16 Ocak 2012 Pazartesi

Matthäus: Eski Alman Futbol Makinesi


Löw-Klinsmann öncesi Alman futbolu, aslında tıpkı Warhol ve Mondrian gibi öncü ressamların en tartışmalı yapıtları gibi. İlk bakışta son derece soğuk, sade, sanatta yeri olmayacak kadar geometrik ve matematik kalıplara indirgenebilecek özellikler arz eden Löw-Klinsmann öncesi Alman futbolu sadece bizim için değil tüm bir futbol gezegeni için de başlı başına bir tartışma konusu.
Dünyanın en çok tesadüflere dayalı ve Einstein’ın görecelilik teorisinin en basit pratiği olan futbol oyununda, her zaman birden çok gerçek oldu. Daha post-modernizm moda olmamışken, futbol çoktan post-modern bir oyundu. “Futbol 22 kişinin oynadığı ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur” diyen Gary Lineker de “Almanlar o kadar sıkıcı oynuyorlar ki rakipleri 55. dakikadan sonra maça tüm ilgilerini yitiriyor ve böylece hep Almanlar kazanıyor” diyen Nick Hornby de Alman futbolu bağlamında futbolun doğasındaki birden fazla gerçeğin varlığını vurguluyorlar.

Lineker ve Hornby gibi eski Almanya’nın maçını izleyince tıpkı bir modern resim sergisinde Mondrian ya da Maleviç tabloları karşısında fazla entelektüel olmayan birinin hissettiğini hissediyoruz: “Bu ne ki? Bunu ben de yaparım!” Ama nasıl o tablolar dünya sanat tarihinin gelmiş geçmiş en önemli tabloları arasındaysa, 20. yüzyılın son çeyreğinin Almanya’sının her maçında bir Mondrian çizgisi kadar sıradan renklere bürünüp futbol tarihine 20 yıl boyunca damgasını vuran Lothar Matthäus da yeşil sahaların içinden taşan post-modern bir futbol sanatı eseri.


1980-2000 yılları arasında dünya futbolunun zirvesinde oynanan maçlarda Matthäus’un tüm çizgileri var. Tek başına bakıldığında son derece basit ve herkes tarafından çizilebilirmiş havasını uyandıran Matthäus’un futbol tablosu, 11 kişinin bir araya geldiği eserin bütünlüğünde pi sayısı misali bir etki yaratıyor. 1980-2000 yılları arasında, savunmada, hücumda ya da orta sahada mekânla bağlantılı geometrik zekâyı sergileme sanatı olan futbolun en büyük ustaları arasında, yeteneği en minimum seviyede olup oyuna etkisini olabilecek en maksimum seviyeye taşıyan Lothar Matthäus’tur. Matthäus’u anlamak Alman futbolunu, modern Avrupa futbolunun ethos’unu anlamaktır.



Matthäus, 1961 yılında Alman futbolunun kalbi olan Bavyera’nın Erlangen şehrinde doğdu. 1979’da Borussia Monchengladbach formasını giymeye başladığında, 2. Dünya Savaşı’nın tarifsiz yıkımı sonrasında insanüstü bir çabayla yeniden doğarak hayatın her alanında Avrupa’nın en ileri ülkesi konumuna gelen Batı Almanya için futbol ateşli silahlar olmaksızın yapılan bir savaştı. Bu yüzden Batı Alman Milli Takımı “panzerler” olarak anılır ve asla hiçbir Alman futbolcu yenildiğinde ağlamak, çökmek, üzülmek gibi “insani” bir tepki göstermezdi. Modern Federal Almanya nasıl mümkün olduğu kadar göreceli insani duygularından arınmış bir makine-ülke ise, onun ürünü olan Alman futbolcusu da bir makine-futbolcuydu. Alman takımları sadece nasıl olursa olsun kazanmaya programlanmış, rahmetli Yugoslavya ve Hollanda gibi futbol sanatının en güzel örneklerini verirken skor tabelasında ilelebet kaybetmeye mahkûm olan romantik futbolun tüm duygusal “zaafları”ndan arındırılmıştı.



1979-80 sezonu sonunda UEFA Kupası yarı finallerinde hepsi Alman takımı olan 4 ekip mücadele ederken oyuncular için asıl mücadele 1980 Avrupa Şampiyonası Finalleri’nde milli takım kadrosuna girebilmek içindir. Monchengladbach, Stuttgart’ı eleyip finale kaldığında tüm gözler 19 yaşındaki orta saha oyuncusu Matthäus’tadır. O zamanlar, iki maç üzerinden oynanan UEFA Finali’nin ilk karşılaşmasında 2-1 geride olan Monchengladbach, Matthäus’un 77. dakikada attığı harika golle umutlanır ve ilk maçı 3-2 galip bitirir. Rövanş maçında rakibin “önstoperi” Werner Lorant’ın inatçı katı savunması karşısında sahadan silinen genç yetenek, 86. dakikada oyundan alındığında hüngür hüngür ağlıyordur.



5 dakika önce bir anlık hatasından Monchengladbach’ın yediği gol, maçın 1-0’lık skorla bitmesine sebep olup Frankfurt şampiyon olduğunda, iki hafta önce ilk maçta sergilediği mükemmel performansı salt neticeye odaklı Alman futbol zihinlerinde sadece küçük bir ayrıntı olarak kalır.

Matthäus, Derwall tarafından önce uyarılır: “Alman futbolcu asla yenilgiyi kabul etmez ve ağlamaz! Bir orta saha oyuncusu önce savunmasını ve hata yapmamayı sonra golü düşünür!” Sonra da Euro 80 kadrosuna dâhil edilir. Almanya turnuva sonunda şampiyon olduğunda mutsuz olan tek Alman Lothar Matthäus’tur. 3-0 önde oldukları Hollanda maçında orta sahada maçı rölantiye alması ve skoru koruması için Derwall tarafından oyuna sürülmüş ama ilk hareketinde penaltı yaptırıp takımının paniklemesine ve maçın zora girmesine sebep olmuştur. Almanya, ezeli düşmanı karşısında maçı zar zor 3-2 kazanırken, basın 19 yaşındaki Matthäus’u yerin dibine sokar.


Takımı Monchengladbach ise 1970’lerdeki altın çağından sonra büyük bir krizin eşiğine girmiş ve yıldızlarını satmak zorunda kalmıştı. Bu süreçte henüz 20’li yaşlarında olmasına rağmen bütün yük Matthäus’un sırtına binmiş ve 1984 yılında takımın en büyük yıldızı olarak çok büyük bir meblağ karşılığı Bayern Münih’e gidene kadar takımının her şeyi olmuştu. Bu süreçte gösterdiği performansla 1980 yılındaki kötü hatıralara rağmen 1982 Dünya Kupası kadrosunda kendisine yer buldu ve Almanya’nın şaibeli bir şekilde finale kalmayı başardığı turnuvada iki kez forma giydi.


1984-88 yılları arasında Bayern Münih formasıyla gösterdiği performansla kusursuz bir “Alman futbol makinesi”ne dönüşen Matthäus, 1986 Dünya Kupası’nda artık Batı Almanya Milli Takımı’nın değişilmez oyuncusu olacaktı. Kendisinden önceki teknik adamlara göre daha yaratıcı oyunculara yer veren Beckenbauer, Matthäus’u orta sahanın sağından ortasına oyun kurucu mevkisine çekti. İkinci turda Almanya, Fas karşısında ecel terleri dökerken Matthäus turnuvanın en iyi kalecisi olan Zaki’yi uzatmalarda 30 metreden avlayınca Almanya’da kahraman ilan edildi.
Almanya önce penaltı atışlarıyla ev sahibi Meksika’yı sonra da yarı finalde Fransa’yı 2-0’la elediğinde Matthäus efsanesi katmerlenerek yaklaşık 15 sene dünya futbol mitolojisinin en ünlü figürlerinden birine dönüşecekti. Yarı Finalde Fransa’nın Giresse’li, Platini’li, Tigana’lı muhteşem orta sahası, Matthäus duvarına çarpmış, her tarafından estetik ve zarafet akan elmasvari kramponlar, kusursuz futbol makinesi karşısında son derece sıradanlaşmışlardı.

Ama finalde, Schumacher’in de her zaman söylediği gibi Beckenbauer’in en büyük hatası, final maçına kadar oyunun her iki yönünü de aynı mükemmellikle oynayan, en büyük silahı Matthäus’u, Maradona’yı marke etmekle görevlendirmek oldu. Tigana’ların ahı tutan Matthäus maçın büyük bir bölümünde Maradona’yı etkisizleştirmesine rağmen, kusursuz futbol makinesi, kusurlu futbol ilahının yanında o kadar sıradanlaşmıştı ki! O sıradanlaşma hissi, Matthäus’un kariyeri boyunca başına musallat olacak bir makinenin en sivri de olsa sadece bir parçası olma gerçeğinin en acı yüzüydü. Matthäus, oynadığı bir finalden daha boynu bükük bir şekilde ayrılırken, parçası olduğu makinenin dişlerini biraz daha sivrileştirecekti.

1987 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde, Porto karşısında tüm dünyanın mutlak favorisi olan Matthäus’lu Bayern maçın 79. dakikasında 1-0 öndeydi ve her zamanki aşırı disiplinli Alman savunması karşısında Porto o ana kadar etkisiz kalmıştı. Son 10 finaldir hiçbir takımın 1 golden fazla atmamış olması da buna eklenince, Bayern şampiyonluğa çok yaklaşmıştı. Ama 79. dakikada Cezayirli Madjer’in Picasso’nun Pembe Dönemi’ni andıran topuğu maçı beraberliğe taşımış, o ana kadar hiçbir şekilde gol yememeye programlanmış olan Alman savunma makinesi bozulmuştu. Hemen bir dakika sonra Porto galibiyet golünü bulduğunda Matthäus 12 yıl sonra yine Bayern formasıyla finalin son dakikalarında Manchester United şokunu yaşamadan önce hayatındaki en büyük şoku yaşayacaktı. Bir kez daha finalde son anda yenilmiş, bu kez ağlamamak için kendisini zor tutmuştu.

Bayern Münih formasıyla 3 sezon üst üste kazandığı Almanya şampiyonlukları, Matthäus’un finallerde çektiği acıların yanında sadece bir teselliydi. Matthäus, küçük yaşlardan beri tüm antrenörleri tarafından hep kusursuz ve yenilmez bir makine olmaya şartlanan bir kuşağın en büyük yıldızıydı. Artık 27 yaşına gelmişti ve Alman basını tarafından her maçta insanüstü bir gayretle mücadele etmesine rağmen finallerdeki hayalkırıklıklarının faturasının kendisine çıkarılmasından bıkmıştı. Yarı Final’de Hollanda maçında attığı gole rağmen Almanya’nın elenmesine engel olamadığı Euro 88’den sonra Brehme ile beraber Inter’e imza attığında, hem geçmişinden kaçıyor, hem de bambaşka bir futbol rüzgârına yelken açıyordu.

İtalya’da futbol Almanya’daki kadar defansif oynansa da oyuncular kaybettiklerinde ağlıyor, bağırıyorlar; kazandıklarında taklalar atıyorlardı. 1989’da Matthäus’lu Inter, İtalya’da şampiyon olduğunda, Matthäus da kusursuz mekanik futboluna insani dokunuşları da eklemiş ve Avrupa’nın en iyi futbolcusu olmuştu. Inter teknik direktörü Trapattoni, Matthäus’un defansif eksiklerini tamamlarken, futbolu sadece kazanmak için değil kazanırken zevk alarak oynaması gerektiğini ona söyleyen ilk kişi olmuş, aralarında uzun yıllar sürecek bir baba-oğul ilişkisinin temellerini atmıştı. Bir sonraki yaz, Dünya Kupası İtalya’da oynanacak ve Almanya maçlarının büyük çoğunluğunu Inter’in de stadı olan San Siro’da oynayacaktı.

1990 Dünya Kupası’nda herkes eski İtalya’yı taklit ederek aşırı defansif oynamaya çalışırken, Beckenbauer yönetimindeki Almanya bir önceki turnuvaya göre tanınmayacak kadar hücum ağırlıklı “anti-Almanya” bir futbol sergiliyordu. Gelmiş geçmiş en sıkıcı Dünya Kupası’nda Yugoslavya ile beraber hücum oynayan tek Avrupa takımı olan Almanya, bu kez bileğinin hakkıyla finale çıkacaktı. Matthäus, orta sahada serbest oynayarak kupanın Schilacci ile beraber en iyi golcüleri olarak hatırlanan Milla ve Lineker gibi 4 gole imza atmış, turnuvanın en göze hoş gelen oyuncularından birisi olmuştu. Finalde ise Beckenbauer 4 yıl önce yaptığı hatayı tekrarlamadı, Maradona’yı kendi haline bırakırken Matthäus’u da “Almanya’nın Maradona”sı olarak görevlendirdi. Arjantin’in hiçbir varlık gösteremediği final, her ne kadar gelmiş geçmiş en sıkıcı final maçlarından birisi olsa da nihayet Matthäus bir finalde muzaffer oldu, hem de takım kaptanı olarak Dünya Kupası’nı Almanya’ya getirdi.


Artık “final şeytanı”nın bacağını kırmıştı. Matthäus, 1980’lerin aşırı motivasyon ve mekanik şartlanmalarla final anında gereken insani dokunuşlardan yoksun bırakılan Alman futbol makinesi ile Beckenbauer’in 70’lerde kendi oynadığı zamandan ilham alarak temellerini attığı 90’lı yılların estetik Alman futbolcusu arasındaki köprü olmuştu. 1991 UEFA Kupası’nı kazanan Inter’in başarısında bu köprü hayati bir önem taşıyordu. İkinci tur ilk maçında Aston Villa’ya 2-0 yenilen Inter, Matthäus’un olağanüstü performansı ile rövanşı 3-0 kazanacak ve finale giden yolu açacaktı. Finalde bir başka İtalyan takımı olan Roma karşısında gelen şampiyonluk yine Matthäus’un eseriydi. Oynadığı futbol ile 1991’de FIFA tarafından yılın futbolcusu ödülünü alan da nihayet Matthäus oldu. Ödülü aldıktan sonra söyledikleri ileride kafaüstü yere çakılacak Alman futbolunun karakutusu niteliğindeydi: “Benim kadar iyi birçok Alman futbolcu var ama benim onlardan farkım hepsinden daha fazla konsantre olmam.”

1992’de beklendiği gibi Bayern Münih’e döndü. Kısa boyu ve sıradan yüz hatlarına rağmen futboldaki ihtişamı ile “Almanya’nın en seksi erkeği” seçilirken, Almanya’nın 2. Dünya Savaşı sonrasında doğusu ve batısıyla birleşik bir ülke olarak yer aldığı ilk turnuva olan Euro 92’ye sakatlığı yüzünden katılamadı. Turnuvanın finalinde maçın mutlak favorisi olan Almanya, gelmiş geçmiş en büyük sürprizi yapan Danimarka’ya 2-0 yenilirken, Matthäus’u çok aradı.


1994 Dünya Kupası’nda kaptan Matthäus geri döndü ama bu kez 33 yaşına gelmiş ve orta sahadan liberoya çekilmişti. Çeyrek Final’de Bulgaristan karşısında 2-1 yenilen Almanya’nın tek golüne imza atarken 21. kez Dünya Kupası maçında oynayarak tarihi bir rekora da imza atacaktı. Rekora uzun bir süre kimse yaklaşamazken rekoru daha da fazla kıracak olan yine Matthäus’un kendisiydi. 1994’te Almanya’nın çeyrek finalde şok bir şekilde elenmesinden sonra Alman futbolunda büyük bir iç savaş başlayacak ve uzun zamandır Klinsmann’la arası fena halde açık olan Matthäus bir kez daha günah keçiliğine terfi edecekti.


Euro 96’da Almanya tarihinin son büyük turnuva şampiyonluğunu yaşarken, Matthäus, Klinsmann-Vogts cephesiyle girdiği savaştan yenik ayrıldı ve turnuvayı televizyondan izledi. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra Doğu Alman libero Matthias Sammer’in yıldızının parlaması ve ikinci plana itilmesi o zamana kadar hep ön planda olan Matthäus’un saha dışındaki dengelerini de bozdu. Artık, Almanya’nın en popüler bilgisayar oyunu “Lothar Matthäus Futbol” eski disketlerde kalmış “Jurgen Klinsmann Soccer” isimli VCD oyunları icat olmuştu. Bu alışılmadık ikinci plana itilme ve 35 yaş bunalımı, bir zamanların en kusursuz futbol makinesinin mekaniğini fena halde bozacak, saha içinde ve dışında bambaşka bir Lothar Matthäus’a şahit olacaktık. İtalya’daki peşini bırakmayan metres skandalları tabloidlerin en büyük magazin malzemesine dönüşürken, Matthäus konuştuğu her kadınla ilişkiye girmekle itham edilecekti.

1996’da Trapattoni bir kez daha Matthäus’un imdadına yetişti. Saha içinde yaşayan bir efsane olmasına rağmen, saha dışında “ırkçılık” ve “kart zampara”lıkla suçlanan oyuncusunun yeniden sadece futbola konsantre olmasını sağladı. Matthäus’un en büyük kozu kendisinin de dile getirdiği gibi konsantrasyonuydu ve Trapattoni sayesinde 39 yaşına kadar üst düzey futbol oynamaya devam etti.

1997’de Trapattoni ile beraber Bayern’in şampiyonluğunda hayati bir rol oynadıktan sonra 1998 Dünya Kupası’nda Sammer sakatlanınca, sürpriz bir şekilde bir kez daha Alman Milli Takımı’na çağrıldığında 37 yaşındaydı. Yugoslavya karşısında Almanya ecel terleri dökerken sahaya sürüldüğünde maçın dönmesini ve 2-2 bitmesini sağladı. Almanya, çeyrek finalde Hırvatistan karşısında 3-0’lık hezimete uğrayıp elendiğinde ise medya bir kez daha kellesini istedi. Matthäus, “çok yaşlı” olmakla suçlanırken, ilk 11’den Matthäus çıkartıldığında takımın yaş ortalaması yine 30’un üstündeydi.

1999’daki efsanevi Şampiyonlar Ligi Finali’nde 38’lik Matthäus yine Avrupa futbolunun en önemli maçında başroldeydi. Maçın sonlarına doğru oyundan alındığında Bayern, Manchester United karşısında 1-0 öndeydi ve Kırmızı Şeytanlar tek bir pozisyon bile bulamamıştı. Maça eklenen sürede Manchester United’ın bulduğu mucizevi iki golde ise İngilizlerin iflah olmaz ihtiyar kurdu Sheringham’ın imzası vardı. Matthäus ise Bayern kaptanı olarak ikincilik madalyası boynuna takıldığı an kameraların gözüne soka soka hemen madalyayı çıkardı ve koşa koşa soyunma odasının yolunu tuttu.

Bayern ile bir kez olsun Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olmak için 39 yaşında futbola devam kararı aldığında bir yandan da futbolu bırakır bırakmaz teknik direktörlüğe başlamak istediğini açıkladı. 2000 sezonunda Amerika’nın Metrostars takımında son bir sezon daha oynadı. Bayern Münih, 8 yıl boyunca takımı sırtında taşıyan Matthäus’un Bayern Münih'i bıraktığı sezonun ertesinde 2001’de Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olarak şeytanın bacağını kırması “futbolcu Fatih Terim-Galatasaray” benzeri bir ilişkide kaderin acımasız bir cilvesiydi. Benzer bir şekilde Almanya Euro 2000’de uzun yıllardır ilk kez ilk turda elenirken Matthäus üç maçta da forma giydi ve toplamda 150 kez forma giyerek Almanya futbolunun yere çakıldığı sene en çok milli formayı giyen Alman olarak futbolu bıraktı.

İlk olarak Almanya 2. Ligi dengi olarak görülen Avusturya’nın Rapid Wien takımında teknik direktörlüğe başladı. Bir nevi stajını yaptıktan sonra herkes Almanya’da bir takımın başına geçmesini beklerken Matthäus, Partizan’ın başına geçerek herkesi şaşırttı. Ligde şampiyon olan Partizan, Newcastle’ı eleyerek Şampiyonlar Ligi’nde gruplara kaldığında ise herkes şok olmuştu. Real Madrid, Porto ve Marsilya ile eşleştiği grupta son anda ikinci tura çıkma şansını kaybetmesine rağmen Partizan’ın sergilediği futbol, Matthäus’un adının Almanya Milli Takımı’yla geçmesini sağladı. Ama o yine herkesi şaşırtarak Macaristan Milli Takımı’nın başına geçti. Hatta Macaristan, uzun yıllar sonra Matthäus yönetiminde Almanya’yı yendiğinde herkes aynı fikirdeydi: “Alman futbolu bitti!”

Ama Almanya, her iki Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi futbolda da bir kez daha küllerinden doğarken, Matthäus futbolculuk kariyeriyle ters orantılı bir teknik adamlık macerasında istikrarlı bir şekilde muammaların adamı olmaya devam etti. Macaristan devleti, kendisine “Fahri Macar vatandaşlığı” vermeye hazırlanırken önce ortadan kayboldu daha sonra da soluğu Brezilya’nın Paranaense takımında aldı. İlk 7 maçın 5’ini kazandırıp namağlup devam ederken ailevi nedenleri öne sürerek Brezilyayı terk etti. Paranaense yöneticileri ondan ümidi kesip geri dönmesini beklerken birden Avusturya’nın Salzburg takımının teknik direktörü olarak ortaya çıktı.

Salzburg’u ilk sezonunda açık ara şampiyonluğa taşırken, takımın futbol direktörü Trapattoni bir kez daha Matthäus’un kariyerini kurtarmıştı ama sezon sonunda saha içinde son derece başarılı olmasına rağmen saha dışındaki bir takım olaylar yüzünden kovulmasını isteyen de İtalyan hoca oldu. Şimdilik futbolculuğu ile teknik adamlığı arasındaki fark Souness’ınkine benziyormuş gibi olsa da ileride ne olacağını bilemiyoruz. Tıpkı Matthäus’un gerçekten de ırkçı ya da aşırı seks düşkünü olup olmadığını bilemediğimiz gibi… Ama nasıl Dostoyevski’nin aşırı milliyetçi histeri krizleri ve kız çocuklarına olan düşkünlüğü onun roman sanatının en büyük ismi olmasına engel olamıyorsa, saha dışındaki Matthäus da saha içindeki kusursuz futbol sanatçısının yanında sadece küçük bir soru işareti olarak kalıyor. Lothar Matthäus, uzun süre anti-futbolla itham edilen bir ülkede, futbolun en güzel tablolarından birisi olarak her zaman tebessümle hatırlanacaktır.

18 yorum:

nusr@emre dedi ki...

ne de olsa bir lothar kolay yetişmiyor hocam :)

Adsız dedi ki...

yıldız futbolcuların yaşamı da hiç kolay değil tıpkı sinema starları gibi.star olmak ve onu özümsemek başka bir olay.şöhret olmak bazab kolay gözükse de onu koruyabilmek daha da önemli.kişisel egolar yalnız starın değil çevresindelilerinde etkiliyor star yaşamını.hele bu yaşam her 90 dakika varını yoğunu ortaya koyma eforu da gerektiriyorsa.

oğuzhan dedi ki...

dostoyevskinin kız çocuklarına olan düşkünlüğü bilgisini nerden aldınız?

Ali Ece dedi ki...

Oğuzhan Bey,
Ben de duyunca çok şaşırmıştım kabul etmek istememiştim. Ancak dünyanın en önemli Dostoyevski araştırmacılarından birisi benim çalıştığım dönemde Yapı Kredi Yayınları'na gelmişti kaynak olarak da Sartre ve diğer önemli araştırmacıların kitaplarını göstermişti. Tabii bu düşkünlük cinsel anlamda mı yoksa sadece duygusal bir düşkünlük mü orası muamma. Ama büyük ustaya daha çok duygusal aşırılıkları yakıştırıyoruz tabii ki hep birlikte, sadece de duygusal boyutta kalmış olduğunu diliyoruz

oğuzhan dedi ki...

ben de kendi çapımda dostoyevski üstadı araştırmış birisi olarak, ilk kez sizden duydum bu bilgiyi, çok şaşırdım ve sizin gibi inanmak istemedim. kızını doğduktan çok kısa bir süre sonra kaybeden ve derin bir bunalıma giren bir insandan bahsediyoruz.küçük kız çocuklarına olan düşkünlüğünü duygusal anlamda değerlendirmek istiyorum ben de sizin gibi.
Gerçi "insancıklar" da Makar Alekseyevich in kendinden çok daha küçük olan Varvara' ya olan aşkı da söz konusu ama o da sanırım duygusal bir düşkünlüktü cinsellikten ziyade. ama yine de şüpheyi düşürüdünüz aklıma keşke hiç okumasaydım yazınızı :((

Ali Ece dedi ki...

Oğuzhan Bey,
Netoçka Nevzanova'da da benzer bir "his" var sanki. Ancak sizin dediğiniz gibi küçük yaşta kızını kaybetmesinin duygusal dışavurumu hepsi sanki... "Sanki" derken "inşallah" diyorum içimden her seferinde. Belki de kimseye boyun eğmediği, isyankar ve cesur bir adam olduğu için çirkin düzen bekçileri tarafından üzerine atılan pis bir iftira... Gelen Dostoyevski uzmanı Fransız'dı ve bilirsiniz Fransızların edebiyattaki en büyük hastalıklarından birisi Camus, Sartre gibi yerli ustalarına bile o magazinel körlükle bakmalarıydı...

Adsız dedi ki...

onun gibi sanatçı ruhun derinliklerinde neler gezindiğini kim bilebilr...tüm rus edebiyatızaman zaman duyguların coştuğu bir oyun alanı değil midir?

İn The Tabela dedi ki...

abi doğum günün kutlu olsun ne olursa olsun futbol konuşmayı bırakma daima seni izlemeye devam edeceğiz :)

Adsız dedi ki...

doğum gününüz kutlu olsun.feliz compleanos estancia della futboll siempre..futbolla kalın...obtaner todo el curozon...herşey gönlünüzce olsun.

Umut Uluer dedi ki...

Çok başarılı bir anlatım. Her paragrafta umarım daha vardır dedim kendi kendime. Elinize sağlık.

Adsız dedi ki...

Ole Gunnar Solskjær hakkında yazar mısınız?koskocaman bir heyecanla bekliyorum.

Flying Dutchman dedi ki...

Bütün bu yazılanlarla birlikte Lothar Matthaus Almanya'da büyük efsanelerden birisi olarak görülmeyen bir adamdır özellikle de özel hayatı yüzünden. Örneğin Hamburg'u çalıştırmak istediğini beyan etmesine rağmen Thorsten Fink'in göreve getirilmesine fena halde içerlemiştir. Ortalama bir Alman onun sözünü açtığınızda daha çok onunla dalga geçen sözler söyler.Kendisinin "Beckenbauer'dan sona bu ülkeye gelmiş en büyük efsanelerden birisiyim" iddiasının üzerine çok gidilmiştir mesela. Tabii yeni nesil değil yaşı en azından 30'a yaklaşmış 30'un üstündeki adamlar tarafından.

Adsız dedi ki...

Abi barcelonadayim turkiyedeyken her programini takip etmeye calisiyor ve buyuk bir keyif aliyordum ugur melekeyle birlikte turkiyede futbolu bilen ve futbolun tarafinda olan tek yazarlarsiniz. Ama bloga cok yazi yazmiyosun ve bizi uzuyorsun takip edemiyoruz izleyemiyoruz.lutfen kendinden bizi mahrum etme guzel yazilarini bekliyoruz...

Unknown dedi ki...

Ali abi selamlar. Radyo programını bıraktın mı diye sormak istedim. Akşam eve dönüşte senin muhabbetin tüm günün yorgunluğunu atıyordu. 1-2 haftadır radyoyu açıyorum ama yoksun. Senin satinde yerine başka bir kişi konuşuyor,beğenmiyorum. Eski tekila cityci Cüneyt Kaşeler de olmasa radyoyu açmıycam neredeyse. Umarım radyo programını bırakmamışındır abi. Sevgiler-Saygılar

Ali Ece dedi ki...

Sevgili Baggio,
Lig radyoyu bıraktım

Adsız dedi ki...

Abi cantona günlüklerine mi devam ediyorsun onları mı yazıyorsun artık bilmiyorum o konu n'oldu -onu pek takip edemedim- kaç zaman oldu yazı paylaşmıyorsun kitap falan mı var yoksa kitap mı yazıyorsun ? Valla isyan hareketleri başlayacak "futbol delileri" olarak senden acil yazıdır veya herhangi bir materyaldir falan bir şey bekliyoruz ki bu samimiyeti ve bu beklentiyi sen yarattın bizde valla arkadaşlarla eylem koycaz yakında senin evin önünde ya da herhangi bir stad önünde haberin olsun :)

Hüseyin dedi ki...

Yalnız bir hata var 99'daki finalde ManU'nun son golünü Solskjær atmıştı Sheringham değil.

Adsız dedi ki...

lütfen bizi sizden mahrum etmeyin hele ki futbolun siyaha büründüğü bugünlerde evet hepimiz de bir yılgınlık var ama ne olur bari siz ve bizler ayakta duralım.herşey gönlünüzce olsun.