6 Mart 2009 Cuma

YAKIN MARKAJ: Bülent Korkmaz FourFourTwo röportajı



Gerçek ismi Bülent değil mi? Hagi’ye neden çok kırgın?
Futbolculuğunda en çok hangi forvetten çekiniyordu? Onun için en özel şampiyonluk hangisi? Bugünkü aklı olsa Galatasaray’ı bırakıp nereye giderdi? Beraber çalıştığı en iyi teknik adam hangisi? Souness Fenerbahçe Stadı’nın ortasına bayrağı diktiğinde ne hissetti?


Ali Ece

Adınızın Bülent Ecevit’ten esinlenerek koyulduğu ve asıl adınızın Cesur olduğu doğru mu?
Muzaffer Altınsoy – Edirne

Babam rahmetli Bülent Ecevit’i çok severdi. O yıllarda Türkiye’de büyük bir Karaoğlan fırtınası esiyordu. Bu yüzden de benim adımı, daha doğrusu göbek adımı “Bülent” koymuşlar. Asıl adım gerçekten de Cesur, aile içinde bana “Cesur” diye hitap edilir. Daha sonradan oyun tarzım da “cesur” olduğu için bazı insanlar bunun bir lakap olduğunu sanıyorlar ama her ne kadar futbol tarihine Bülent Korkmaz adıyla geçmiş olsam da asıl adım Cesur.

Türkiye’de teknik adamlar çok kolay harcanıyor. Siz de 2007–2008 yılları arasında üç ayrı takım çalıştırdınız. Kayseri Erciyesspor’da sıfırdan başlamanıza çok başarılıydınız ama hiç krediniz yokmuş gibi eleştirildiniz. Bu durum neden böyle?
Burak Mısırlıoğlu - Kayseri


Burada bazı kulüp yöneticileri kadar bazı teknik direktörlerde de hata var. Kulüp yöneticilerinin başarı kıstasları belirli değil. Bana teklif geldiğinde ben öncelikle küme düşmeye mi, orta sıraya mı yoksa üst sıraya mı oynuyorsunuz, hedefiniz nedir diye soruyorum. Birçok zaman net bir cevap alamıyorum. Birçoğu günü kurtarmak adına istikrarı ıskalıyorlar. Aslında bu durum ülkemizdeki futbol yöneticiliği bağlamında en tepeden en aşağıya kadar geçerli. Futbol Federasyonu seçimlerinde futboldan gelip oy kullanan üç kişi var, bunlardan birisi de zaten benim! Çarpıklık buradan başlıyor. Kulüp yöneticilerinin ise hiçbiri futbolun içinden gelmemiş. Aslında bir yönetici şirketini nasıl yönetiyorsa kulübünü de öyle yönetmek zorunda. Kulüplerin başına futbolun içinden gelen profesyonel insanları getirecek bir sistemin kurulması gerekiyor. Yine de çuvaldızı başkasına iğneyi kendimize batırmak gerek. Bazı teknik direktörler kulüp yöneticilerinin taleplerine göre takım çıkartıyorlar. Ben bu konuda kulüp yöneticilerine, başkanlara kızmıyorum. Adam görüyor “Hocam şunu oynatsan iyi olur” diyor. O da oynatıyor. Başkanla birlikte takım yapıyorlar. Sonra yeni gelen teknik direktöre de aynısını uygulatmaya çalışıyorlar. Dediklerini yaptıramayınca da yolluyorlar. Burada hata teknik direktörlerde. Bence bütün kabahat meslektaşlarımda. Belli bir ilkeleri, net bir duruşları, temel prensipleri yok. Birçoğu çok kısa vadeli düşünüyor. Halbuki başarılı olmak için uzun vadeli düşünmeleri gerekir. Ama tabii bu şans asla onlara tanınmıyor. Kulüp yöneticilerinin de istikrarı sağlaması gerekiyor. Başarı kıstasınız 6–7 maç olmamalı. En kötü devre arasına kadar sabredilmesi gerekir. Teknik adamın da iki sezonluk plan yapması ve kendi ekibini, kadrosunu oluşturması gerekir. Ama maalesef böyle olmuyor. Federasyonun da devreye girip buna bir çözüm bulması lazım. Lisanslar çıkartılırken caydırıcı bir madde olmalı. Avrupa’ya baktığınızda böyle bir çalışma sistemi yok. İngiltere’de, İspanya’da bu duruma çok nadir rastlanır. Örneğin Roma bu sezona çok kötü başladı ama Spaletti hâlâ görevinin başında ve kimse de gönderilmesini talep etmiyor, yöneticiler işine karışmıyorlar. Belki geçen sezon fırtına gibi esen takım bu yıl düşmemeye oynayacak ama Spalletti görevinde kaldıkça istikrar yeniden sağlanacak ve Roma İtalyan futbolunun en önemli temsilcilerinden birisi olmaya devam edecek. Bizde ise bu tip durumlarda ya hemen teknik direktörün ipi çekiliyor ya da hoca zaten kendiliğinden pes ediyor, bırakıp gidiyor. Halbuki teknik direktörün kendine inanması ve güvenmesi lazım. Daha en baştan yaptığı kontratıyla sağlam durması lazım. Durmuyorsa kendisinde bir problem var demektir. Türkiye’deki futbol düzeni çok çarpık.


Türkiye’de her zaman parayı veren düdüğü çalar anlayışı var. Dünyada da çok zengin adamlar kulüpleri satın aldılar ama işlere bizimkiler kadar karışmıyorlar. Kulüp yöneticilerinde de parayı ben veriyorum, takıma da karışırım zihniyeti var. Asıl sorun buradan mı kaynaklanıyor?
Ahmet Zafer - Antalya


Bana bunu yapmaya hiçbir kulüp yöneticisi cesaret edemedi, edemez de. Çünkü ben asla böyle bir izlenim vermedim. Ama buna cesaret eden kişiye de ben bir şey demem çünkü zamanında böyle kişilerle çalışmış. Beni de öyle zannediyor olabilir. Ama benim teoride olmasa da pratikte birçok avantajım var. Pratik açıdan birçok teknik direktörden daha bilgiliyim. Bunun sebebi de futbolculuğum esnasında iyisiyle kötüsüyle bir takım şeyleri yaşamış olmam. Burada önemli olan sadece Galatasaray ve Milli Takım’la yaşadığım büyük başarılar değil, geçirdiğim, atlatmayı başardığım kriz dönemleri de çok büyük bir deneyim. Bu yüzden deneyimim birçok teknik direktörden daha fazla. Ondan dolayı her takımı çok rahat başarıya götürürüm. Ben özellikle kendi adıma konuştuğumda bir takımı üç yıl içerisinde şampiyonluğa oynatırım diyorum. Hiçbir zaman bir senede bunu yapabileceğimi söylemiyorum. Birinci Lig Asya’dan teklif geliyor bazen, o zaman da iki sene üzerinden konuşuyorum. Bu başka türlü olmaz çünkü takım yaratmak, takım oluşturmak o kadar kolay değil. Bülent Uygun neden şu anda örnek bir isim sizce? Çünkü Sivasspor’da genel menajerlik, yardımcı antrenörlük, teknik direktörlük derken toplam 6-7 sene kadar bir süredir Sivas’ta. Bütün transferleri Bülent Uygun yapıyor. Bakıyor, izliyor. Bu arada transfer demişken şunu da belirtiyim ki bendeki yabancı ve genç oyuncu portföyü de şu anda hiçbir kulüpte yok. Portföyümde Güney Amerika, Afrika ve İskandinav ülkelerinden birçok oyuncu var. Mesela Türkiye Ligi’ne yabancı bir savunma oyuncusu alacaksan ya İskandinav ülkelerinden ya da Arjantin’den alacaksın. Mesela ben İspanya’dan defans oyuncusu aldırtmam. Çünkü ligin şartlarına göre transfer yapmak zorundasın. Mesela Trabzonspor’da da forma giymiş olan Fredrik Risp inanılmaz profesyonel bir oyuncu. Oynasa da oynamasa da aynı antrenmanı yapar. Bu tip adamları gözün kapalı alabilirsin çünkü bu profesyonellik adamların genlerine işlemiş; hepsi birer takım oyuncusu, kendilerinden önce takımı düşünüyorlar. Oyuncularınızla geliştirdiğiniz ilişkiler de çok önemli. Mesela Erciyesspor’dayken keşfettiğim sağ bek Daouda Jabi vardı, sonra Trabzonspor’a gitti ama yedek kaldı. Hala beni arıyor, “Hocam nereye gidersen beni de götür” diyor. Futbolcularımın çoğu beni arar, fikir alışverişinde bulunur.


Popescu’dan sonra beraber oynadığınız en iyi savunmacı kimdi?
Şakir Mutlukul - Bursa


Ben beraber oynadığım savunmacılar arasından Emre Aşık’ı beğeniyorum. Zamanında milli takımda da Alpay’la çok iyi bir ikili olduk. Ama Emre Aşık tam olarak hakkı teslim edilmeyen çok iyi bir futbolcu. Mesela geçen sezon Galatasaray onu Ankaraspor’a yolladı ama o yine geri döndü ve şu anda Galatasaray’ın banko oyuncusu. Futboldan anlayan, olaya objektif bakan herkes Emre Aşık’ın anlar zaten bunu. Futbolu bilen onu zaten bilir, hisseder. Emre’nin bu seneki performansından yola çıkarak konuşmuyorum. Geçen sene Galatasaray onu yollamakla büyük hata yapmıştı. O hatanın bilincine varıp geri aldılar. Ama ona rağmen en başlarda yine oynatmadılar. Emre Aşık ise hiç küsmedi, çalıştı, kendini sürekli hazır tuttu. Bu altyapıda öğrenilen bir şey. Bizim en büyük etkimiz bu. Birçok oyuncuya birçok şey öğretiyoruz. Kulüpler bunu anlamıyor. Kulüpler altyapılarında öğretmedikleri için, birçok genç oyuncu bunu bizler kanalıyla öğreniyor. Yani açıkça söylüyorum, oyuncu onları değil beni dinler. Neden? Çünkü ben örnek gösterilen bir oyuncuyum. Şu anda yaşı ilerlemiş olduğu için birçok bu işi bildiğini zanneden sözde otorite Emre Aşık’ın futbolu bırakması gerektiğini söyledi ama futbolu bu işten anlayan kültürlü insanlarla konuşmak lazım, diğerleriyle de zaten muhatap olmaya gerek yok. Emre Aşık, bunca yıldır oynuyor ama pas atmayı yeni öğrendi diyorlar. Ben de birçok şeyi geç yaşta öğrenmiştim. Bakın Şampiyonlar Ligi’nde bir Türk takımının, Galatasaray’ın ilk golünü atan Cihat Arslan zamanında ne demişti: “İlk golü attın ama sonra ne bir pas verdin ne de gol attın diye bana kızıyorlar. Ama antrenmanlarda biz savunma oyuncularına yıllarca sadece kafa topu çalıştırdılar, bir kere bile sol ayağımı geliştirmem için beni çalıştıran olmadı!” Bu her zaman böyleydi. Şimdi de öyle. O Emre’nin, benim sonradan öğrenmem bizim ülkedeki altyapının işleyişindeki problemden kaynaklanıyor. Sorsanız harika altyapımız var derler ama aslında yok. Mesela Galatasaray’ın altyapısı her zaman çok iyidir, şimd ortada Arda Turan ve Aydın Yılmaz örnekleri var ama bunun bir de kayıp yıldızlar tarafı var. Kimse bunu yeterince önemsemiyor.

Türkiye’de ya da Avrupa’da karşısında oynarken çekindiğiniz, zorlandığınız herhangi bir forvet oyuncusu var mıydı?
Mehmet Ali Yüksel - Ankara

Kimseden çekinerek sahaya çıkmadım ama karşısında oynarken gerçekten de zorlandığım oyuncular vardı. İlk aklıma gelen kesinlikle Thierry Henry’dir. Arsenal’deyken bize rakip olduğunda çok farklı bir oyuncuydu. Kesinlikle Arsenal’deyken Barcelona’da oynadığından çok daha iyiydi. Türkiye Ligi’nde ise Fatih Tekke’nin karşısında oynarken zorlandığım zamanlar oldu. Fatih Tekke çok kaliteli bir forvet. Çoğu zaman ne yapacağını kestiremiyordum. Kalitesi ve beklenmedik anlarda beklenmedik hareketler yapmasının yanı sıra çok yönlü bir oyuncuydu, icabında orta alana eklemlenip kimsenin beklemediği anlarda birden ortaya çıkıp golünü atardı.

İlk başladığınız zamanlarda Türkiye’de savunmacılar adam markajı yapardı. Karşısında oynayacağınız, marke etmekle görevli olduğunuz futbolcunun bir hafta boyunca videolarını izleyip özel antrenmanlar yaparak mı maça çıkıyordunuz?
Jale Erden - İzmir


Yok canım, nerede o zamanlar video, ara ki bulasın! O zamanlar maç içinde rakibi analiz etme şansınız vardı. Zaten marke ettiğiniz rakibiniz nereye gitse takip ediyordunuz. Adam tuvalete giderse, tuvalete gidiyordum yani! En son Beşiktaş-Antalyaspor maçında Zapotocny’nin başına bela olan bir santrfor vardı, Serge Djiehoua... Aynı onun gibiydik zamanında. Ama artık futbol gelişti, daha farklı bir boyutta oynanıyor. Avrupa liglerine baktığımız zaman 30 metrekare içinde 22 tane futbolcunun mücadele ettiğini gözlemliyoruz. Türkiye’de daha farklı tabii. Ama ben diyorum ki şu anda Türkiye’deki altyapı tesisleri benim zamanımda olsaydı ve ben Avrupa’da olsaydım, Avrupa’nın bir numaralı defans oyuncusu olurdum! Ama zamanında o eksiklikler yüzünden, ben pozisyon almayı televizyondan seyrede seyrede öğrendim. Hemen hemen bütün maçları izliyordum. Erken yatan bir insandım ama gece olduğu zaman bile seyrediyordum. Yani bazı şeyleri izleye izleye öğrendim. Beraber çalıştığım teknik adamlar ve birlikte oynadığım diğer savunma oyuncularından da birşeyler öğrendim ama birçok şeyi izleyerek kendim öğrendim. Özel olarak etkilendiğim bir oyuncu yoktu ama Franco Baresi’yi çok severdim. O zamanlar Türkiye altyapı eğitimi konusunda birkaç istisnai isim dışında çok kötü bir durumdaydı. Şimdilerde bu konuda mesafe alınmış olsa da halen Avrupa ile kıyaslayınca çok büyük farklar var. Hiç unutmam bir keresinde genç bir oyuncuyla aramızda şöyle bir konuşma geçmişti. Genç Milli Takım, İtalya’yı 2-0 yenmişti. Maçtan sonra o oyuncu bana gelip “Hocam İtalyan oyuncu formayı bir çıkarttı, ben onu gördükten sonra formamı çıkartacak cesareti kendimde bulamadım” dedi. “Niye?” dedim. “Adamda öyle bir fizik vardı ki, kendimi çok kötü hissettim” dedi. Yani artık modern futbolda asıl olay şu noktaya geldi diyebiliriz: Fiziki kondisyonun, dayanıklılığın üst seviyede olmadığı zaman sen yeteri kadar iyi değilsin. Bu noktada Arda çok manidar bir örnek gibi. Fizik olarak üst seviyeye gelmezse Arda bile bir hiç! Ama mesela Avrupa Şampiyonası’nda fizik olarak ne kadar üst seviyede bir oyuncu olduğunu gösterdi. Artık futbolun birinci şartı fizik, kondisyon ve dayanıklılık. Mesela bunların hiçbiri olmazsa Manchester United’lı Ronaldo hiç bir şey yapamaz. Ronaldinho da bunun en kötü örneği oldu. Güçsüz düştüğü zaman bir anda bitme noktasına geldi. Ama bundan 15 sene önce mesele bu değildi. Yetenek ön plandaydı. Futbol gelişiyor ve de geliştikçe zorlaşıyor.

Galatasaray’da sekiz kez lig şampiyonluğu yaşadınız. Sizin için en özeli hangisiydi?
Cüneyt Pekmezci – Balıkesir


Benim için en özeli Lucescu’nun ikinci senesindeki yaşanan şampiyonluktu. Çünkü o zaman bizim yöneticilerimiz dahi şampiyonluktan umutsuzdu. Bu takım en iyi ihtimalle dördüncü beşinci olur, UEFA’da da bir tur geçerse büyük başarıdır deniliyordu. O zaman, o takım imkansızı başardı. Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finalin kapısından döndük. O yıllarda Şampiyonlar Ligi’nde birinci ve ikinci tur grupları vardı. Birinci grupta son bir maç kala çıkmayı garantilemiştik, ikinci grupta da Avrupa’nın en güçlü takımlarından Liverpool, Roma, Barcelona ile mücadele ettik. Hepsine kök söktürdük, uzun zaman yenilmedik. Bir galibiyet alabilsek o gruptan da çıkacaktık. Barcelona maçı Ali Sami Yen’deydi, altı Hollandalı futbolcuları vardı ve karşılaşmanın hakemi de Hollandalıydı. Beş metre ofsayttan gol attılar. Benim için her şampiyonluk değerlidir ama o sezon şampiyon olabileceğimize yöneticiler bile inanmamıştı. Sadece futbolcular ve teknik ekip inandı. O yüzden benim gönlümde o şampiyonluğun yeri bambaşkadır.

Yorumcular yabancı teknik direktörlere daha saygılı bir şekilde, soyadlarıyla hitap ediyorlar. Ama Ertuğrul Sağlam, Tolunay Kafkas ve sizin gibi kendi evlatlarımıza sadece isimleriyle hitap etmelerinden rahatsız oluyor musunuz?
Kemal Kırca – Çanakkale


Bazı meslektaşlarım bundan fazlasıyla rahatsız oluyorlar ama ben rahatsız olmuyorum. Yorumcular yabancı teknik adamları da ağır bir şekilde, bazen çok haksız bir şekilde eleştiriyorlar. Ama ben ve benim dönemimin Türk futbolunu bir yerlere getireceğine inanıyorum. Bu da yavaş yavaş oluyor. Tabii bunu tamamen başarabilmemiz için daha zaman gerekiyor. Yoksa bazıları Bülent demiş, Bülent Korkmaz demiş, onların bana ne diye hitap ettiği hiç önemli değil. Benim oyuncumun bana ne şekilde hitap ettiği benim için çok daha önemli.

Hem Mustafa Denizli’yle hem de Fatih Terim’le uzun yıllar çalıştınız. Hangisinin daha büyük işlere imza attığını düşünüyorsunuz?
Harun Özdemir - Sakarya


İki teknik direktörün de her zaman hakkını vermek lazım. İkisinin de bana çok önemli katkıları oldu. Mustafa Denizli beni o genç yaşıma bakmadan Avrupa Kupaları’nda oynattı. Bu o zamanlar için çok büyük bir cesaretti. Bunun gibi birçok yeniliğe korkusuzca imza attı, Türk futbolunun önünü açtı. Fatih Terim de türk futboluna yeni bir sistem getirdi. Agresifliği, tempolu oyunu bize benimsetmeyi başardı. Mustafa Denizli bize herkesi yenebileceğimizi ispat etmişti. Fatih Terim de hiçbir takımdan korkmazsan her takımı yenersin anlayışını yerleştirdi. Her ikisi de Türk futbolcusunun düşünce yapısını değiştirdi. Bu yüzden her ikisinin de olağanüstü katkılarını kimse inkâr edemez. Şimdi onların bir meslektaşı olarak da teknik direktörlük anlamında onlara çok büyük saygı duyuyorum. Onlardan gerçekten de çok şey öğrendim. Kendi teknik adamlık deneyimimde kimseyi kendim örnek almadım, kimsenin stilini taklit etmedim, futbolculuğumda da hep kendime has bir tarzım vardı, teknik adamlığımda da bu böyle ve hep böyle olacak.

1980’li yılların ortasında Galatasaray’da gelecek vadeden bir oyuncuyken bile Avrupa Kulüplerinden transfer teklifleri almaya başlamıştınız. Şimdi olsa gider miydiniz? Mesela sizinle beraber A takıma çıkan Tugay Kerimoğlu’nu izlerken neler hissediyorsunuz?
Can Yazıcıoğlu – İzmit


Şu anki kafam olsaydı kesinlikle durmaz, giderdim. Hem de 21-22 yaşındayken giderdim. O teklifler geldiğinde Galatasaray’la Almanya’ya turnuvaya gitmiştik, o zaman birkaç Alman takımı beni istemişti ama o dönemde sadece bende değil genel olarak Türk futbolcusunda böyle bir düşünce yoktu. Şimdi izlediğimde Tugay adına çok seviniyorum. Eğer zamanında Türkiye’de kalsaydı, kaybolur giderdi. Her zaman söylemişimdir Avrupalılar bizim oyuncuların kıymetini daha çok biliyorlar, hak ettiği değeri veriyorlar. Şimdilerde Tugay’ın Blackburn Rovers’ta yardımcı teknik direktör veya altyapı direktörü olması söz konusu. Onun hakkında zaten çoktan planlarını yapmışlardır ki daha futbolu bırakmadan önce Tugay Kerimoğlu’nun ileride ne yapacağını belirlemişler. Buradan Ümit Davala örneğine gelirsek, Galatasaray’ın onunla ilgili hiçbir plan yapmadığını gözlemliyoruz. Ben ilk olarak Skibbe’nin yardımcılığına getirildiğinde keşke ileride Ümit Davala birinci adam olsa demiştim ki maalesef Ümit Davala kısa sürede gitti. Bu olay da bir kez daha Türk futbolundaki uzun vadeli planlama eksikliğiyle ilgili.

Graeme Souness’ın Fenerbahçe Stadı’nın ortasına Galatasaray bayrağı dikmesiyle ilgili neler hissediyorsunuz? O sırada ne yapıyordunuz?
Bulut Cevher – İstanbul


İnsanların, özellikle de Galatasaraylıların o anı hayatları boyunca unutmayacağını daha o anda hissetmiştim. Ben Souness’ın elindeki bayrağı ve koşmaya başladığını görmüştüm. Ama bunu önceden düşünüp planlamış mıydı yoksa bir anda mı aklına esip yaptı, orasını bilemiyorum. Ne olursa olsun asla hafızalardan silinmeyecek müthiş bir olaydı. Yüz sene sonra bile hatırlanacaktır.


Yıllarca Hagi ile oda arkadaşı oldunuz. Hala görüşüyor musunuz?
Muharrem Sipahioğlu – Elazığ


Hagi futbolu bıraktıktan sonra onu tek arayan bendim. “Senden başka beni kimse aramadı, sana çok teşekkür ederim” dedi. Sonra Hagi’de bir değişim oldu. İşin kötüsü benle ilgili bir değişim oldu, beni bir daha aramadı ve hiç konuşmadık. Hiçbir zaman buna bir anlam veremedim. “Bana niye böyle davranıyorsun?” diye aramadım da çünkü huyum değildir. En önemlisi de ondan hiç böyle bir şey beklemezdim, bu yüzden ona kırgınım. Yıllarca aynı odada kaldık, birçok şey paylaştık ama şu anda görüşmüyoruz. İlişkimi kestim. Ama yine de bu durumun ondan kaynaklanmadığını düşünüyorum. Eğer zamanında ondan bir beklentim olduğunu düşünüp böyle davrandıysa çok yanılıyor. Benim Hagi dahil hiç kimseden bir beklentim yok. Harika bir ailem var ve bu bana yetiyor. Değer verdiğim insana çok değer veririm. Hagi’nin bana davranışları doğru değildi, ben bunu hiç hak etmedim. Davranışlarında değişim gördüğüm için de çok değerli bir insan benim için değerini yitirdi.

Hiç yorum yok: