
Bravo Haldun Üstünel'e... Hayatta Beşiktaş için yapmak isteyip de yapamadığım her şeyi Galatasaray için yapıyor. Elano! Elano ne demek biliyor musunuz? Glenn Hoddle, Zico, Socrates ekolü demek; futbol topuna bir elmasa, dünya güzeli bir kızın beline dokunuyormuş gibi dokunan başlı başına bir görsel şölen, futbol bienali demek!
Evet, Elano biraz fazla narindi Premier Lig için, orası kesin ve belli. Şimdiden Hagi tartışmaları başlamıştır ama ben en baştan söyleyeyim Hagi'nin o isyankar mücadeleciliğinin M'si yok Elano'da... Ama Lincoln'den sonra Elano demek her şeyden önce sarı kırmızılılar için Hagi'nin bıraktığı yerden frikiklerin birçoğunun penaltıdan farksız olması demek...
Bundan 1.5 yıl önce Elano Manchester'ın açık mavi yakasında Hagi'nin eşdeğeriydi: Sven Goran'ın paraları alıp kaçmadan önce Man City'nin futboluna uzun zamandır ihtiyacı olduğu şiir dozunu eklemek için getirdiği bir numaralı oyuncuydu. En başlarda sürekli attı, attırdı... 4-4-1-1'in orta saha ile forvet hattı arasındaki serbest 1'iydi Elano. Takım arakadaşlarının top teknikleriyle onunkini karşılaştırınca sanki Elano'nun ayağı mıknatısın artı kutbu top da eksi kutuptu! Uzun zamandır Ginola ve Di Canio'dan beri ilk kez Ada'da zirveden uzak bir takımın yabancı oyuncusuna top bu kadar yakışıyordu. Ne de olsa Santos'tan Robinho ve Diego'nun takım arkadaşıydı!
Shakhtar Donetsk'teki performansıyla Ukrayna Ligi'nden Brezilya Milli Takımı'na seçilen ilk sambacı olurken, zaman alsa da gittiği her yere bir şekilde alışabilecek kapasitede olduğunu, insanın su gibi olabileceğini girdiği şişenin şeklini alsa da hep su olarak kalabileceğini kanıtlayan ender Güney Amerikalı futbolculardan birisi oldu.
Ama sonra malumunuz, dünyanın en zengin adamları Man City'yi aldı. Orta sahanın sağına Aaron Lennon'la beraber Ada'nın en iyi yerlisi olan Shaun Wright Phillips geldi. Elano önlibero oynayamayacak kadar narindi. Orta sahanın ortasındaki diğer yer ise City altyapısından çok uzun yıllardır çıkan en önemli yetenek ki (bence ayrıca Roy Keane dahil, Wenger'in muhteşem altyapısının gizli patronu olan Liam Brady'den beri gelmiş geçmiş en iyi İrlandalı orta saha) Stephen Ireland'a kalmıştı.
Galatasaray'a da uzun yıllardır Ada'da oynayan en izlenilesi futbolculardan birisini kapmak düştü. Song, Kewell gibi evrensel futbol mücevherlerinde olduğu gibi yine "fark"lı bir transfer yapan Galatasaray'ı ayakta alkışlıyorum (Bu satırı grçekten de ayağa kalkıp yazdım!).

Bana ise 10 yabancısı varken ve bir zamanlar Leeds United'ın yaptığı gibi kiralıdığı oyuncuların bile maaşlarını vermeye devam ederken hala Quaresma, Deco diye sayıklayan efsane (!) bir başkana rağmen Beşiktaş'ın ne yapacağını beklemek düşüyor. Beklerken tabii en iyi dostum faşist yasağa inat sigaram ve çocukluk düşlerim (+ The Stone Roses dinlemek). Bir kısmını sizle paylaşıyım dedim:
Son rakamı çift olan yani Dünya Kupası-Avrupa Şampiyonası'nın olduğu muhteşem yazlardan birinde fark etmiştim Rigobert Song'u... Herhalde kayıp babasından sonra en çok ben sevmişimdir onu... Liverpool'a gelip futbol tarihinin en sıkıcı teknik direktörü olarak sigarayı günde iki pakete çıkarmama sebep olan (2004 şampiyonu Yunanistan'ı mükemmel bir takım olarak nitelemişti!) Gerard Houllier zamanında onu o dünya güzeli kırmızı formayla gördüğümde mutluluktan havalara uçmuştum, maçı izlerken sıkıcı cahil spikerin (Murat Kosova ya da Fuat Akdağ anlatmıyordu o gün) sesini bastırmak için Liverpool'dan çıkan son şahane grup The La's'in "There She Goes"unu sonuna kadar açıp mutluluğun sınırlarını kendi çapımda yeniden çizmiştim. Ama bir gün "Futbola Karşı İşlenen İnsanlık Suçları" mahkemesinde yargılansa müebbetle bile yırtması zor olan Houllier, Song'u 3-5-2'de orta sahanın solunda oynatarak günde 2 paket içtiğim sigaralardan bazılarını ters yakmama bile sebep olmuştu.

Sonra bir sabah gazeteler "Song, Galatasaray'da" manşetleri attığında hayatımın albümü The Stone Roses'ı üst üste defalarca dinlemiştim. Bilmiyorum aranızda bir albümü günde 8 kez hiç sıkılmadan hatta her seferinde daha da çok zevk alarak dinleyen bir deli daha varsa tam olarak nasıl hissettiğimi anlayabilir herhalde. Belki Beşiktaş'a gelmemişti ama olsun en azından Türkiye'deydi, daha da ötesi burada herkese nasıl efsanevi bir savunma sanatçısı olduğunu gösterecek, herkes benim kadar mutlu olacaktı...
Ya Kewell? Herhalde dünyada aldığı her darbeyi kendi vücudumda hissettiğim ikinci bir insan yoktur. Bir başka Houllier kurbanı (4-5-1'in sağ kanadına sıkıştırılmış bir Kewell düşünsenize başlı başına müebbetlik bir futbol suçu değil mi Houllier'nin yaptığı?) olarak kariyeri sakatlıklar nedeniyle düşüşe geçtiğinde "Belki bu sefer olur, belki burada ona karşı hissettiğim sonsuz futbol sevgisini hisseder siyah-beyaz olur" demiştim ki yine olmadı. Beşiktaş da o yaz bir solak aldı: Gordon'dan sonra dünyanın en futbol özürlü Hırvat'ı Seriç! Sadece sinan engingillere mahsustu 6 ay içinde iki kötü Hırvat oyuncu alabilmek ki ben o güne kadar 7 Dünya Kupası, 6 Avrupa Şampiyonası görmüş ama Eski Yugoslavya'dan çıkma yeteneksiz tek bir futbolcu bile görmemiştim! O yüzden ben ve benim gibilere o faşist sigara yasağını uygulamak insanlık suçudur, empati özürlü olmaktır. Nasıl zamanında lise tuvaletinde bir şekilde içiyorsak yine içeriz çünkü nasıl yaşayacağımıza karar verenlere karşı nasıl öleceğimize özgürce karar vermek en doğal hakkımız!
Bu yasak bu yaz olmamalıydı! Biraz empati kurmayı deneyin biraz! Bu sadece çalışan sınıfı kalbinden vuran adi aşağılık krizde, üstelik de Owen bedavaya Man Utd'a gitmişken, ben her şekil içerim arkadaş!
