27 Aralık 2010 Pazartesi

CANTONA KOLLEKTİFİ


Bu malum yazıda derdimi hatta (bence) davamı anlatmış, sizlerle paylaşmıştım... Meğerse bu konuda benim gibi düşünen, hisseden birçok insan varmış...
Biz de o yüzden Armağan Ükünç kardeşimin önerisiyle bir Cantona Kollektifi kurmaya, oluşturmaya karar verdik. Sadece Cantona üzerine herkesin öğrenme hakkı var, en çok da İngilizce bilmeyen insanların! Sadece Cantona ve ilham kaynağı eserlerini Türkçeleştirmek için değil Cantona Kollektifi... Çok daha fazlasını yapabiliriz ama hep beraber yapabiliriz!
Daha fazla bilgi ya da Cantona Kollektifi'ne katılmak isteyenler lütfen bu adreslerden Armağan'a ulaşsınlar...
armaganukunc@yahoo.com
Twitter: http://twitter.com/#!/Armaganukunc

23 Aralık 2010 Perşembe

İLK DİNLEDİĞİNİZ ŞARKIYI HATIRLIYOR MUSUNUZ?


Doğduğum kasabada
Denizlere yelken açan bir adam yaşardı
Ve bize yaşamını anlatırdı,
Denizaltılar ülkesindeki

Böylece yelken açtık güneşe
Bulana kadar yeşiller denizini,
Yaşadık dalgaların altında
Sarı denizaltımızda

Biz hepimiz sarı denizaltında yaşarız
Sarı denizaltıda, sarı denizaltıda
Biz hepimiz yaşarız sarı denizaltında
Sarı denizaltıda, sarı denizaltıda

Ve bütün arkadaşlarımız gemide,
Pek çoğu kapı komşudur
Ve başlar orkestra çalmaya

Biz hepimiz yaşarız sarı denizaltında
Sarı denizaltıda, sarı denizaltıda
Biz hepimiz yaşarız sarı denizaltında
Sarı denizaltıda, sarı denizaltıda

Rahat bir yaşam sürerken hepimiz
Herkesin ihtiyacı olan her şey var
Mavi göğü ve yeşiller denizi
Sarı denizaltımızda

Biz hepimiz yaşarız sarı denizaltında
Sarı denizaltıda, sarı denizaltıda
Biz hepimiz yaşarız sarı denizaltında
Sarı denizaltıda, sarı denizaltıda



1 numara Carragher
2 numara Carragher
3 numara Carragher
4 numara Carragher
5 numara Carragher
......
Hepimiz Carragher'lardan kurulu bir ilk 11'in hayalini kuruyoruz
Formayı sev ve her şeyini ver bize yeter
Hepimiz Carragher'lardan kurulu bir ilk 11'in hayalini kuruyoruz

HER TAKIMA BİR CARRAGHER, HER KÜTÜPHANEYE BİR CARRAGHER

21 Aralık 2010 Salı

KAZMA YAYINEVLERİNE İNAT CANTONA ÇEVİRİSİ

İsteyen (sanki bir iltifat değil de hakaretmiş gibi) romantik desin hatta dünyayı iyi şekilde değiştiren insanların %99'unun romantik olduğunu görmezden gelecek kadar cahil ve ikiyüzlü olsunlar, asla umrumda değiller... Zaten onlara acıdığım anlar haricinde de asla umrumda olmadılar, olmayacaklar!

Yaşar gibi yapıp aslında her gün ölenlerin bakarkörlüğüne çifte kavrulmuş inat bence hayat paylaştıkça daha yaşanılır hale geliyor. Paylaşmadan izole bir hayat ise 1 liralık uyduruk içeceği 8 liraya kakalayan amerikan kahvecilerinde oturup dünya üzerine ahkam kesmek kadar içi boş... Sadece yaşar gibi yaparken her gün bir kez daha ölmek gibi sahte bir provadan ötesi değil!

Bu inadına bakış açımla 2 ayda 10 yayınevine gittim, sadece 5 kez okuyup her seferinde daha da büyülendiğim bir başyapıtın çevirisini yayınlamalarını önermek için: Cantona: The Rebel Who Would Be King.
Hepsi de söz birliği etmişçesine "Ali Ece bey siz Cantona'yı yazsanız bu kitaptan 10000 kat fazla satarız" dediler. Israrla çeviriyi bedavaya yapmaya hazır olduğumu sadece İngilizce bilmeyen Türk futbol delileri de bu kitap kılığına bürünmüş ilham hazinesinden mahrum kalmasınlar diye kimseye dökmediğim dili döktüm ama nafile... Kendilerine "devrimci" vs etiketi yapıştıran hatta bu etiketle yıllarca bir sürü kitap satan adamlara göre (bence dünya tarihinde virgül kadar değeri olmayan) Ali Ece ne yazsa yayınlanmaya değermiş ama koskoca France Football'un en değerli futbol-hayat analizi zanaatkarlarından Philippe Auclair'in yazdığı Cantona kitabını çevirmek sadece kağıt israfıymış!
Ben de bu kez 1000 kez inadına blogdan kitaptan pasajları çevirip yayınlayacağım. Tabii ki Auclair'e telif ücretini ödeyecek durumum maalesef olmadığı ve kitabı kelime kelime cümle cümle çevirmek ahlaki açıdan uygun olmayacağı için bu hazinevari kitaptan alıntılar yapıp diğer okuduğum ve Cantona ile ilgili yaşadıklarımı aralara katmakla yetineceğim...
Okursunuz, okumazsınız; bir yerden sonra çok da sevinmem ya da üzülmem çünkü blog yazmak da blog okumak da bir yerden sonra bizlere hiçbir şey ifade etmeyen fast-food insan taklitlerini sürmanşet yapan gazeteleri okumaktan çok daha naif, gerçek ve bir o kadar da romantik! Ancak böyle bir hazineyi ağza bal çalacak kıvamda da olsa sizlerle paylaşmazsam, gözüm açık giderim; tek derdim davam da budur... En yakın zamanda Cantona günlükleri adı altında blog yazılarına başlıyorum. Ben İngilizce öğrenecek kadar şanslıyım, o şansı bulamayanların da Cantona'yı öğrenmesi varoluş meselesi olarak benim yazdığım herhangi bir şeyden çok daha değerli, o yüzden en yakın zamanda başlıyor CANTONA GÜNLÜKLERİ! "Delirdin sen!" demeyin, 16 yaşımdan beri böyleyim, inşallah da hep böyle kalacağım. Beni delirtenlere inat Viva Cantona!
Cantona reisin söylediğini asla unutmamak lazım:
"Martılar, balıkçı teknesini izlediklerinde kendilerine sardunya atılacağını zannederler de o yüzden izlerler"

20 Aralık 2010 Pazartesi

CANTONA-ZiDANE müzik yapsa NOIR DESIR olurdu ama o hatayı yapmazları BERTRAND BABA

Zidane ile Cantona futbol oynamak yerine ortak bir müzik grubu kursalardı Noir Desir gibi bir şey olurdu herhalde.

Ama kafası kızdığında birilerini öldürmek ya da bir kadına tecavüz etmek dışında her şeyi yapacak potansiyeldeki Zizou ile Cantona'dan farklı olarak "Fransız muhalif rock'ının Zidane'ı, Cantona'sı" Bertrand Cantat önce kendisinden çok sevdiği sevgilisinin ölümüne sebep oldu, sonra eşi intihar etti, annesi de maalesef bu acıların etkisiyle aramızdan ayrıldı. Sonunda Noir Desir de resmen dağıldığını açıkladı...


Fransa'nın Jim Morrison'ı olarak lanse edilen Cantat sadece en sevdiklerini ve Noir Desir'i değil bizi de kıyısından köşesinden yaktı... Aslında süper adamdın sen Bertrand Cantat, yozluk abidesine dönüşmüş bir ülkede çöpte açan çiçek misaliydin. Ben ve daha milyonlarca renginden dolayı iğrenç ırkçılıklara maruz kalınan o Sarkozy Cumhuriyeti'ne mecburen katlanmamızı sağlayan birkaç umut rüzgârından en güçlüsüydün. Hani "Le vent nous portera"ydı, yani rüzgâr bizi hayalini kurduğumuz düş ülkeye, düş dünyaya taşıyacaktı? Ama o çok sevdiğin kişinin ölümüne sebep olduğun gün maalesef benim için de çoktan öldün... Yine de ara sıra mezarına uğruyor kulaklarım, kalbim... Rüzgâr esmiyor artık o ayrı...

Yine de şarkıyı yıllarca Beyoğlu'ndan geçerken dinleyip ne anlattığını merak eden varsa diye yazıyorum o ayrı:


Yoldan korkmuyorum

Ne olursa olsun

Tadına varmak, görmek gerekecek

Göğüs boşluğunda zikzaklar misali

Ve her şey iyi olacak

...orada

Rüzgâr bizi taşıyacak

Büyük Ayıya mesajın

Ve yarışın yörüngesi

Kadifeden, yumuşak kısa bir an

Hiçbir şeye yaramasa da

...git

Rüzgâr onu götürecek

Her şey yok olup gidecek ama

Rüzgâr bizi taşıyacak

Okşayış ve mermiler

ve bu felaket bizi çekip duran

Başka günlerin sarayı

Dünün ve yarının aslında

Rüzgar onları taşıyacak

Omuzdan geçmiş genetik

Atmosferdeki kromozomlardan

Galaksilere giden taksilerden

Ve benim uçan halım der ki

Rüzgâr onu götürecek

Her şey yok olup gidecek ama

Rüzgâr bizi taşıyacak


Aslında yaşar gibi yaptığımız ama yaşamadığımız yıllarımızın bu kokusu

Bir gün kapını çalabilir

Kaderlerin sonsuzluğunda

Biri ortaya konur, peki karşılığında ne alıkonur?


Rüzgâr onu götürecek

Deniz yükseldiğinde

ve herkes kendi hesabını yaptığında

Gölgemin derinliklerine

Senin tozlarını götüreceğim

Rüzgâr onları taşıyacak

Sen yok olup gideceksin ama

Rüzgâr bizi sürükleyecek

19 Aralık 2010 Pazar

SEYİRCİSİZ MAÇIN YAZISI BU KADAR OLUR!

Yakında hastanelerde sus işareti yapan hemşire yerine Beşiktaş formalı bir futbolcunun resmini görürseniz, hiç şaşırmayın! Beşiktaş’ta neredeyse bir takım sayısı kadar oyuncu eksik.
Eksiklerin sayısı bir yana, nitelik açısından Ernst ve Guti’nin aynı anda olmaması, Beşiktaş’ın modern futbol standartlarının gerisinde bir orta sahayla mücadele etmek zorunda kalmasıyla eş anlamlı.
Yine de en büyük eksik açık ara seyirci! Leeds United’ın “emekli Guti”si Johnny Giles seyircisiz oynatılan bir maçtan sonra
“Boş bir statta oynamaktansa, dolu bir evde futbol oynamayı tercih ederim!”
demiş. Büyük ihtimalle Quaresma da Ali Kuçik de dün gece içlerinden Giles’ın sözlerine benzer duyguları fazlasıyla hissetmişlerdir.
Benim bugüne kadar anlamadığım ve 100 yıl yaşasam da anlayamayacağım bir şey var: Futbol bir temaşa sanatıysa ve izleyiciler için oynanıyorsa, maçları seyircisiz oynatmaktan daha az mantıksız bir ceza yok mu? Ayrıca ceza verilmesine sebep olan maça hasta olduğu için gelemeyen ama daha maçlar başlamadan tüm sezon için kombinesini alan taraftarın günahı ne? Bir insanın hiç karışmadığı bir olay yüzünden, daha önceden parasını ödeyerek satın aldığı en doğal haktan mahrum edilmesinin hukuki gerekçesi ne olabilir?
Ayrıca tarihin ilk ve en çok saha kapatma ve seyircisiz oynama cezası alan takımı Millwall. Halen kâbus dolu holiganizm günlerini hatırlatan ve dünya futbolunun beşiği İngiltere’de en kötü olayları yaratmaya devam eden yegâne taraftarlar da Millwall taraftarları. O zaman diğer maçlarda Millwall taraftarına göre süt dökmüş kediden bile uysal olan taraftarlara bu tip bir ceza vermenin ne gibi bir faydası olabilir ki? Hele dün geceki futbolcuların, teknik adamların suçu ne ki ben herhangi birine kıyıp maçı yazıyım?

18 Aralık 2010 Cumartesi

SADECE PLAJLARI DEĞİL KALECİSİ DE MEŞHURDUR: Tomiç ve Split'li kaleciler



Dün geceki Trabzonspor - Karabükspor maçını analiz ederken her şeyi Trabzonspor'un oyun planı ya da form grafiğiyle açıklamak, Karabük'ün Hırvat kalecisi Vjekoslav Tomiç'in emeklerini hakir görmekten başka bir şey değil.
Tıpkı Cernat gibi Hajduk Split'ten Karabükspor'a gelen Tomiç aslında önemli bir kaleci geleneğinin en az ünlü isimlerinden birisi.

Zoran Simoviç başta olmak üzere, şimdilerde Tottenham'ın yedek kalecisi olan son model Balkan file bekçisi harikası Stipe Pletikosa'dan, şimdilerde Trabzonspor'dan kiralık olarak Ankaragücü forması giyen Drago Gabriç’in babası Tonji Gabriç'e plajları kadar kalecileriyle de ünlü Split.

Nacizane hafızamın hayal meyal de olsa hatırladığı ilk Hajduk Split yapımı harika kaleci Ivan Kataliniç: Şimdilerde ismi Premier Lig olan o zamanki adıyla İngiltere 1. Ligi'nde forma giyen ilk Hırvat eldiven olan Kataliniç (alttaki fotoğrafta en arkada soldan ikinci sırada olan bıyıklı kaleci), 1980'li yıllarda Southampton forması giymiş, yerine Peter Shilton transfer edilene kadar da başarılı performansıyla Balkanlar'dan gelip İngiltere'de ses getiren ilk isimlerden birisi olmuştu.


Kataliniç'in Southampton'a transfer olması üzerine de yerine Zoran Simoviç transfer edilmiş ve 4 yıl boyunca önce Hajduk Split sonra da Euro 84'e kadar rahmetli Yugoslavya Milli Takımı'nın kalesini başarıyla korumuştu. 1984'te Galatasaray'a geldikten sonrası ise malum başlı başına bir kalecilik efsanesi üzerine yazı konusu...

Şimdilerde Türkçeye Split'li Emekçiler Futbol Kulübü olarak çevirebileceğimiz Radnicki nogometni klub Split yani Football Manager dilinde konuşursak RNK Split'i çalıştıran Kataliniç'in plonjon yapan bir fotoğrafı halen Southampton kulübünün girişindeki duvarları süslüyormuş...

Drago Gabriç'in babası kaleci Tonci Gabriç de kariyerine ilk olarak RNK Split'te başlamış PAOK dahil birkaç takımda forma giydikten sonra yıllarca Hajduk Split'in kalesini korumuştu. Euro 96'da büyük çıkış yapan Hırvatistan Milli Takımı'nda fazla şans bulamamasının sebebi ise önünde Ladiç ve Beşiktaş'tan da gayet iyi tanıdığımız Mrmiç gibi birbirinden harika iki kaleci olmasıydı. Bir nevi Pepe Reina'nın Casillas önünde normal olarak pek şans bulamamasını andıran bir durum söz konusuydu.


Gabriç, emekli olduğunda teknik direktörlüğü pek denemedi, onun yerine futbolcu olmak isteyen ikiz çocuklarına yol açtı. İkizlerden birisi malum bonservisi Trabzonspor'da olan Drago Gabriç; diğeri ise Hırvatistan Hanım Futbolu'nun en büyük yıldızlarından Paskvalina Gabriç!


Pletikosa'yı ise uzun uzun anlatmaya gerek yok herhalde... Semih'ten o meşhur son saniye golünü yiyene kadar Euro 2008'in en iyi kalecisiydi. Ben yine de onu 21 yaş altı turnuvasında çok kötü goller yiyip gelmiş geçmiş en kötü Hırvat kaleci olarak fişlendikten sonra A milli kategorisinde en çok milli formayı giyen kaleci olmayı başarmasındaki olağanüstü dirilişiyle hatırlamayı tercih ediyorum. Ayrıca Semih'ten yediği golü anlatırkenki sıcaklığı, doğallığı tam da kendisine "öz Split'li" diyen Cevat Prekazi'nin bana anlata anlata bitiremediği Zagreb'linin tam tersi olan Split'li futbolcu prototipini anımsatıyor.

Split demişken kalecileri kadar plajları da ünlü 1700 yaşındaki Dalmaçya şehrinin. Tabii ki yıllarca Zagreb'deki oportünist politikacılara boyun eğmemeleri, Split'i Hırvat şehrinden öte dünya kenti olduğu konusunda inat etmeleri apayrı bir yazı konusu. Ben sadece 1 gün hatta 8 saat kadar görebildim Split'i... İçimde de kalmadı değil. O zamanlar vize yoktu, bilmiyorum şimdi var mı ama bence boşverin kazıkçı batı Avrupa turlarını, bu soğukta Avrupa'da çekilebilecek yegane şehirlerden birisi Split: Fiyatları son derece ucuz, bir nevi eldeğmemiş Antalya misali bir Güney Avrupa şehri. Roma imparatoru Diocletian'ın sarayı çok acayip, akıl ötesi bir yer. Her ne kadar futbol takımlarının ismindeki "Hajduk" Osmanlılara karşı savaşmış isyancılardan gelse de biz Türkleri seviyorlar. Sadece futbolla yatıp kalkmıyorlar, spora doğuştan aşıklar. Ne de olsa Toni Kukoç ve Dino Radja gibi iki basketbol harikası da, Goran Ivaniseviç de Split'li!
Asıl konu kalecilerdi değil mi? Şimdiden gidip bakmak lazım yeni Tomiç'ler var mı? Bir tesadüf eseri anneannemin Bosnalı babasıyla aynı soyadı taşıyan kalecileri Danijel Subaşiç, hiç fena bir kaleci değil. Pletikosa'dan fırsat bulup da Hırvatistan'ın kalesine geçtiği üç maçta da gayet iyi oynadı.

Uzun süre Galatasaray'la adı geçen Senijad Ibriçiç, açık ara Hajduk Split'in en iyi oyuncusu ki kulüp tarihinde yılın en iyi oyuncusuna verilen "Yılın Hajduk"u ödülüne layık görülmüş ilk Hırvat olmayan futbolcu da Bosnalı orta saha oyuncusunun ta kendisi!
Babaları Filistinli olan ancak Hırvatistan Milli Takımı'nda oynayan Sharbini kardeşler de hiç fena oyuncular değiller.

Kaleci bulamasanız, maç izlemeseniz de gidin Split'i görün derim. Sokağın ortasında bir salaklık yapıp "Yaşasın Dinamo Zagreb" diye bağırmadıkça gayet güzel anlar yaşayabileceğiniz bir yer. Herhangi bir konuda başınız sıkışırsa da hemen Milan Rapaiç'in adını verin, gerisi kolay!

17 Aralık 2010 Cuma

Dinamo Kiev eşleşmesi üzerine: KÖTÜNÜN İYİSİ



1986-87 Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek finalinde Beşiktaş – Dinamo Kiev ile eşleştiğinde, tüm gazetelerimiz “Eyvah, 2000’li yılların takımıyla eşleştik!” manşetleri atmıştı. Hiç unutmam, unutamam o günleri çünkü babam şu anda bu satırları yazdığım yaştayken ağır bir kalp ameliyatı olmuş, hastaneden çıkar çıkmaz da (ki doktoru dinlemeyip maçı izlemek için 3 gün erken çıkmış, kar yüzünden maç ertelenince de geri dönmemişti!) eve maçı izlemeye gelmişti!

2000’ler geldiğinde ise Dinamo değil o yere göğe sığdırılamayan “21. yüzyıl takımı” gücünde olmak, 1987’de SSCB Milli Takımı’nın nüvesi olan takımın yarı gücünde bile değildi.
Yine de dünya futbol tarihinde daha menajerlik oyunları icat edilmeden yıllar önce, bilgisayarları taktik geliştirme bağlamında ilk kullanan teknik adam olan Valery Lobanovsky yeni bir jenerasyon inşa etmiş Sovyetlerin küllerinden yola çıkarak yeni bir Ukrayna futbol devriminin tohumlarını atıyordu.

Schevchenko, Rebrov’la beraber o takımın en parlak genç yeteneğiydi. 2010-11 model Dinamo Kiev’in ise en tecrübeli yıldızı ve takımın abisi yeni yıldızları Milevskiy’in arkasında yardımcı forvet olarak oynayan Schevchenko’dan başkası değil. Artık sadece stadının adı Lobanovsky olan Dinamo bir önceki sefer 2002-03’te Beşiktaş’la eşleştiğinde bir Schevchenko’su dahi yoktu. Şimdilerde de bu satırların yazıldığı anda değil bir Lobanovsky ustası, sürekli bir teknik direktörü bile yok.
2010-11 model Dinamo’yu geçici olarak Arsenal’in eski yıldızı Oleg Luzhny çalıştırıyor. Ancak Lucescu usta ile Dinamo’nun başaramadığını başarıp İstanbul’daki tarihin son UEFA Kupası finalinde şampiyon olmayı başaran Shakhtar, her geçen yıl Dinamo’nun Ukrayna futbolu üzerindeki hegemonyasını daha da fazla sarsamaya devam ediyor.

Kısacası 2010-11 model Dinamo’yu kurada çekmek kötünün iyisi misali.
Bir zamanlar Dinamo Kiev, Anadolu'ya maça geldiğinde hasta Beşiktaşlı oyuncu abimiz, süper insan Erkan Can ve abileri isminden etkilenerek Dinamo Mesken isimli bir ilçe takımı bile kurmuşlardı, nereden nereye...
Hayat devam ediyor işte! İnşallah yıllar sonra ilk kez bir ilkbahar sabahı UEFA heyecanıyla uyanmakla yetinmez ilkbahar boyunca Dublin'deki finale kadar her sabah aynı heyecanla uyanır güne başlarız!

15 Aralık 2010 Çarşamba

BİZE ÇOK ŞEY İFADE EDİYOR!

Schuster reis için bir şey ifade etmeyen bir maçmış… Gel bir de bize sor! Yıllardır ülke puanı yerinde sayan, Avrupa’da ilkbaharı görme özlemiyle yanıp tutuşan, bu dün geceki Norveç ikliminde bile İnönü’yü Rio Karnavalı’na çeviren Beşiktaş âşıklarına sor…
UEFA Europa Ligi’nde bir galibiyete 140 bin euro ödül veriliyor. Lakin bu para primler-vergi hariç Nobre’ye ödenen yıllık garanti maaş 2.3 milyon euro’nun da Tabata’nın bonservisine verilen 8 milyon’un da yanında devede kulak…
Zaten bir yerden sonra bu kapitalist-endüstriyel hesaplar biz futbol delilerini aşıyor! Maç bileti alacak paramız varsa biz zaten kendimizi Şeyh Mansur ya da Abramovich kadar zengin hissediyoruz; bir geceliğine de olsa, hayat boyu da olsa…
Quaresma ve kendi klasına yakı
şmayan şekilde oyundan atılmayan Guti’nin yanında Ali, İsmail, Cenk, Ersan’ı; Beşiktaş’ın geleceğini görmek bizim için çok önemli! İşte tam da bu yüzden Beşiktaş delileri sana bel altı vurulduğunda bu kadar isyan ediyorlar, “sözde” arkanda değil “özde” yanında duruyorlar!
Rüyanda görsen inanmazsın ama İstanbul’da Bolton’a yenilince olmayan Bolton şehrindeki olmayan rövanşa götürmeyi taahhüt eden yöneticiler gördü bu gözler. Renginden dolayı “çeribaşı” diye hakaret edilen, tarihin son UEFA Kupası şampiyonu Luce ustanın bozuk para gibi harcanışını gördü bu gözler…
“Senin Real Madrid”e son Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazandıran Del Bosque’yi Yeniköy esnafına benzeterek aklı sıra aşağılayan zihniyeti çekti bu gönüller…
Gazozuna, 120 bin euro’suna ya da Tabata’sına hiç fark etmez Schuster reis. Bu kendisini Norveç zanneden havaya inat Rio karnavalı tadındaki İnönü’de bir Avrupa maçı daha oynamak, hele hele sonucu önemli olmasa da sanki Dublin finalinin provası ateşiyle oynamak bir milat olsun. Q7’nin sanat eseri, Ernst’in zanaat harikası golleri de nazar boncuğu olsun Schuster reis!

12 Aralık 2010 Pazar

2010 MODEL MAÇ

İki farklı kuşağın iki altın hocasının taktik mücadelesi harikaydı. Nasıl Şenol Güneş dışında başka bir teknik adam Trabzon’u çalıştırsa bordo-mavililer şampiyonlukta bu kadar iddialı olamazsa, Abdullah Avcı’dan başkası İBB’nin başında olsaydı bu mütevazı kadro da bu kadar ses getiremezdi.
Avcı taktik model olarak Barcelona’yı örnek alıyor ancak elindeki kadro Almeira’dan hallice! Şenol Güneş ise Trabzon’un üst üste şampiyon olduğu yıllardaki takım ruhu ile modern futbol stratejilerini başarıyla harmanlıyor.

Trabzon’un golü öncesi rakip sahadaki kolektif pres ve henüz ilk atakta sağ bek Serkan’ın takımın en ilerideki oyuncusu olması, bu harmanın en güzel futbol tadıydı.
Uzun yıllar önlibero olarak yıldızı parlayan Serkan’daki bu dönüşüm %99 Şenol Güneş yapımı. Tıpkı Colman’ın günümüzün son model orta sahaları gibi ofans ile defans arasında eşit ağırlıklı olarak başarıyla oynaması gibi. Burak’taki dönüşümün sırrını ise şişeleyip satsalar herhalde ligimizin tüm teknik direktörleri o şişeden 10’ar 10’ar alırlar!
Avcı’nın Jaja gibi bir yıldızı bu kadar etkisiz hale getirebilen orta saha kurgusunu ise teknik direktör lisans kurslarında ayrı bir ders konusu olarak işlemek gerek.

50 bin kişilik mesaj

Trabzonspor şampiyonluk yolundaki rakipleriyle kıyaslayınca bu şekilde 2010 model futbol oynamaya devam ettikçe, 27 yıllık hasrete bu sezon son verebilir. Ayrıca Norveç iklimine rağmen başka maçlarda daha çok “Zulüm”piyat olan stadı hakiki Olimpiyat Stadı’na çeviren 50 bin Trabzonlunun mesajını iyi okumak lazım. Hazır Sadri Şener gibi yüz akı bir başkan varken artık Trabzon’a daha modern bir stat yapmanın tam zamanı. Tribünlerine Ahmet Suat Özyazıcı, Özkan Sümer, Cemil Usta gibi şehrin ölümsüz futbol devrimcilerinin isimlerinin verileceği Şampiyonlar Ligi kalitesinde bir stat bu takıma çok yakışır!

Ayrıca İnci Sözlük projesi Bozbaykuşlar’a da tebrikler, (BİZE HER YER DEPLASMAN pankartı müthiş bir zeka ürünü) artık Abdullah Avcı reis ve talebeleri sayelerinde daha az üşüyorlar. Taraftar bu oyunun asıl sahibi ne de olsa!

NE YAPTIN GUTİ USTA?

Önemli olan iki maç üst üste aynı 11’le sahaya çıkılması değil… Eğer öyle olsaydı, Alex Ferguson, 4 gün önce Manchester United’da üst üste 150. maçta farklı 11 sahaya sürüp 9 ay sonra kendi sahasında ilk golü yemezdi!
Asıl önemli olan iki maç üst üste Necip-Ali-Cenk-Ersan gibi 4 genç yetenekle sahaya çıkılması… Günü kurtaracağım diye geleceğin ıskalanmaması.

Eskişehir, takımın metronomunu belirleyen harika bandosu, 24 saat kırmızıyla nefes alıp siyahla nefes veren taraftarıyla en zorlu deplasmanlardan birisi…
Böyle bir deplasmanda genç Ersan takımı ayakta tutarken, oyun kuruculuğunun yanı sıra son haftalarda saha içindeki teknik direktör olarak da pırıl pırıl parıldayan Guti ustanın klasına yakışmayacak kadar saçma bir şekilde oyundan atılması en kötü kâbustan bile beter!
2. sarı karttaki kural bir acayip o ayrı ama gençlerden birinin bu şekilde atılması başka, Guti’nin atılması bambaşka! Toplam 16 yıl boyunca R. Madrid forması giymiş bir yıldız ne olursa olsun Beşiktaş’ın genç yeteneklerini bu şekilde yalnız bırakmamalıydı.
Guti’nin atılmasından sonra Ersan’ın sanki 16 yıldır Beşiktaş forması giyiyormuş kadar olgun ve cesur bir şekilde kramponunu taşın altına sokması sadece dün gece için değil, parlak bir siyah-beyaz gelecek için çok önemli.
Guti saha dışında kimsenin yaralanmasına ya da ölmesine sebep olmadıkça istediğini yapmakta özgürdür, kanunların gerektirdiği cezayı çeker biter. Ama saha içinde bu şekilde oyundan atılmasının cezasını Beşiktaş adına herkes çekti. Guti’yle beraber olurken ekstradan motive olan gençler, Guti’nin şok atılışından sonra Eskişehir’in golüne kadar da farklı bir şekilde ekstradan motive oldular.

PIQUE ERSAN, CASILLAS CENK, NO ERHAN!
10 kişilik direnişte Ersan müdahaleleriyle Beşiktaş’ın Pique’si olmak yolunda daha da büyük adımlar atarken, kaleci Cenk ise (Barcelona maçları hariç) Casillas’ı hatırlatan kritik kurtarışlara imza attı.
Bir de Schuster reis, sana karşı olan her türlü bel altı eleştiriye karşıyız ama lütfen Erhan sevdasından vazgeçsen de sen de Beşiktaşlı da daha fazla zaman kaybetmese!

29 Kasım 2010 Pazartesi

ZAMAN SENİ 5 KERE DAHA HAKLI ÇIKARDI CRUYFF USTA

1- 1979: Johan Cruyff, dönemin Barcelona başkanı Nunez'le toplantıda:
"Öncelikle yapmamız gereken La Masia'ya bir özkaynak düzeni, altyapı inşa etmek. Siz binayı yapın felsefi ve ruhani inşasını bana bırakın. Orada sadece yıldız futbolcular değil, yıllarca Barcelona'ya hizmet edecek ortak bir felsefenin, evrensel bir güzel futbolun tohumlarını yeşertecek değerler yetiştireceğiz."

La Masia'nın ilk mezunlarından birisi, medarı iftaharı Josep Guardiola olacak, 1988'de teknik direktörlüğe getirilen Johan Cruyff tarafından A takıma çıkarılıp uzun yıllar kaptanlık yaptıktan sonra rekorların takımının hocası olacaktır.


2- 2008: Johan Cruyff, bir nevi Barcelona'nın "ruhani lideri" olarak dönemin başkanı Laporta'nın odasında yeni teknik direktörün kim olacağı üzerine fikrini beyan eder:
"Şu anda sadece bir taktisyene değil bir ruha ihtiyacımız var: Rijkaard’ın yerine kim mi gelmeli? Barcelona B’nin hocası, eski talebem Josep Guardiola. Eğer Guardiola’nın eski takım arkadaşı olan sportif direktörümüz Txixi Begiristain’a da uygunsa, hemen Pep’i göreve getirin”



3- 1991: Barcelona 4 yıllık şampiyonluk serisine başlayacağı ligin son maçından önce:
"Taktiğimizde tek bir değişikliğe dahi gerek yok: Eğer top sürekli bizde olursa, rakip bize gol atamaz. Sizden tek isteğim var, bugün kazansak da kaybetsek de kendi felsefemize uygun olarak oynayın. Bu gece kaybetsek bile bu felsefeye sadık kalırsak, gelecekte sürekli kazanan biz olacağız”


29 Kasım 2010: Barcelona: 5 - Real Madrid: 0, Barcelona'nın topla oynama oranı %67


4- 2009 Cruyff & Rexach sohbeti:
“Guardiola, Barcelona’yı çalıştırabilecek teknik direktörler arasında açık ara en deneyimli olanı çünkü o daha futbolcuyken sahadaki teknik direktörümüzdü!”


29 Kasım 2010 günü Barcelona, Real Madrid'i 5-0 yendiğinde Guardiola da aynen şunu söyler:
“Bu başarı başkanından scout'una birçok insana ait. Yılların birikimi.”


5- Tarihi ve yeri belirsiz:

"Futbol basit bir oyundur, zor olan onu basit oynamaktır"

28 Kasım 2010 Pazar

JAJA JAJA ŞAŞAŞA!

Jaja henüz 24 yaşında. America MG takımının altyapısında yetişen birçok Brezilyalı gibi 18 yaşındayken de spektaküler yeteneklerle bezeli bir futbol mücevheriydi. Ancak mücevherin işlenip parlaması zaman aldı. 2004’te dönemin Hollanda devi Feyenoord’a geldiğinde de çok yetenekliydi ancak bireysel yeteneklerini forma giydiği takımdan çok kendisine oynamak için kullandığı için daha mütevazı takımlara sürgüne gitti. Belçika’da Westerlo, İspanya’da Getafe derken arada kiralık olarak Brezilya’ya bile döndü…
Sonra beklenmedik bir ülkenin sürpriz bir takımında uzaktan attığı mükemmel golle adını tüm Türkiye’ye duyurdu. Hatta Türkiye’ye gelmeden önce Türkiye Ligi’nin kaderini değiştirdi: “Jajazede” olan Ertuğrul Sağlam “Hayat devam ediyor” diyerek Bursa’yı efsanevi bir şekilde şampiyonluğa taşıdı.
Sezon başında Sadri Şener başkanla Trabzon’da gezerken bordoyla nefes alıp maviyle nefes veren herkes, başkana yeni transferin kim olacağını soruyordu. Başkan Şener ısrarla
“Şenol Güneş hoca kimi isterse o!”
diye cevaplarken bana dönüp şunu söylemişti:
“Bizim İstanbul takımları gibi çok büyük bir ismi getirip havalimanı şampiyonluğu yaşayacak lüksümüz yok. Şenol Güneş’in taktik planına uyan en iyi ismi transfer edeceğiz”

Kore deneyiminden sonra zaten üst düzey olan teknik direktörlüğünü daha da geliştiren Güneş sadece Kore futboluna Premier Lig’in yeni yıldızı Lee’yi kazandırmakla kalmadı. Kendi futbol vizyonuna da çok şey kazandırdı! Trabzonspor topu kaybettiği anda tüm hatlarıyla kolektif savunmaya başlarken topu kazanır kazanmaz da hücuma olabilecek en hızlı ve en efektif şekilde çıkarak ligimizin en modern futbolunu oynayan takımı. Bir de Jaja’nın santrfor versiyonunu bulurlarsa yılların şampiyonluk hasretine son vermeleri işten bile değil!

21 Kasım 2010 Pazar

BAYRAM TRAFİĞİ

Beşiktaş’ı 2-1 öne geçiren goldeki gibi… Top, Quaresma’nın ayağına geldiğinde bir nevi hiç bitmeyecek gibi gözüken Beşiktaş bayramı! Ancak Beşiktaş’ta bazı oyuncular bayram trafiği misali: Topla ya da topsuz bir türlü gidemiyor, pas trafiğini ve siyah-beyaz futbol gönlünü fena halde sıkıştırıyorlar!

Özellikle Beşiktaş’ın “taktik akıl” açısından en gelişmiş ve olgunlanmış iki oyuncusu Guti’yle Sivok’un yokluğunda oyun kurma görevi takıma eşit olarak dağılıyor. Ancak doğal oyun kurucuların olmadığı dizilişte “kolektif oyun inşası” görevini daha fazla üstlenmesi gereken Aurelio sürekli yana ve geriye oynayınca mecburen sürpriz isimler ön plana çıkıyor: Sarı kart görene kadar ısrarla dikey oynayan Ersan yaşından büyük işler başarıyor. Sezon başlamadan önce “Hedefim Beşiktaş’ın Pique’si olmak” derken ne demek istediğini daha iyi anlatıyor!

Ne de olsa top insandan hatta Messi’den bile hızlı! İnanmayan Messi’li Barcelona ile Messi’li Arjantin’in farkı üzerine bir daha düşünsün. Fakat Holosko futbolun icat edildiği günden beri geçerli olan bu “hız dengesi”ni bir türlü anlayamayıp inatla topla beraber rakiplerinin içinden geçmeye çalışınca, rakip alanda bütün yük Quaresma’nın kramponlarına biniyor.
Q7 oyundan çıkana kadar elinden geleni yine yaptı, hatta yaptığı ortanın sonucunda Holosko gol bile attı! Ancak Q7 sakatlanıp yerine Erhan girince bayram bir anda bitti!
Erhan’ın maçı 2-2’ye getiren goldeki kademe hatasını Beşiktaş’ın A2 ligindeki lider takımının sağ beki antrenmanlarda bile yapmıyor.

KEŞKE…
Keşke Schuster sezon öncesinde Mustafa Denizli ile konuşsaydı da Erhan’larla, Holosko’larla zaman ve puan kaybetmeseydi. Keşke Necip’i yedek bırakarak kendi felsefesinden vazgeçmeseydi!

18 Kasım 2010 Perşembe

HOLLANDA - TÜRKİYE MAÇI ve GECİKMİŞ YENİLİKLER

Günümüz futbolunda belirleyici olan 2 ana unsur var:
1-Hücumun bittiği anda savunmaya ne kadar kolektif başladığınız
2-Savunmada topu kapınca kolektif hücuma ne kadar efektif çıktığınız
Bu iki unsurun ne kadar belirleyici olduğu 2010 Dünya Kupası’nda da tescillenmişti: Avrupa’da bu ikisini en iyi şekilde sahaya yansıtan iki takımdan birisi Hollanda. O Hollanda ile hazırlık maçı yapmak, geleceğin milli takımını kurma; eldeki takımın futbolunu güncelleştirme, bir üst seviyeye çıkarma hedefine uygun bir tercih.
21. yüzyıl futbolu, “kramponlu Pisagor” Cruyff’un yıllar önce anlatmak istediği gibi: Aslında basit bir futbol ama zor olan onu basit oynamak. Ligimizde en basit yani en efektif oynayan takımın, Trabzonspor’un bu kadroda ağır basması son derece doğal ve Hiddinkçe bir tercih. Bu “yeni” milli takım, beraber açılıp beraber kapanmaya, hücuma açılma ve savunmaya kapanma arası süreyi minimuma indirmeye çalışıyor.
Hiddink, daha önce Güney Kore, Avustralya ve Rusya’yı benzer son model futbol ilkelerini uygulayarak ihya etti. İlk 45 dakikada da milli takımımızda nihayet Hiddink futbolundan izler gördük. En üstte saydığım günümüz futbolunun iki belirleyici ana unsurunu şimdilik 10 üzerinden 6-7 arası bir seviyede sahaya başarıyla yansıtabildik.
2010 yazı boşa geçti!
Keşke bu “yeni” milli takımın temelleri dün gece değil de 2010 yazında atılsaydı. Amerika’da ne idüğü belirsiz bir statta benzeri futbol oynayan hiçbir takımın 2012 grubumuzda bulunmadığı Kuzey İrlanda yerine Dünya Kupası öncesinde Hollanda ile karşılaşsaydık! Dün gece kazanmasak da en azından Azerbaycan kazasını yaşamazdık!

GEÇEN YIL BUGÜN NE OLMUŞTU?

Çok yazık olmuştu futbola karşı yetenekleri kısıtlı olsa da futbol yürekleri kocaman olan 11 İrlandalı gence...


Dünya Kupası'na el değdi... Kura çekiminde herkes hiçbir şey olmamış gibi maskeli baloya devam ederken bir delikanlı çıktı, beklenmedik bir isim ama beklendik bir çıkış: Dünya Kupası grup kuraları çekilirken Fransa'yı çeken Charlize Theron, Platini'nin gözünün içine baka baka "İrlanda" dedi...

Sonra bir Güney Afrika sıcağında Meksika, hırsızları çok fena çarptı. Kaderin cilvesi miydi bilmiyorum ama Meksika ilk kez klasik kırmızı-yeşil kombinasyonu yerine çorabından formasına İrlanda yeşil-beyazıyla mücadele etti... Ertesi gün FourFourTwo-Lig Radyo'ya gelen herkese söz verdiğim gibi Fransa'nın yediği gol sayısı kadar lahmacun ısmarladım.

Yalnız başıma değildim: Fransız hırsızlığı tüm dünyada tepki gördü ve İnönü'de de İrlanda bayrağı açıldı... Vallahi o bayrağı açan ben değilim ama açan arkadaşlar dünya ahiret kardeşimdir...
Hayat başkalarının acılarına kayıtlı kaldıkça hakiki ve yaşanmaya değer!

16 Kasım 2010 Salı

YAŞAR DURAN: İNGİLTERE'YE GOL ATANA KADAR!



Kaleci olmasaymış çok rahatlıkla Kemal Sunal filmlerinde kötü adamların en kötüsü olarak harika bir sinema kariyeri yapabilirdi Yaşar… Rahmetli Yadigar Ejder’den hiçbir eksiği yoktu, fazlası vardı. Boyu daha uzun, refleksleri daha jenerikti. Hiç olmadı, en kötü ihtimalle Metin Milli ya da Çetin Alp ayarında bir şarkıcı olabilir, en azından onun her daim sevimli yüzünün hatırına Eurovision’da İngilizler’den 8 puan alabilirdi. Zaten kendisi de söylemişti:
“İngiltere’den 8 yedikten sonra sinemadan, televizyondan, sahnelerden birçok teklif geldi ama insanlara aslında ne kadar iyi bir kaleci olduğumu ispat etmek için kabul etmedim”
Fenerbahçe ve Milli Takım’ın efsanevi oyuncusu Yaşar Duran’ın “iyi” bir kaleci olduğu, yarın sabah güneş doğacağı kadar aşikâr… Çünkü ondan başka hiç kimse –mesela Galatasaraylı ikizi Hayrettin- 8 gol yedikten sonra kendi kendisiyle alay edemez ya gözüne giren güneşten dem vurur ya da açıkça savunmayı ve orta sahayı suçlar. Ancak bu kadar “iyi” adamlar, kendileriyle böyle fütursuzca alay edebilirler:
“İngiltere maçından önce milli takımın asıl kalecisi Ankaragücülü Arif’ti. Ama sanki mahalle maçına çıkacakmışız gibi büyüklerimiz bana ‘Yaşar, senin boyun uzun… İngilizler havadan oynuyorlar, kaleye sen geç’ dediler.”
O gün gerçekten de bir mahalle maçı oynandı Türkiye’de… O zamanki futbol kriterlerine göre Londra’nın en zengin mahallesi ile 12 Eylül Türkiye’sinde Alibeyköy’ün en fakir mahallesinin maçı… Top, forvetimiz Rıdvan Dilmen’in ayağına toplamda 9 kere gelmiş, 9 kez santra yapmıştı. 9 santranın yedincisinde teknik direktörümüz Coşkun Özarı, o gün dudaklarının arasından hiç eksik olmayan uzun Samsun’unu ters yakmış, o esnada dünyada nikotine en çok ihtiyacı olan maçın Türk spikeri top altıncı kez ağlarımıza girdiğinde “Bir İngiltere atağını daha gol yiyerek savuşturuyoruz” demişti. Yedinci golde ise gelmiş geçmiş en trajikomik Türk filminin en unutulmaz sahnesinde yine Yaşar vardı: Golden sonra topu eline almış, santra yapması için topu ısrarla Rıdvan’a vermiyor, kendisini uyaran hakeme
“Atmam abi, bitir artık bu maçı, o zaman ben de topu atarım”
diyordu. Sekizinci ve nihayet son golü yediğimizde maçın 90. dakikasıydı, spikerimiz belki de tersten bir Samsun yakmış, biraz rahatlamıştı: “Sayın seyirciler, maç bitti, biz hala gol yiyoruz”

Aslında Yaşar’ın da Hayrettin gibi kaleci olmak dışında hiç hatası yoktu. Bir ay boyunca hiç durmadan yan top çalışmışlar ama nedense kalemize yapılan her orta gol olmuştu. Yaşar’a göre hezimetin asıl sorumlusu Özarı’dan başkası değildi:
“40. dakikada ‘Hocam allahını biraz seversen beni oyundan al’ diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Ama o gitti orta sahaya adam aldı. Halbuki orta sahamız langırt masasındaki orta saha gibiydi zaten. 90 dakika sahadaki 20 oyuncu sürekli karşımdaydı, bizim ceza alanının içinde saklambaç oynanıyordu ama nedense hep ben ebe oluyordum. Gözümü açtığımda topu filelerden çıkarıyordum”
Aslında Orwell’in kehanetlerinde kıyamet yılı olan 1984’teki o gün, orada ya da televizyonların başında Yaşar’ın suretinde yenilen 8 gol bize enflasyon, Özal, zamlar, Kenan Evren ve askerlik arkadaşları olarak görünüyordu sadece. Aradan yıllar geçti, hala İngiltere’ye tek bir gol bile atamadık, o yüzden de Yaşar’ı asla unutamadık. Ama o zamanlar, amacımız gol atmak ve galibiyet değildi. Asıl gayemiz, şerefli mağlubiyetler almaktı. Rövanş maçında Wembley’de de ilk maça göre skortif açıdan gayet şerefli bir mağlubiyet alacaktık: 0-5.

Milli Takım otobüsü Wembley’in önünde durduğunda Fenerbahçeli Abdülkerim, otobüsten yangından kaçarcasına atlayacak, diğer koşmaya hazırlanan oyuncularımızı geçip “Wembley’e ayak basan ilk Türk ben olacağım” diyerek hayatının deparını atacaktı. Yaşar’a göre bu depar, o zamanlar Wemley’i uzay, kendisini de Neil Armstrong olarak algılayan Türk futbolcusunun en büyük kompleksini kustuğu andı.
İngiltere’nin Ada’ya vize istemeden aldığı ilk Türk olan Yaşar Duran ise Wembley’e nedense son adım atan Türk oldu. Yaşar’ın biraderi Türkiye Elektrik Kurumu başkanı olarak ayarlamış gibi, başta bizim mahalle olmak üzere İstanbul’un yarısında elektrikler kesikti. Zihnindeki elektrik kaçağı asla kesilmeyen Abdülkerim ise ceza alanında, Yaşar ve Raşit Çetiner’e “Lineker’i gördünüz mü?” diye sorup “Biraz önce buradaydı” cevabını aldığında topu yine filelerden çıkartıyorduk. Maç 4-0’ken, 1-0 öndeymiş gibi zaman geçirdik. Ama Coşkun Özarı’nın yıllar sonra 2004’te İstanbul’da 0-0 biten İngiltere maçından sonra söyleyeceği gibi “yine olduramadık”.

Toplamda 18 kez milli olup bunların sadece ikisinde 13 gol yiyen Yaşar, kısa bir süre sonra oynanacak ikinci 8-0’da kaleye geçmeyeceğini adı gibi biliyordu. Ama o zamanlar da şimdi olduğu gibi Türk “skor” basını rakiplerinden her daim 8 yemekle meşguldü. Yaşar’ın yedeği olan Fatih’le aralarında sorunlar olduğunu, küs olduklarını yazdılar. Ama yine ters köşeye yatmışlardı: O gece bu sefer Fatih 8 tane yiyince, Yaşar Duran o efsanevi basın toplantısını yaptı: “Gördüğünüz gibi oda arkadaşım da olan Fatih’le aramızda hiçbir sorun yok. Hatta o kadar içli dışlıyız ki bugün de gördünüz yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyor”

Türkiye’de hele de o yıllarda, kaleci olmak maden işçisi ya da öğretmen olmaktan bile daha zor bir işti. Bir hatalı gol yedin mi, ne kadar mucizevî şekilde olursa olsun kurtardığınız toplar sizi tarihin gazabından asla kurtaramazdı. Değişen bir şey var mı? Yaşar Duran da tıpkı Rüştü Reçber gibi hem Fenerbahçe’nin hem de milli takımın kalecisiydi. İkinci Lig’de Gaziantep’te oynarken Milli Takım’a çağrılan ilk oyuncuydu. Fenerbahçe ile 2 kez lig şampiyonu olacak, ne kadar kupa varsa kazanacaktı. Ama Fenerbahçe kariyerinde bile akılda kalanlar hep 8-0’dan sonra üzerine yapışıp kalan, ağzıyla bile top tutsa asla kurtulamayacağı “kovalık”larıydı: Göteborg’dan 40 metreden yediği gol, Fiorentina maçında baraj kurdurturken kaleye giren top, Beşiktaş maçında yüzü kendi kalesine dönükken yumrukladığı ortanın kendi kalesine girmesi…

Ama, bu kadar “inanılmaz” bir kaleciyi ve bir o kadar da sevimli ve iyi bir adamı siz de Bursa-Fenerbahçe ve Adana Demirspor-Gaziantep maçlarında kurtardığı 3’er penaltı ile hatırlamaya çalışın. En azından bir gün İngiltere’ye bir gol atana kadar…

15 Kasım 2010 Pazartesi

Metin Tekin’in Beşiktaş A takımındaki ilk antrenmanı


“Beşiktaş A takımındaki ilk idmanımı dün gibi hatırlıyorum. Saçlarımdan dolayı takımın ağabeyleri düz koşu yaparken kendi aralarında ‘Bak yahu Cruyff Beşiktaş’a gelmiş’ diye gülüşüyorlardı. Ziya Doğan abi de gülenlere ‘En azından Cruyff’a, bir futbolcuya benziyor. Sizin gibi dalgacı Mahmut’lara benzemiyor ya ona bakın!’ diye çıkışmıştı. Sonra yan top çalışmaya başladık. Benim boyum uzun ve kafa vuruşlarım iyi diye hocamız beni öndireğe yolladı. Kenardan gelen ilk ortada ise Ziya Doğan abinin sesini duydum: “Arka direği boşaltın!” Döndüm baktım, Ziya abinin boyu öyle çok uzun değil ama birden arka direğe doğru kendini yere attı ve uçan kafayla topu doksana taktı! Sonra maçlarda da sürekli aynısını oldu, hatta 1986’da şampiyonluğun kader maçında yine Ziya Doğan abi ‘Arka direği boşaltın!’ diye bağırarak Galatasaray’a golü attığında o ilk antrenman aklıma geldi!”

4 Kasım 2010 Perşembe

PREKAZİ ile UNUTULMAZ BİR SOHBET

Prekazi ile Lig TV koridorlarında rastlaştım. Cep telefonumdaki Dalglish resmini görünce anlatmaya başladı, doyamadım… Yine gel, hatta hiç gitme Cevat usta!
Önce kendi cep telefonundaki Liverpool armasını gösterdi büyük usta. Fiziği, hayat doluluğuyla sanki daha dün Monaco’ya o golü atmış; Hoddle’a kramponunu, Wenger’e gözlüğünü ters giydirmiş gibiydi… Sonra cep telefonu çaldı Cevat ustanın ama üzerinde Liverpool arması olan değil, haritada dağılmış ama Prekazi’nin gönlünden asla silinmemiş anavatanı Yugoslavya’nın Atatürk’ü Tito’nun portresinin olduğu telefonu çaldı. Cevat usta bizden nazikçe özür dileyip telefonunu açmadan önce çalan melodisine eşlik etti: “Yaşasın Tito ve halkların kardeşliği…” Sonra da telefonu kısa kesip anlatmaya başladı…

“Liverpool şahanedir, futbol sınırlarının ötesinde bir yaşam biçiminin, hayat felsefesinin futbol forması giymiş halidir… Buradan beraber atlayıp gemiyle Liverpool’a gitsek ‘Siz de kimsiniz, neden geldiniz, nerelisiniz?’ demezler, gönlümüzün pasaportuna bakıp içeri buyur ederler. Liverpool’lu, İngiliz falan değildir! Tıpkı Saraybosnalıların önce Saraybosnalı sonra Boşnak, Sırp ya da Hırvat olmaları gibi, tıpkı Split’lilerin önce Dalmaçyalı sonra Split’li sonra Hırvat olmaları gibi Liverpool’lular da önce Liverpool’ludur, İngiliz, İskoç ya da İrlandalı olmadan önce. Biliyor musunuz, Liverpool ilk maçında 11 İskoç futbolcu ile sahaya çıkmış. Bir zamanlar Partizan da Liverpool gibi bir takımdı, mesela bizim Abdullah Gegiç, Miloş Milutinoviç, Fahrettin Yusufi, (gelmiş geçmiş en şahane hoca) Ivıca Osim gibi insanoğlu insan adamlar hep Partizan’la özdeşleşmişti. Sonra Partizan’ı da Kızılyıldız gibi faşistler işgal etti. Eskiden Kızılyıldız’lılar, akılları sıra Partizanlı’ları ‘Türk, Müslüman, komünist’ diye aşağılarlardı. Galatasaray da beni Partizan’dan sonra o zaman Dalmaçya’nın Partizan’ı misali olan Hajduk Split’te oynarken keşfetmişti. Tottenham’la yarı final oynuyorduk. Ben o maçta hem Split hem de Liverpool aşkıyla oynuyordum, herhalde ondan o kadar iyi oynamışım da gözlerine çarpmışım.”“Artık Sırp faşistlerinin takımı olan Kızılyıldız’lıların Partizan’ı sevmediği gibi diğer İngilizlerin bazıları da Liverpool’luları sevmezler. Siyah tenlisi, Çinlisi, kızıl saçlı İskoç-İrlandalısının yan yana oturup ‘Asla Yalnız Yürümeyeceksiniz’ diye şarkılar söylemesine kafası basmaz kafatasçı zihniyetlerin. Sürekli bok atarlar Liverpool’a çünkü Liverpool’da bizim İstanbul ve eski Yugoslavya’daki gibi 70 milletten insan vardır ve hiçbirinin dini-dinsizliği-rengi-ırkı sorun olmaz, birbirinin gözüne batmaz. Britanya’da başka türlü bir Yugoslavya’dır Liverpool şehri.
“Eski Yugoslavya futbolundaki ne cevherler vardı, rüşvetçi-satılık faşistler iki avuç dolara şereflerini satmasalardı Yugoslavya dağılmazdı. Dağılmamış Yugoslavya’nın futbol takımı da basket takımı da sürekli şampiyon olurdu. Aslında hâlâ ne cevherler var dağılıp unufak olan eski Yugoslavya topraklarında. Daha ne Zlatan İbrahimoviç’ler var bizim oralarda! Mesela Bojan Krkiç’in babasının adı da Bojan Krkiç’ti, o da iyi topçuydu. Bizde aile boyu futbol aşkı vardır. Mesela Saffet “Baba” Susiç’in abisi Susiç’ten bile parlak topçuydu. Bizim oranın George Best’iydi ama içmekten yeteri kadar oynayamadı. Şimdi bir oğlu var aynı amcasıyla babasının kokteyli gibi: Yumuşacık bilekler, sırtında gözü varmış gibi bir pas yeteneği...”
“Mesela Hırvatlar bir ara Almanların gazına gelip komple faşist oldular. Bosna’da yaşanan insanlık dışı trajedide Sırp faşistleri kadar Hırvat faşistleri de suçlu, günahkâr. Neyse sonra Mesiç geldi de düzeldiler. Milli takımın başına da Biliç geçti. Çok kıyak çocuktur Biliç; o da Split’lidir, rock’çıdır, Che’cidir, bizdendir… Antiç dede de güzel adamdır. Var mı ondan başka hem Barcelona, hem Real, hem de Atletico Madrid’i çalıştıran (var ama bu şahane muhabbete gereksiz bilgi limonu sıkmanın hiç lüzumu yok Cevat usta)? Antiç dede İngiltere’de de kraldır. Futbolculuğunda Luton’da efsane olmuştur, gidin Luton Town kulübüne girişte Antiç’in resmi vardır; o kadar sayılır sevilir… Aslında bizim Simoviç de İngiltere ligine gidecekti zamanında, hatta Van Breukelen’in yerine Nottingham Forest’e gidecekti ama iyi ki gidemedi de bizim Galatasaray’a geldi. Dünyanın en güzel ruhlu adamlarındandır Simoviç kardeş. Eskisi kadar görüşemiyoruz ama bazen kendimi gece gece ‘Simo nasıldır, nerededir?’ diye düşünürken buluyorum.”
“Galatasaray armasını neden cep telefonumda duvar resmi yapmıyorum? Benim Galatasaray’a olan aşkım başka türlü bir aşktır. Öyle cep telefonuna falan sığmaz, taşar. Mezara bile sığmaz Galatasaray’a olan aşkım. İnsan aşkına kızar, küser ama asla vazgeçmez; mezarda bile sevmeye devam eder!

27 Ekim 2010 Çarşamba

(Yorumları bir yana) Çok büyük sanatçıydın sen Sergen!

Her şey ne de güzel başlamıştı… Babam “Yusuf Tunaoğlu”, dedem “George Best” demişti… Ben küçüktüm, daha önce hiç Sergen gibisini görmemiştim, onu bilirdim… Rıdvan vardı tabii ki… Tanju’yu da görmüştüm. Ama Sergen, Beşiktaşlı’ydı! Ancak bizimkilere Allah söyletmiş! “Servetimin büyük bir kısmını kadınlar ve içkiye yatırdım, geri kalanını da çarçur ettim” diyen George Best, yeteneklerini çarçur etme bağlamında Sergen’in yanında en fazla Metin Tekin’miş aslında! Ne de güzeldi o sol ayak! O zamanlar çekirdek yemezdi Sergen, hatta inanmayacaksınız ama bir zamanlar Giggs kadar hızlı, Fabregas kadar zayıftı; belki Mesut Özil bile onun kadar tanrısal bir teknikle bahşedilmemişti… Futbol tanrıları, ona her şeyi vermişti ama en güzel eserini yapmak için uğraşırken tabloyu uzun yıllar aynı kalitede koruyacak cilayı çekmeyi unutan ressam gibi o eşsiz yeteneği nasıl kullanması gerektiğine dair ipucunu Sergen’den esirgemişti…Bu yüzden hep kendini aradı Sergen… Beşiktaş altyapısının Türkiye’nin Ajax’ı olduğu günlerde Serpil Hamdi Tüzün’ün özene bezene işlediği bir futbol cevheriydi… İşin aslı efsanevi hocanın kendisinin de itiraf ettiği gibi Sergen’in olağanüstü futbol yeteneklerini keşfetmek için Serpil Hamdi Tüzün olmaya gerek yoktu, onun oynadığı herhangi bir sahanın yanından geçen herhangi birisi bile Sergen’in bu topraklara 100 yılda bir gelecek kalibrede bir futbol elması olduğunu fark edebilirdi.
Elmas günışığına çıktığında, yavru önce annesine baktı, “Ben bu anneye göre fazla mı güzelim?” diye en baştan tereddüt etti. İlk doğduğunda Sergen, annemizin ligine göre çok ama çok güzeldi belki ama o futbol güzelliğine layık olan yerin burası olmadığı aşikârdı… Ne de olsa yıllar sonra Serpil Hamdi Tüzün hocanın bana gösterdiği defterde Sergen daha A takımla hiç sahaya çıkmadan önce o duran ya da durmayan toplardan birbirinden jenerik gollerin hepsini kafasında atmıştı. Ölümsüz özkaynak devrimcisinden öğrendiği sibernetik tekniğiyle ileride yapabileceği her şeyi o üzerinde “Ali Rıza Sergen Yalçın” yazan kareli defterdeki çocuksu çizimlerde herkesten önce başarmıştı bile! O Liverpool’da Fowler’a asist yapmalı, Barcelona’da Guardiola topu kaptığında oyunu kurması için o binlerce maçın kaderini tek başına değiştirecek kudretteki sol ayağa vermeliydi, Cantona golünü attığında ilk sarıldığı kişi kendisine ortayı yapan Sergen olmalıydı; ara sıra Maldini’den savunmaya yardım etmediği için fırça yemeli ama yine de Sacchi’nin kadroyu kurarken kağıda adını yazdığı ilk isim olmalıydı…
Olmadı, olamadı… Onu büyüten, yetiştiren ülke, “o ülkeler” gibi değildi. Kendi köşesini yazıp gazetenin kalanında ne yazdığını önemsemeyen gazeteci, suçluyu yakalayıp gerekli merciye teslim ettikten sonra salıverilmesine isyan etmeyen polis memuru, hükümet olup derin devlet karşısında iktidar olamayan başbakanlar gibi yeteneğinin ona emrettiğini yapmadı, kendince görevini yapıp gözlerini yumdu.

Görevi, şimdilerde Alex ve Mesut Özil’in yaptığı gibi, maçın büyük kısmında düşük tempoda fırsat kollayıp iş başa düştüğünde ayağına gelen futbol topunu büyücülerin sihirli küresine dönüştürmekti. Mick Jagger bile ısrarla “Her zaman her istediğin olmaz” diye haykırsa da Sergen’in o 40 yılda bir bu ülke topraklarından fışkıran yeteneğiyle Kara Kartal’ı güneşin bile yukarısına uçurup sonradan Hagi’nin yapacağını önceden yapıp bize göreceğimiz en güzel futbol rüyasını gördürtmesini istedik. Sonra da Türk futbolunun eşsiz yeteneği “Beşiktaşlı Sergen” olarak ver elini Liverpool, Barcelona, Milan…

Çoğunuza göstermedi ama inanın Beşiktaş’ın ilk yıllarında salt yetenek açısından Sergen’in Hagi’den hiçbir eksiği yoktu… Ama olmadı işte… O zamanların en güzel volelerini atan adam da hepimiz gibi “Televole” oldu! Biz çocuktuk o zaman, anlayamazdık. Hani, koluna Hülya Avşar’ı, Monica Bellucci’yi taksa yine anlardık biraz, böylesine devasa bir futbol yeteneğinin yanında o kepçe kulaklar o kadar da küçük kalırdı ki! Hadi diyelim ki Tanju gibi eşsiz bir yeteneği kadınların kollarında çar çur etmemeye yemin etmişti. Ama bu toprakların en harcanmış futbol sanatçısı Rıdvan Abi’si hiç mi o Mister Spack kulaklarını çekmemişti? Neydi Sergen’in bu at aşkı? O zamanlar günümüz Türkiye’sinin tek gerçek muhalefeti olarak Tayip Erdoğan’ı sırtından atan Cihan isimli at da daha ortalarda yoktu! Ancak, yaşımız kemale erip Dostoyevski’nin Sergen’den bile büyük bir kumarbaz olduğunu öğrendiğimizde anladık Sergen’i… Bu öyle bir tutkuydu ki Fowler ile McManaman’ın bile atları vardı, Sergen’in onlardan tek eksiği Türk olması mıydı yani?

Sadece Beşiktaş’taki ilk beş sezonu bile efsane olmasına yeter de artardı. Önceleri Gordon Milne 4-4-2’sinde sol açık, sonra da Daum 3-5-2’sinde forvet arkası serbest adam olarak o yıllarda Türkiye sınırlarında futbol sanatının en görkemli yapıtlarına imza atacaktı. Milne bile disipline edemezdi Sergen’i… Zaten o zamanlar Türkiye’de hiçbir futbolcuyla değil sadece Syd Barrett’ın müziğe olan yeteneğiyle karşılaştırılabilirdi 20 yaşındaki Sergen’in futbol dehası. Daum haklıydı, Sergen de Syd Barrett gibi ne kadar serbest bırakılırsa o kadar Sergen olabilirdi. En sevdiğimiz Rolling Stones şarkısındaki “Yakut Salı”ydı Sergen. Ona neden bu kadar özgür olması gerektiğini boşuna soruyorduk, onun için özgür olmak, var olmakla eş anlamlıydı. Hiç büyümeyen ve hep özgür kalan çocuklar gibi canı ne isterse onu yaptı… “Avrupa’da oynamak isteseydim oynarım” diyecek, canı istediğinde de bir Chelsea deplasmanında olduğu gibi Avrupa’daki bir sürü paha biçilmez 10 numaraya pabucunu ters giydirecekti. Bir gün yine o şarkıdaki gibi gitti ansızın… Her yeni bir gün biraz daha değişirken, biz onu daha da fazla özleyecektik. Bu kadarı bile İnönü’de futbol cennetiydi, 1991-96 yılları arasında 136 maç orta sahada oynayıp 67 gol atmıştı. Gollerin sayısı, atılış biçimleri ve vuruş anlarındaki zekâ ve estetiğin yıllar sonra bir araya gelen âşıkların kimseninkine benzemeyen sevişmelerinin yanında sadece küçük bir ayrıntıydı. Biz, futbol kurallarının değiştirilip Sergen’in sadece frikik atması için ölene kadar Beşiktaş’ta oynayacağının hayallerini kurarken, kaynağı Haliç sularından bile bulanık olan bir adamın parası onu bizden çalıp Siirt’e kaçırmıştı! Üstelik Siirt’te hipodrom da yoktu!İstanbulspor’a gelişini de çocuk aklımızla hipodroma bağlayacaktık. O zamanlar bilmiyorduk ki çalıntı da olsa para her şeyi satın alabilirdi. Sergen onların kafalarında tıpkı aynı adamın televizyonu, gazetesi, partisi gibi sadece bir reyting makinesiydi. Tabii ki o futbol yeteneği hiçbir reytinge de sığamaz, beşinci sınıf Berlusconi taklidine yar olamazdı. Sadece 16 maç oynamasına rağmen birbirinden klas 14 gole imza atmış, yeteneğinin ölümsüzlüğünü cümle âleme göstermişti.

Ama keşke Cem Uzan, hayalini kurduğu Törkiş Berlusconi olup Sergen’i İstanbulspor’da tutabilseydi! Sergen, sırtına ezeli rakibimizin sarı-lacivertli formasını geçirip gözümüzün içine baka baka “Ben zaten doğuştan Fenerliyim” demeseydi!
O masumiyetin aniden yitirilişinin acısıydı, tüm o koro halinde İnönü’den yükselen küfürler… En azından Barcelona’nın Figo’ya yaptığı gibi üstüne kesik domuz başı atmamıştık. Fenerbahçe yetmezmiş gibi Galatasaray’a imza atıp “Hep Galatasaray’da oynamak istemiştim” dediğinde, bir ara onu bile yapmayı düşündük ama belki de o günlerde bize Uranüs kadar uzak gözükse de bir gün yine başka formalarla yapamayıp İnönü’ye dönme ihtimalini saklı tuttuğumuz için yapmadık, ona değil bizimle olan hatıralarına kıyamadık…

Trabzon’a gittiğinde içten içe sevindik bile… Bizim için Trabzon teknik direktörlüğünden de ötede insanlığın yüzakı olan Şenol Güneş’ti. Biz şampiyon olamazsak, Trabzon olsundu; bir daha “Doğuştan Fenerliyim, Galatasaraylıyım” dediğini duyup ısrarla sevmeden yapamadığımız eski aşkımıza küfür etmek zorunda kalmamak yeter de artardı bize…

Sergen, sen belki farkında değildin ama öyle bir futbolcuydun ki kimseye yar olmadın, olamadın. O “Yakut Salı” gibi gittin, geldin; kimse seni anlatacak kelimeleri bulamadı. Ama bildiğim tek şey var ki o da nereden gidersen git, hep özlendin, kaybedilmiş olmanla isyan ettirdin. 2002 Dünya Kupası sırasında Yapı Kredi Yayınları’nın Futbol Yıldızları Sergisi’nde bile senin yüzünden yer yerinden oynadı. Serginin açılmasına saatler kala Galatasaray’dan Beşiktaş’a geri döndüğün açıklandığında, Galatasaraylı genel müdür sarı-kırmızı formalı maketini söktürmek için işçilerin hayatını kararttı. Ve sokak sergisini gezen herkes “Nasıl olur da Sergen olmaz?” diyerek hayatımızı cehenneme çevirdi. Ama hiç kimse de o sırada oynanan Dünya Kupası’nda senin neden böylesine sıra dışı yeteneklerine rağmen dünyaca ünlü olmadığın sorusunun asıl sorulması gereken olduğunu anlayamadı.

Sorunun cevabını bir tek sen biliyordun, ama her zamanki gibi çoğumuzdan akıllı olduğun için hiç kimseye söylemedin. Peki, söylesene Dünya Kupası dışında futbol kariyerleri sıradan kalan Schilacci’den, Rossi’den ne eksiğin vardı? En azından bir yazlığına, birkaç haftalığına canın isteseydi de o yeteneği tüm dünya görseydi, en azından o sol ayağınla birkaç frikik atsaydın, belki biz de Dünya Kupası 3.üncülüğü ile yetinmezdik, kim bilir?Ama sen “Erman Toroğlu bile bu ülkede para kazanıyorsa ben asla aç kalmam” derkenki gibi hep herkesten akıllıydın Sergen, zaten yıllarca herkesi senin yeteneğine ihanet eden bir aptal olduğuna inandırmandan belli değil miydi? Nasıl da canın istedi Beşiktaş’ın yüzüncü yılında? Nasıl da birden her şeyi unutturup İnönü’ye gelmiş geçmiş en güzel futbol rüyasına kaldığı yerden devam ettin… Nasıl oldu da Fatih Terim’lerin, Daum’ların, Mustafa Denizli’lerin başaramadığını Lucescu becerdi de seni öyle oynattı? Lucescu’nun onlardan çok fazla eksiği yoktu, tek fazlası sendin Sergen… O Sergen’i Sergen’i olarak kabul etmiş, senin futbol dehan karşısında egosunu daha da sıfırlamıştı. Her zamanki gibi sezon öncesi kampında sakattın, düzeldiğini söylediğinde de “yapar gibi yaptığın” antrenmanı başkası yapsa üçüncü ligde bile oynayamazdı, sen de biliyorsun!
Beşiktaş’ın yeni tesislerinde basket potaları yoktu, ama bir zamanlar o potalara sol ayağının içiyle soktuğun topu futbol gönlümüzün en güzel köşesine tam 90’dan öyle bir soktun ki Sergen, o andan itibaren Beşiktaş’tan ilk ayrılmandan sonra yaptıkların bir daha hiç hatırlanmamak üzere silindi gitti. O sol ayak, çocukluğumuzun yarıda kalan en güzel siyah-beyaz futbol masalına bizi yeniden bağlayan teknikolor rüya jeneratörü gibi devreye bir girdi, pir girdi. 100. yılda kaderin en anlamlı cilvesi olarak şampiyonluğu perçinleyen son dakika golünü Galatasaray’a attığında biz Önder Focan ustanın sana yazdığı, tersten okununca ölümsüz futbol yeteneğiyle eşanlamlı adına dönüşen “Negres”in en güzel solosunu bir kez daha dinledik. Evet kiloluydun, taraftarlar seni omuzlarına almaya çalışırken kan ter içinde kalıp sadece bel hizalarına kadar kaldırabildiklerinde bunu daha iyi görmüştük ama şarkıdaki gibi tersten bakınca ölün bile içimizde yıllardır can çekişen futbol delisi çocuğu sonsuza kadar diriltecek harika bir caz solosuydu.

Umurunda mıydı tüm bunlar? 2003 sonbaharında Abramoviç’in kaynağı belirsiz parasıyla yarattığı son model yıldızlar topluluğu Chelsea’yi o gecenin en parlak yıldızı olarak tek başına devirip oyundan çıkarken sana sarı kart gösteren hakeme bakışındaki kadar umurundaydı her şey… En kayıtsız, gamsız göründüğün anda bile aslında sahada tek başına yapabileceklerini en iyi bilen yine sen olduğun için Beşiktaş’ın galibiyetine 5000 dolarlık bahis oynayıp 40000 Dolar kazanmıştın. Buna rağmen hala kilonu fazla bulanlara verdiğin cevap en az o mağrur Chelsea’yi perişan ederken oynadığın futbolun kadar Sergenceydi: “Daha fazla kilo verip jokey mi olayım yani?”İsteseydin İstanbul’un en güzel yemekçilerini anlatan bir kitap yazar, gurmelerin Hagi’si olurdun… Sana göre en iyi yaptığın üç şey sevişmek, yemek yemek ve futbol oynamaktı. Diğerlerini herkes tartışabilir ama futbol söz konusu olduğunda adının tartışılması ertesi gün güneş doğup doğmayacağını tartışmak kadar gereksiz ve saçma. Hâlâ tartışanlar var biliyorum, çünkü o yerde yatarken attığın golü o anda golün atıldığı kalenin arkasından görmediler. Sen öyle bir dehasın ki Sergen, sen sadece biz Türklerin görme, bilme ayrıcalığına eriştiği tek ama tek şeysin. Belki Türkiye-Almanya maçından biraz Mattheus hatırlar seni, hayatında ilk ve son kez yediği en güzel çalımı… Biraz da sana karşı oynadıktan sonra hayatında ilk ve son kez yedek kulübesine mahkûm olan Chelsea kaptanı Marcel Desailly… Ama biz nasıl unuturuz, Beşiktaş formasıyla Fenerbahçe’ye en güzel golleri atan adamı? Harun Erdenay’ın eliyle bile atarken zorlanacağı mesafeden sol ayağının içiyle basket atan, Hagi’nin profesyonel olmayı reddeden Türk halini?
Söylesene, senin Beşiktaş’tan ayrılmana neden olan Uğur Ekşioğlu’nun adını hatırlayan kaç kişi var? Peki, Türkiye’de şampiyonluk yaşamış dört takımda da forma giyen bir başkası var mı? Buna rağmen, o maçlardan bile uzun süren futbolun Amerikan reytingi seviyesizliğine indirgendiği programların birinde o dört formayı ve senin resmini yan yana koyduklarında, en reyting yalakası bile sana Beşiktaş formasından başka bir formayı yakıştırmaya cüret edebildi mi? Tüm bunları yapıp yine de senin kadar umursamıyormuş gibi davranan, işin kötüsü bu kayıtsızlığın bile bu kadar yakıştığı bir başkası var mı? Sen değil miydin, Galatasaray formasıyla Beşiktaş’a karşı oynadıktan sonra Yasin ile formanı değişip uzun yıllar sonra kendine yakışan formayı giydiğinde “Ne yapayım, Yasin formamı istedi, çıplak mı gezseydim yani?” diyen?
Beşiktaş’tan bir kez daha ayrılınca Şekerspor’a transfer olup yine sadece sana özgü eşsiz çalımını attığında, bir kez daha anlayamadılar seni. Sen ilk günden beri futbola senin yeteneğinle karşılaştırınca en fazla bomba muamelesi yapabilen yöneticilerin, başkanların, skor yorumcularının yönettiği o endüstriyel futbol yalanını oynamak istemedin. Tıpkı bizim seni izleyip en güzel futbol düşlerini kurduğumuz çocukluk günlerimizdeki gibi önemli olan kazanmak ya da kaybetmek değil, “o kadar güzel oynamak”tı! O parçası olmak istemediğin dünyanın en büyük yıldızlarından Roberto Carlos üç bin kişinin huzurunda Fenerbahçe’ye imza attığında sen Eskişehir formasını sırtına geçirirken seni karşılayan 8000 Eskişehirli de mi haksızdı yani?
Senin adının yanında ister istemez kifayetsiz kalan tüm bu cümleleri yazarken dedemin söylemek istediğini daha iyi anladım. Sadece “George Best” deyip gözünü kırpmamaya çalışarak seni izlemişti o ilk gün… Hayatının son gününde ameliyata girmeden önce doktorlar istediği bir şey olup olmadığını sorduklarında ise “Odama televizyon getirin, Sergen’i izleyeceğim” demişti. Bunu da bil Sergen!

4 Ekim 2010 Pazartesi

PARALEL OLMAYAN BİR HÜCUM EVRENİ

Uzun bir süredir Beşiktaş set hücumu yaparken Holosko pozisyona girdiğinde heyecanlanmıyorum, kaçacak gol için boşuna hayıflanmıyorum. Holosko ne kadar etkili bir “kontratak silahı”ysa o kadar da “ters tepen”, sürekli ıska geçen bir “set hücumu silahı”. Slovak forvet, 21. dakikada maalesef başta tek vuruş plaseler olmak üzere son vuruşlarda ne kadar büyük fundemantal eksikleri olduğunu en trajikomik şekilde bir kez daha gösterdi. Sonra da konsantrasyonunu tamamen kaybetti. Holosko, Beşiktaş’ın hücum setlerine “paralel olmayan bir evren”de kendi kendine bocaladı…
Beşiktaş’ın Schuster menşeli set hücumları her ne kadar Feyyaz’ın, İlhan Mansız’ın olmadığı yerde santrfor olarak nitelen Nobre’nin sınırlı yetenekleriyle biraz daha uyumlu olsa da, Holosko’nun “patlayıcı kontra forvet” profiline hiç uymadığı kesin. Aynı set hücumu mantığında Q7’nin yokluğunda Beşiktaş kanatlardan iki “ofansif özellikleri gelişmiş” bekiyle hücum etti ve Schuster orta sahanın kanatlarında sabit açık oyuncuları kullanmadı.
İki bek oyuncusunun bu kadar ofansif rollerle oynatıldığı bu sistemde de Aurelio mecburen önliberodan çok, ikinci hamleleri kısıtlı olan iki stopere çok yaklaşıp beklerinin boşalttığı alanlarda ilk topa basmak, kademeye girmek için “önstoper” gibi oynadı. Gözümüz gönlümüz iki ceza alanı arası sürekli mekik dokuyan Necip’i aradı. Aurelio’lu rotasyondan önce Ernst-Necip ikilisiyle Beşiktaş kalesinde daha çok pozisyon görse de rakibe verdiği pozisyonun en az iki katını buluyordu!

Tabii o maçlarda rakiplerin hiçbiri Trabzonspor değildi. Hasan Gören’in LigTV istatistiklerine göre ligimizin topla en çok oynayan üç oyuncusundan ikisi Trabzon orta sahasından Selçuk ve Colman. Bu maça kadar ligde hücumlarının %43’ünü kanatlardan %57’sini ortadan geliştiren Beşiktaş, ligin en optimum top kullanan orta sahası karşısında Rotasyon-Holosko-Aurelio üçgeninde ofans-defans dengesini kuramayınca zorlu deplasmandan eli boş dönmek zorunda kaldı.

12 Ağustos 2010 Perşembe

HOCANIN GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİT: Ziya Doğan-Ayman özelinden hareketle

Nasıl her Capello'nun bir Emerson'u, her Redknapp'ın bir Crouch'ı varsa her Ziya Doğan'ın bir Ayman'ı, her Rıza Çalımbay'ın da bir Youla'sı var(dı)...


Bazılarımız "Futbol bir endüstri, takımlar da şirketler gibi yönetilmeli" derken, daha romantik futbol aşıkları için ayaktopu her geçen gün daha da endüstrileşse bile son tahlilde doğup büyüdüğümüz mahallede oynadığımız açık ara en güzel oyun... İşin aslı günümüz futbolu eşit oranda olmasa da her ikisinin tam anlamıyla sentezi. Bir tarafta dünyanın en zengin adamları başkanlık koltuğuna kurulmuşken, futbol medeniyet düzeyi gelişmiş ülkelerde "Parayı verdim düdüğü sadece ben çalarım" görgüsüzlüğü tek başına oyuna hâkim değil. Diğer türlü olsaydı hayatında futbol oynamamış olan Liverpool'un tartışmalı Amerikalı sahipleri sadece taraftarlara saygılarını göstermek için devrimci Bill Shankly'nin adını anmazlar, tişörtlerini giymezlerdi... Şimdilerde de kovulmaktan beter hallere düşürülmezlerdi...

Bu yüzden bu güzel oyunda olup biten her şeye, annemizin ligine tepeden bakmadan ama asla futbolun en güzel yaşandığı ülkeleri ıskalamadan olabilecek en analitik şekilde bakmak lazım. Bizde olan bazı negatif şeylerin "onlar"da olmadığı kesin ancak onlarda olan birçok şeyin de bizim ülkemizin futbolunda olduğu aşikar: Nasıl her Capello'nun bir Emerson'u, her Harry Redknapp'ın bir Peter Crouch'ı varsa her Ziya Doğan'ın bir Ayman'ı, her Rıza Çalımbay'ın da bir Youla'sı var...
Ayman Abdelaziz, Malatyaspor, Gençlerbirliği ve Trabzonspor'da beraber çalıştığı Ziya Doğan'ın yeni takımı Diyarbakırspor'a imza attığında "Ziya Doğan, Ayman'ına kavuştu" manşetleri atılmıştı. Manşetlerin altındaki yorumlar ise ülkemizdeki futbol yorumu bağlamında müzmin bakarkörlüğün sadece bir kısmıydı: "Çalıştırdığı üç takıma da götürdü, artık komisyonlarla kendisine boğazda ev alır!" İşin aslı o esnada Ziya Doğan, Diyarbakır'da bir haftadır beraber antrenman yaptığı 21 yeni transferle kumdan kaleler inşa etmeye çalışmakla meşguldü. "Ayman, uzun yıllar beraber çalıştığım, benim futbol felsefemde taktiksel açıdan kilit önemde olan bir oyuncu. O yüzden Malatyaspor'da çalıştığımız dönemden beri onu her çalıştırdığım takımda oynatmak istememden daha doğal bir şey olamaz, diğer türlü düşünmek çok art niyetli. Ben hayatta sadece parayı düşünsem zaten Diyarbakırspor'u çalıştırmazdım ki! Geçen sezon Konyaspor'da yarım devreliğine 250 bin dolar alan Ayman, bu sezon Diyarbakırspor'da bir sezon için 150 bin dolara oynuyor. Ayman-Ziya Doğan ilişkisi bundan ibaret:
Takımın teknik patronu olarak en çok işime yarayacak personeli bütçemize uygun olarak en az maliyete çalıştırıyorum. İş kısmı bir yana mahallede top oynarken de hep gözünüz kapalı güvendiğiniz kişiyle aynı takımda olmak istemez misiniz?"
diye söze başlıyor Ziya Doğan. Gerçekten de Ziya Doğan-Ayman özelinden teknik direktör ve vazgeçmediği oyuncu genelini incelersek futbol adına ortada asla başka şeylere tenezzül edilmeyecek bir başarı söz konusu: "En başta Ayman gelmeden önceki ve Ayman geldikten sonraki Malatyaspor'un performansını incelemek gerek. Ayman'dan önce küme düşmemeye oynayan takım Ayman'la beraber ligi Fenerbahçe'nin üstünde 5. sırada tamamladı ve UEFA Kupası'na katılma hakkını kazandı. 2005-6 sezonunda ise yine küme düşme hattında olan Gençlerbirliği'ne devre arasında tek bir isim transfer ettik, o da Ayman Abdelaziz'di; ikinci yarıyı 5. sırada bitirdik. Keza Trabzonspor'a da devre arasında Ayman'ı transfer ettik ve puan tablosunun alt kısmındayken ikinci yarıyı lider bitirip sezonu 4. sırada tamamladık. Ayman'la dört ayrı takımda çalıştım, tek bir gün en ufak problem çıkarmadı, oynadığı her maçta terinin son damlasına kadar mücadele etti. Trabzon'dayken onu sürekli oynatıyorum diye 'Ziya Doğan'ın manevi oğlu' dediler, ben çalıştığım kurumun başarısı söz konusuysa değil Ayman'ı babamı bile tanımam!"
FourFourTwo, Ziya hocaya Ayman'ın taktiksel önemini ısrarla sorsa da "Siz benden daha iyi analiz ediyorsunuz zaten, ben kendi ağzımla taktik sırlarımı ifşa etmeyeyim daha hayırlı olur" diyerek Aymanvari markajımızdan ustaca sıyrılıyor. Gerçekten de insan kendi kendisine sormadan edemiyor: "Mesele taktiksel değil de öküz altındaki buzağıysa, insan hem kendini bu kadar afişe edip hem de üstüne daha önce Tolga Seyhan gibi gözden çıkardığı oyuncuyu yeni takımına neden alır ki?"
Bu sorunun cevabı da dünyanın en popüler ligi Premier Lig'in Türkiye'ye açılan pencerelerinden birinden, Liverpool ve Galatasaray eski teknik direktörü Souness'tan geliyor:
"Futbol tarihi boyunca eski çalıştırdığı takımlardan iyi tanıdığı oyuncuları daha sonra çalıştırdığı kulüplere transfer etme bağlamında en büyük komisyonculuk suçlamasına maruz kalan isim benim.
1991-94 yılları arasında görev yaptığım Liverpool dünyanın en büyük takımlarından birisidir ve her zaman en iyi oyuncuları kadrosunda bulundurur. Ben de o yüzden genellikle oradaki eski oyuncularımı daha sonra çalıştırdığım takımlara transfer ettim. Ama mesela 1991'de büyük umutlarla transfer ettiğim Dean Saunders'ı kapalı savunmaları çözen bir santrfordan ise daha çok bir kontratak forveti olduğu için bir yıl sonra Aston Villa'ya sattım. Liverpool'da asıl performansını gösteremiyordu çünkü herkes Ada'nın en güçlü takımına karşı kalabalık bir savunma yapıyor, Saunders da o oyun planında başarılı olamıyordu. O Saunders, A. Villa formasıyla ilk maçında, Liverpool'a iki gol birden attı çünkü onların kalabalık alan savunmasına dayalı kontratak taktiği için biçilmiş kaftandı. Aynı şekilde bu kez Galatasaray'ın başındayken Saunders'ı transfer ettim, Türkiye'de de oldukça başarılı oldu çünkü o zaman Türk savunmacıları çok ağırdı. Galatasaray'a getirdiğim diğer isimlerden birisi Barry Venison bir sezon önce Newcastle United'da önlibero olarak İngiltere Milli Takımı'na kadar seçildi. Halbuki ben Venison Liverpool'da sağ bekken onu dönemin futbol standartlarına göre ağır olduğu için satmıştım, Galatasaray'a da önlibero olarak transfer ettim ancak sakatlıklar yüzünden Saunders kadar başarılı olamadı. Yani Venison portföyümden çıkmış oldu, Saunders'ı ise 1998'de Benfica'ya da götürdüm. Liverpool'da öğrencim olan Michael Thomas da Benfica'ya götürdüğüm Adalı oyuncular arasındaydı. Bir teknik adam her zaman tanıdığı, güvendiği oyuncularla çalışmak ister. Aynı mantıktan hareketle Galatasaray'dan oyuncum Tugay Kerimoğlu'nu önce eski takımım Rangers'a önerdim, sonra da Blackburn Rovers'a transfer ettim. Hakan Şükür, Hakan Ünsal ve diğer birçok eski çalıştırdığım takımlardan tanıdığım, güvendiğim isimleri de sayınca hepsinden komisyon almış olsam herhalde o paralarla Manchester City'nin sahibinden bile daha zengin olur Liverpool'u alırdım!"

Hocaların oyun planlarındaki kilit isimleri her gittikleri takıma götürmek istemesi bağlamında Souness - Saunders özelindeki ilişkinin annemizin ligindeki versiyonunun Rıza Çalımbay - Youla ikilisi olduğu herkesin malumu(ydu): "Hızlı hücum, patlayan forvetler günümüz futbolunun en yadsınamaz gerçeği. Bu taktiksel açıdan bakınca son 10 yılda ligimizin en etkili patlayıcı forvetlerinden olan Youla'yla sadece ben değil, tüm teknik adamlar çalışmak istiyorlardı" diye söze başlıyor Rıza Çalımbay. " Mesela Göztepe'den Denizlispor'a götürdüğüm eski taleben Servet de oyuncu ve insan kalitesi bağlamında her zaman %100'le oynayan bir oyuncu, onu da her zaman çalıştırdığım takımda oynatmak isterim ancak çalıştırdığım takımın imkanları ölçüsünde istediğim oyuncularla çalışma fırsatı buluyorum. Zamanında Tigana'dan önce ben Burak Yılmaz'ı Antalyaspor'dan Beşiktaş'a transfer etmek istemiştim ama o dönemde Beşiktaş'ın transfer bütçesi bu transferin gerçekleşmesine uygun değildi ya da bana öyle söylenildi! Herhalde Tigana yabancı olduğu için benden sonra göreve geldiğinde bir anda bütçe büyüyüverdi! Aynı dönemde Youla, Beşiktaş'tayken haksızlığa uğradı, bazıları 'Youla kapalı defanslara karşı oynayamaz' diye biletini kestiler ancak Eskişehirspor'da gördük ki kapalı defanslara karşı da gayet başarılı bir forvet. Zaten kapalı savunmalara karşı yetersiz bir oyuncu olsa İstanbul'da 1-0 yenildiğimiz maçın rövanşında dünyanın en iyi kapalı savunma yapan ekollerinden İsveç'in Malmö'sünü tek başına perişan edemezdi. Mourinho da zamanında tüm eleştirilere kulağını tıkayarak Deco ve Carvalho'da inat etti, sonunda hep o haklı çıktı. Denizlispor - Porto maçlarında tüm Türkiye bir anda Deco'yu tanımıştı. Halbuki aynı Deco birkaç yıl önce zamanın Benfica teknik direktörü Souness tarafından yeterli bulunmayıp istenmemişti. Tüm bunlar tercih meselesi sadece. Teknik direktör yaptığı doğru oyuncu tercihleri ölçüsünde başarılıdır. Mourinho Deco'yu çalıştırdığı Inter'e transfer etmek istiyordu çünkü tüm teknik adamlar beraber çalışırken maksimum verim aldıkları oyuncuları götürebildikleri yere kadar götürmek isterler!"

Youla'nın da Rıza Çalımbay ile ilgili duygularını göz önününde bulundurunca aslında yazımızın başlığı cuk oturuyor gibi: "Hocanın götürdüğü yere git!" Bu futbolcu - teknik adam arasındaki zaman ve maddiyat ötesi ilişkiye en yakından şahit olan FourFourTwo muhabiri Hilal Gülyurt'un tanıklığı her şeyi olabilecek en anlamlı şekilde özetliyor: "Youla röportajını yaparken Rıza Çalımbay da Youla'nın görebileceği bir noktada oturuyordu. Onu göstererek 'Ne kadar ekmek o kadar köfte' dedi. Komik olan bunu bozuk Türkçesiyle söylemeye çalışmasıydı. Her cümlesine Rıza hocayı ekleyerek sürekli 'Beni bu kadar optimal kullandığı için ona çok şey borçluyum' dedi. Kampta mangal yaparken balıkları toplayıp toplayıp Rıza hocaya götürüyormuş. 'Ben ona bakacağım, o bana çok baktı' diyormuş." Tabii sonra Youla-Rıza Çalımbay arasında neler neler yaşandı, tüm bunlar aşk bitip kalplere zehir karıştıktan sonra hatırlanmak bile istenmediği için şömineye atılan mutluluk fotoları misali kül olup gittiler…
Ancak Kim bilir belki de Emerson da tuttuğu balıkları hâlâ Capello’ya götürüyordur da bizim haberimiz yoktur ama şurası kesin ki eğer Brezilyalı önlibero İngiliz olsaydı hala Michael Carrick’in yerine Capello’nun prensi olmaya devam ederdi!


KİM KİMLE NEREDE ÇALIŞTI?
Modern zamanların yerel rekortmeni Ersun Yanal ve adamları!

ERSUN YANAL
Oyuncu Beraber çalıştığı takımlar
Serkan Balcı: Gençlerbirliği, Trabzonspor
Ümit Bozkurt: Denizlispor, Gençlerbirliği, Manisaspor
Selçuk İnan: Manisaspor, Trabzonspor
Veysel Cihan: Denizlispor, Gençlerbirliği
Umut Bulut: Ankaragücü, Trabzonspor

HARRY REDKNAPP
Oyuncu Beraber çalıştığı takımlar
Peter Crouch: Southampton, Portsmouth, Tottenham
Jermain Defoe: West Ham, Portsmouth, Tottenham
David James: Portsmouth + 2009-10’da 39 yaşında Tottenham’a aldırmak uğruna yönetimle ters düştü.
Niko Kranjcar: Portsmouth, Tottenham

FABIO CAPELLO
Oyuncu Beraber çalıştığı takımlar
Emerson: Roma, Juventus, Real Madrid
Panucci: Milan, Real Madrid, Roma

JOSE MOURINHO
Oyuncu Beraber çalıştığı takımlar
Paulo Ferreira: Porto, Chelsea
Maniche: Porto, Chelsea
Ricardo Carvalho:Porto, Chelsea, Real Madrid

RINUS MICHELS
Oyuncu Beraber çalıştığı takımlar
Johan Cruyff: Ajax, Barcelona, Los Angeles Aztecs
Johan Neeskens: Ajax, Barcelona


ÖNEMLİ NOT: Bu yazı yaklaşık 1 yıl önce yazılmıştır (FourFourTwo arşivindendir)