6 Mayıs 2009 Çarşamba

BENCE BEŞİKTAŞ'TA EKSİK OLAN 2: RECEP ÇETİN YA DA TAKOZLARIN EN GÜZELİ


Yıllardan 1990… 12 Eylül darbesinden sonra bir Tanrı’ya bir de Beşiktaş’a inanmakla yetinen bir baba, siyah-beyaz özenle yetiştirdiği oğlunu ilk kez deplasmana götürür… Hem de Bolu’ya… Futboldan hazzetmese de eşinin kendisinden sonraki en büyük aşkını sevmeye çalışan, zaten başka bir şansı olmayan anne de “Bolu güzel yer zaten” deyip peşlerine takılır… Zaten o yıllarda Metin vardır, Feyyaz vardır, Ali Gültiken vardır… O zamanlar moda kolej takımıdır, mafya menajer takımı değil! Güzel yüzlü, okumuş, nesli tükenmekte olan eski İstanbul beyefendilerinden Süleyman Seba’nın öz oğullarıymış gibi davranan 11 pırıl pırıl genç ve daha 10 sene önce kümede zar zor kalan bir takımın önlenemez yükselişi… O zamanların en gözde televizyon dizisi “Kartallar Yüksek Uçar”… O haftasonu Bolu deplasmanına gidilmez de ne yapılır ki Kenan Evren’lerin 10 metrekareye indirgediği yaşamda?

Anne, Metin’le, Feyyaz’la tanışmak istemektedir. Beşiktaş’ın kamp yaptığı otele gidilir. O zamanlar televoleler, magazin sapkınlıkları zihinlerimizi iyiden iyiye iğdiş etmemiştir. Şampiyon olan takım o sezonun sonunda olacağı gibi Layla’ya, Reyna’ya para saçmaya gitmez, TRT 1’e çıkıp oturduğu yerden el çırparak “Civelek” türküsünü söyleyerek kutlama yapar…

Süleyman Seba’nın İngitere’den gelen kayınbiraderiymiş gibi kişiliği ve yöneticiliği ile kendisine benzediği Gordon Milne, tatlı sert bir disiplin anlayışı uygulamaktadır. Maçtan önce oyuncular, eşleri, arkadaşları ile otelin çevresindeki ormanlık alanda turlamaktadırlar. O hayata en güzel siyah beyaz gözlüklerle bakan baba ve peşinde sürüklediği anne gibi birkaç aile daha oyuncularla hatıra fotoğrafları çektirmek için otelin çevresinde mevzilenmişlerdir. Beklemekten sıkılan ve oyunculardan sadece Metin ve Feyyaz’ı bilen anne, babanın ceketini çekiştirir: “Gel bak, şuradaki takunyalı komiye soralım oyuncular nerede?” Baba kafayı kaldırır ve takunyalı komiyi görünce hemen ceketini düzeltir ve eşinin kulağına eğilir: “Ne diyorsun sen ya? Ne komisi, Recep o Recep Çetin, savunmanın belkemiği”

“Takoz Recep mi?” Tabii ki Takoz Recep! Ben şimdi diyeceğim ki Beşiktaş savunmasında bıraktığı boşluk asla doldurulamadı. Bazılarınız bana diyecek ki “Bırak Allah aşkına, orta yapardı gol olurdu, ne boşluğu?”

Hem de öyle bir boşluk ki anlatabilecek kelimeleri bulmak, cümleleri kurmak en az Recep Çetin’in karşısında sol açık ya da santrfor oynamak kadar zor! Ne demişti Lineker 8-0 rezaletinin rövanşı 0-0 bitince: “Beni dünyanın en çirkin adamı tuttu. Öyle bir tuttu ki bir tekme bile atmadı, bir dirseğe bile yeltenmedi sadece beni marke etti. Kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim.” Ah, o dünyanın en çirkin adamı sağ kanattan ayrıldığından beri de biz uzun süre kendimizi o kadar çaresiz hissettik ki, bir bilsen Lineker!

Dünyada ondan başka yere düştüğü zaman, ellerinin üstünde koşmaya devam eden ikinci bir futbolcu daha yoktur. Ondan başka hangi yıldız futbolcuya “takoz” diye hitap ederseniz size Goikoetxea’nın Maradona’ya, Massing’in Caniggia’ya, İtalyan savunmacıların Ronaldo’ya yaptıklarını yapar… Ama söz konusu “takoz” Recep Çetin ise, bir pazartesi günü antrenmandan sonra oto sanayi sitesine gidip, kendisinden daha büyük bir takozun üstüne yatıp gülümseyerek poz verir. 90’ların vahşi neo-liberalizminin arabesk versiyonu Özalizm’in en insafsız yaşam şartları altında dilencinin aldığı sadakadan az paraya çalıştırılan tornacılara cebinde ne kadar para varsa dağıtır, üstelik onlar da kendisine “Takoz Abi” diye hitap ederler ama o değil kızmak daha da fazla gülümser… “Recep sana çirkin diyorlar?” sorusuna cevabı daha da anlamlıdır: “Ben kendi çapımda yakışıklıyım. Ayrıca Fenerli Ümit yakışıklıysa ben Alain Delon’um!”

Bence de Recep kendi çapında son derece “yakışıklıdır”. Ondan başka (imza verirken gözüne kalem girip antrenmanda bir hafta sadece düz koşu yapması hariç) asla sakatlanmamış ikinci bir savunma oyuncusu var mıdır allah aşkına? Ya da orta diye yaptığı top çataldan döndüğünde başlayan kontra atakta kendisinden 30 metre ilerideki rakip forveti kendi ceza alanına girmeden yakalayabilen ikinci bir canlı var mıdır? Bence gayet “yakışıklı” adamdır Recep Çetin… Bir kez olsun ne herhangi bir takım arkadaşı ne teknik direktörü ne de herhangi bir rakibi ile en ufak bir tartışma yaşamamış onun tipinde ikinci bir oyuncu gelmiş midir bu dünyaya? En fazla kafası kızdığında maçın bitiminde Kosice-Beşiktaş maçından sonra olduğu gibi hakeme elini uzatır, hakem de elini uzattığında aniden elini çeker ve saçını tarar: “Zıttt Erenköy!”

Futbolun yarısı savunma, savunmanın da yarısı kademeye girmekse o zaman Recep Çetin derim ben size… Recep Çetin varken bilirsiniz bir de Naumoski vardı Efes Pilsen’de… Kimse ama kimse, her türlü ikili üçlü sıkıştırma ile bile durduramazdı Naumoski’yi… Bir gün bir Efes Pilsen-Beşiktaş maçında Naumoski yine basketbol sanatının tüm hünerlerini sergilerken, arkadan birisi bağırmıştı, sonra basket sahalarında adına tezahürat yapılan ilk futbolcu olmuştu Recep Çetin: “Vereceksin Recep’i başına, ne Naumoski kalır ne Efes!”

Hatta sevgili Vedat Okyar bir keresinde yine çakırkeyif maç yorumlarken Recep’in kademeye girme yeteneği hakkındaki en unutulmaz yorumu yapmıştı:
“Recep bugün Gökhan’ın, Ulvi’nin hatta sol bekteki Kadir’in bile kademesine girdi. Hatta zaman zaman oyundan düşen, aşırı baskıdan bunalan önlibero Zeki’yi bile rahatlattı kademeleriyle. Beşiktaş taraftarı kalbini ferah tutsun: Bizim Recep icabında tribünlerdeki taraftarın bile kademesine girer başları sıkıştığında…”

1965 yılında Sakarya’da dünyaya gelmiş, futbola Sakaryaspor altyapısında başlamıştı. Boluspor’da hızı ve markaj yeteneği ile dikkat çektikten sonra 1988-89 sezonunda Beşiktaş’a gelmişti. Geliş o geliş, 10 yıl hiç durmadan Beşiktaş formasını giydi. 4 Lig, 3 Türkiye Kupası, 4 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 2 Başbakanlık Kupası ve 5 TSYD Kupası şampiyonluğu yaşadı. 274 lig maçında sadece 4 gol attı. Ama attığı her gol jeneriklerin değişilmezlerine girdi.
En fanatik Beşiktaşlılar, Feyyaz ve Ali’nin toplam 4 golünü ancak hatırlarlar ama Recep’in 4 golünü de asla unutamazlar. Hele bir tanesi vardı ki, dünyada bir tek o atabilirdi. O yıllarda Beşiktaş’ın en büyük kâbusu Bursaspor’du… Tüm sezon herkesi alaşağı eden Beşiktaş, Bursa karşısında nedense hep çok zorlanırdı. Ama bir gün bu zor günler öyle bir golle bitti ki bir daha Bursaspor uzun zaman kendine gelemedi. Maçın sonlarına yaklaşıyorduk, Beşiktaş şampiyonluk potasından düşmemek için mutlaka gol atmalıydı. Gordon Milne gibi tutucu bir teknik adam bile Bursa kilidini açmak için her türlü fanteziyi denemiş, Feyyaz ile Ali bütün bir maç hiç durmadan çapraz koşular yapmış, Rıza Çalımbay en az 20 tane eşsiz lezzetteki muz ortalarından açmıştı. Hatta Şifo Mehmet’i, Zeki’si kaleyi her gördüklerinde tüm sezon atmadıkları kadar harika şutlar çıkarmışlar ama yine de kilit kırılmamıştı. Artık herkes doldur boşalt’ın kısır döngüsüne sıkışmış maçın son düdüğünü bekliyordu. Tam o esnada, herkesin umutlarının tamamen tükendiği anlarda Recep aniden orta sahanın biraz ilerisinde topla buluşmuş, top Recep’in ayağına geldiğinde birçok Beşiktaşlı çoktan maçın bittiğine inanmıştı. Ne de olsa ne zaman top rakip sahanın sağ kanadında Recep’in ayağına gelse spikerlerin söyleyeceklerini herkes biliyordu: “Recep çok hızlı, kimse tutamıyor, Recep hızla ilerliyor, kimse karşısında duramıyor, Recep şut ve taç!”
Ama bu kez Recep topu fazla sürmedi, her zamanki gibi aniden binlerce ışık hızı yılı hızlanmadı da… Birden topu sadece yürümek için kullandığı sol ayağına alıverdi. O anda o toptan gol çıkma şansı Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girme şansından bile daha azdı. Ama bir anda Salvador Dali’den beri gelmiş geçmiş en gerçeküstücü tablo ortaya çıktı. Tribündeki ve televizyonların başındaki herkese göre “takoz” orta yapmıştı ama Recep kendinden son derece emindi: “Kalecinin diğer köşede olduğunu gördüm, ben de vurdum, sol ayağımla mı, sağ ayağımla mı attım hatırlamıyorum, o ayrı!”
Belki sahiden de kaleye vurmuştu, kim bilir? Ya da her attığı golde olduğu gibi orta yapmıştı ama 1991-92 sezonunda Samsunspor’a attığı golü bir yıl evvel o zamanların en klas golcüsü Romario bile atamazdı.
Bu golü sadece bizler görebilmiştik, akılla kavranabilecek bir şey değildi, sadece gol olduğuna ve Recep’in attığına inanmakla yetindik. Ama 5 kez Ümit, 1 kez Genç, 7 kez Olimpiyat olmak üzere toplamda 69 kez giydiği Türkiye Milli Takımı formasıyla attığı sadece 1 gole tüm dünya tanıklık etme şansını yaşadı.
O gün 14 Aralık 1994, Euro 96 elemeleri maçı, kendi sahamızda İsviçre’yi ağırlıyoruz. Müzmin olduğu ölçüde sadece Hababam Sınıfı beden maçlarında yapılacak komiklikteki savunma hataları ile 2-0 yenik duruma düşmüşüz. O zamanların modası 3-5-2. Bizim orta beşlinin sağında da Recep oynuyor (bir karşılaştırma için not düşelim Almanya’da Reuter, İngiltere’de Anderton, Brezilya’da Cafu kendi orta beşlilerinde Recep’le aynı pozisyonda oynamaktalar).
Maçtan önce Sabancı, İsviçre’ye gol atan ilk oyuncumuza Toyota vereceğini açıkladığından mı artık, yoksa Recep’in maçtan sonra dediği gibi “Bizim forvetlere kızdım, kaleye vurdum” dediğinden mi bilemiyoruz. Ama tek hatırladığım Recep orta sahanın çok az ilerisinden o efsane vuruşunu yapmadan önce eliyle diğer oyunculara “İçeri girin” işareti yapmış olması. Belki de sahiden de içinden “Bakın şimdi takozlar, gol nasıl atılır, görün öğrenin” demişti. Bu kez sağ ayağı ile klasik falsosuz, hatta bu sefer futbol biliminde yeri olmayan yarı ters falsolu bir vuruşu yaptığında, radyodaki yorumculardan birisi “Ama böyle emanet mandaya vurur gibi vurulmaz ki” demişti. Ama o anda o vuruş nedense bana Commodore 64’ün efsanevi oyunu Emyln Hughes Soccer’daki joystick’i hafif geriye ve yana çekerek yapılan, kalecinin kurtarması imkansız olan vuruşları hatırlatmıştı. Sonuç da tıpkı Emyln Hughes Soccer’daki gibiydi, top filelerde milyonlarca Türk ayaktaydı. Topu her kaleye vurmaya çalıştığında “Atma Recep, din kardeşiyiz” diye onla alay edenler bile küçük dillerini yutmak üzereydiler. O gün 2-1 yenilecektik, çünkü Recep ikinci kez öyle bir vuruş yapmayacaktı!
O gol, Eurosport tarafından o hafta elemelerinin golü seçilecekti. Tabii ki Recep’i pek de yakından tanımıyorlardı. Ama onu en yakından tanıyanlar da adı kadar eminlerdi o golü sadece Recep Çetin atabilirdi, bir başkası değil. Yıllar sonra geçtiğimiz sezon Liverpool’lu Alonso benzer bir gol attı, ama o gol bile Recep’in bu efsanevi golünü jeneriklerden silemedi. Tamam kabul ediyorum, boş kaleye bile olsa, Recep’in ayağına o noktada topu verseniz bir gol daha olması biz Türklerin uzaya insan göndermesi kadar zor bir şey! Ama belki de o uzay mekiklerine Recep Çetin vursaydı, bugün Amerika’yla Rusya ile aşık atıyorduk uzay konusunda!
O yılların vazgeçilmez esprisiydi İnönü’nün: “Aman arabayı stattan uzağa bıraktın değil mi? Recep orta falan yapar, araba tuzla buz olur!” Sahiden de her maç o efsanevi sıfır falso ortalardan mutlaka birisi stadın dışına gider, her Beşiktaş maçında mutlaka top değiştirilirdi. Ama mutlaka o ortalardan bir diğeri de kaleyi bulur, ya kaleci son anda kornere çelerdi, ya da top çataldan dönerdi. Böyle böyle Türk futbol literatürüne yeni bir vuruş çeşidi, yeni bir kavram kazandırdı Recep Çetin: “Orta şut karışımı vuruş”
Recep Çetin’in eşi benzeri asla olmayacak olan olağanüstü markaj, kademe, orta şut karımı vuruşlarının yanı sıra bir başka özelliği de Türk futbol literatürüne geçmiştir. Adeta kendisine “takoz” diyenlere gününü göstermek, aslında savunmada oynamak zorunda olduğu için vuruş tekniklerini fazla gösteremediğini ispatlamak istermiş gibi her maçta bir röveşatası vardı Recep Çetin’in. Normalde kafa ile uzaklaştırabileceği bir uzun topu aniden röveşata ile kapalının hemen önünden taça yollar, her maç sanki önceden söz vermiş gibi tekrarladığı bu hareketi ile tüm tribünler tarafından ayakta alkışlanırdı. Skora en ufak katkısı yokmuş gibi gözüken bu hareketler aslında hem tribünleri hem de takımı ateşler, en kötüsü aşırı baskı altında oynanan bir maçta hem oynayanların hem de seyredenlerin rahatlamasını, oyundan zevk almasını sağlardı.

Yine böyle bir gün, 19 Eylül 1990 akşamı, Recep unutulması imkansız bir vuruşla yine olağanüstü bir gole imza atacaktı. Beşiktaş, Malmö deplasmanında o yılların en iyi takımlarından olan İsveç temsilcisine kök söktürüp maçı 2-2’ye taşımışken, son 10 dakikada adeta kendi sahasına hapsolmuştu. O yılların Recep-Kadir-Ulvi-Gökhan dörtlüsü Türkiye’nin en iyi savunması olsa da her klasik Türk savunması gibi yan toplarda Avrupa’nın diğer takımlarına göre olağanüstü bir zaaf yaşıyordu. Bunu bilen Malmö sürekli kanatlardan yükleniyordu. Ancak savunmanın sağında Recep olduğu için onlar sol açık yerine sağ açıktan kanat organizasyonları yapmayı tercih ediyorlardı. Son 3-4 topta Recep birkaç kez topu kafa ile uzaklaştırmıştı. Bu maçta henüz o meşhur röveşatalarından birini atmamıştı. Malmö’nün 1.90’lık ikiz kuleleri karşısında hava toplarında Recep bile zorlanmaya başlamıştı ve artık röveşata zamanıydı! Sağdan gelen ortaya Recep öyle bir yükseldi ki ve topa öyle bir röveşata-vole karışımı vuruş yaptı ki o top Beşiktaş kalesine değil de Malmö kalesine girmiş olsaydı Maradona’dan sonra asrın golü olurdu!

O topa kaleci Engin Yörükoğlu olağanüstü bir planjon yapmıştı ama yetmemişti. Maçtan sonra dönüş uçağında Recep’in Engin’e söyledikleri ise en az o gol kadar unutulmazdı: “Yahu Engin alem adamsın! Bir de topu çıkaracakmışsın gibi doksana atlıyorsun, sen benim şutumu çıkarabilir misin Allah aşkına?”

Çıkaramazdı! O topu Engin değil, Schmeichel hatta Ümit Aktanca söylersek “Bütün Maykıllar gelse” çıkaramazdı. Belki Recep o golü kendi kalesine atmasaydı, Beşiktaş rövanşta 2-0 öne geçip 2-2 berabere kalarak elenmezdi. Ama olsun, hiç kimse o zaman Recep’e kızmadı, şimdi de kızmıyor. Hatta gülümseyerek, neşe ile hatırlıyoruz. Eğer hata ise hataydı, ama asla bu yüzden Recep Çetin’e kızamazdı. Sadece o maçta o ana kadar savunmada gösterdiği insanüstü performans ile Beşiktaş’ı maça ortak etmiş, Teknik kapasitesi o sahadaki tüm İsveçliler’den yüksek olsa da rakiplerinin yarı hızında olan libero Gökhan Keskin’in zorlandığı anlarda yaptığı kademe hamleleri ile dört yıldızlık oynamıştı. O zamanlar kendi kalesine attığı gol yüzünden gazeteler bir yıldızını silseler de şimdi o maç için ona beşinci bir yıldızı vermek gerek. Dünyada kendi kalesine gol atıp, taraftarları tarafından hedef tahtası olmayan başka hangi oyuncu vardır ki?

Tabii ki bir tane daha yok, olmayacak da! Bizler normal hayatımızda, futbolcu olmamamıza rağmen dizimizin ön çapraz bağı sakatlandığında aylarca yataktan kalkmaz en az 6 ay değneklerle dolaşırken, o tam 6 sezon kopuk çapraz bağ ile oynamış, bir gün bile halinden şikayet etmemiş, tek antrenmanı kaçırmamıştı. Televole saçmalıklarında, “Futbolcular Hükümeti” yapmışlar, ona da akılları sıra çok esprili bir şekilde “Orman Bakanlığı”nı layık görmüşlerdi. Bir de bize sorsanıza, Recep Çetin ne bakanı olur, ne olmaz! Bizim için Recep Çetin demek emek demektir… O Beşiktaş formasına öyle bir ter döktü ki kimse o 2 numaranın sırtından emeğin ölümsüz sıcaklığını çıkartamaz asla!

Onu en son Beşiktaş PAF Takımı’na olağanüstü başarılar yaşatıp anlamsız bir şekilde görevden alındıktan sonra gördüm. BJK TV’ye çıkmıştı, kimseye kırgın değildi, arka fonda o efsanevi 11’in resmi vardır, şimdi Türkiye Ligi’nde herkesin içselleştirdiği değer(sizlik) yargılarıyla bakılınca o resim, Salvador Dali tablolarından bile daha gerçeküstücüydü. O tablonun hemen altında, Recep Çetin konuşuyordu, “emekli takoz”un söyledikleri insan kılığına girmiş milyonlarca takozun televizyonlarda gevelediklerinin yanında Orhan Veli şiiri gibi kalıyordu: “Bir şekilde futboldan koptum ama iyi oldu aslında. Artık çocuklarım için yaşıyorum. İyi eğitim almaları, örnek insanlar olmaları için çabalıyorum. Futbolculuk ve teknik adamlık dönemlerimde bu işleri boşlamışız, onu fark ettim. Bambaşka bir dünya var kitap sayfalarında saklı. Zamanında okumam gereken ama okuyamadığım kitapları okuyorum. Şiiri çok seviyorum, en çok da Nazım Hikmet’i okumaktan eşsiz bir mutluluk duyuyorum.” Sonra bir Nazım Hikmet şiiri okuyor, hem de ezberden; benim gözlerim doluyor… Sen onları boşver Recep, sen hepsinden güzel adamsın, bütün insanlar senin gibi bir “takoz” olsalar keşke…

7 yorum:

Kerem Akbaş dedi ki...

Muhteşem bir yazı. Unutulmaya yüz tutanları unutturmadığınız için teşekkürler.. Bir Robbie Fowler yazısı bekliyoruz sizden..

stalker dedi ki...

recep bambaşkadır hakkaten.. o efsane kadro baştan aşağı böyledir zaten..

yalnız kaleci engin ipekoğlu ile moğolların davulcusu engin yörükoğlu karışmış :)

Özlemden dedi ki...

abicim bağımlılık yapmaya başladın ama yaaaaa...robbie fowler yazıldı zaten de...eğer ısmarlama yapabiliyorsak ben senin elinden çıkma bir roberto baggio yazısı okumak isterdim...yine eline sağlık.

Engin Vast Akbaba dedi ki...

Son BJK - FB maçında tribünde gördüm Recep Çetin'i. Yanında oğlu da vardı... Kolu alçılıydı. Yüz hatları da benziyordu. Arkadaşımın dediğine göre futbolla da ilgiliymiş. Ee babasının oğlu geliyor desek yeridir. =)

Akabinde yazı muhteşem, süpersin abi! =)

UzunPaslar dedi ki...

recep gibisi herhalde bir daha kolay kolay gelmez. o malmö'ye attığı gol, bugünlerde bile yabancı "futbol komedi" programlarında gösteriliyor. ama dediğin gibi o gol, kendi kalesine değil de rakip kaleye girseydi recep belki de dünya çapında bir yıldız olacaktı.

onun uzaktan çektiği şutlar, bana bu demlerde sabri'yi hatırlatıyor. bordeaux ile isviçre'yi karşılaştırabilir miyiz, elbette ki bilemem!

Temur dedi ki...

Malmö'de yaptığı sanat eserini bir kenara koyarsak şu gün oynasa aranan sağ bek olurdu vesselam.

Şairler Parkı dedi ki...

O dönem adamlarının hepsi güzel.Her birinin hikayesi bambaşka. Kimler vardı, kimlere kaldık.

Ege