta sahayla ileri ucun sürekli ve hızlı şekilde alan değiştirmesine dayalı bu Trabzon “tiki taka”sı, Selçuk ve Coleman gibi iki pas ustasının yokluğuna rağmen yine de kısmen yerli yerindeydi. Şenol Güneş bir yandan maçtan istediği sonucu alırken diğer yandan da fazla şans vermediği oyuncuları deneme fırsatı buldu. Yattara attığı sanat eseri gol kadar bir 3-5-2 tek sağ kanadı edasıyla takım savunmasına da yardım etmesiyle de göz doldurdu. Eğer Yattara dünkü gibi harika yeteneklerini Şenol Güneş standartındaki taktik disiplinle harmanlamayı başarırsa, 2011’de Trabzon’un asıl bomba ara transferi olur!

“KUPA ŞEKERLERİ”
KT Şekerspor, Beşiktaş maçından sonra Trabzonspor karşısında sergilediği oyunla kupaya adı gibi tat katmaya devam ediyor. Bir de saha zeminleri biraz düzelse, bu umut veren genç yetenekler daha yukarı seviyelere tırmanabilirler. Sadece Şekersporlu gençler değil bu ülkede futbola gönül veren hiç kimse o zeminde oynamayı hak etmiyor. O yüzden hazır “yasa atağı” varken bir de “çim yasası” çıksa şeker gibi olmaz mı?