31 Mart 2009 Salı

FourFourTwo'daki Zico röportajından sonra yazmadan duramazdım: “ASIL PELE, SİYAH ZİCO’DUR OĞLUM!”: ZİCO, ZİCO, ZİCO... O kadar özledik ki!...



“ASIL PELE, SİYAH ZİCO’DUR OĞLUM!”

Daha dünyanın en güzel kadını İstanbul’un ince topuklu çizmeleri Moda, endüstriyel betonarme yığınına dönmeden önce, beyaz köşklerin arasında tanışmıştık Beyaz Pele’yle… 1980’li yılların başında, uçsuz bucaksız Moda sahilinde bana o zamanlar dünyanın en güzel masalları gibi gelen güzel yaşama sanatının sırlarını anlatan dedem “Futbol, aşktan beri en büyük icattır” demiş, daha sonra da “Şimdi gelmiş geçmiş en büyük futbol sanatçılarını seyretmeye gidiyoruz” diyerek ilk kez kızıl Ford Mustang’ini bu kadar hızlı sürmüştü.
Erenköy’deki kırık dökük köşke geldiğimizde yol boyunca dedemin sanki peygamberleri ya da dünyayı kurtaranları anlatıyormuşçasına kusursuz bir saygı ve aşırı bir sevgiyle adlarını andığı isimler, kulaklarımda yankılanıyor, pencereden içeri süzülen zarif melteme karışarak güneşe doğru yükseliyordu:
“Babanla amcan gibi sakallı olan ama hep dimdik duran Socrates, dayın gibi her daim iki dirhem bir çekirdek zarif Falcao ve hepsinin şefi Zico!” “Zico, Zico, Zico…”


Arabadan olabilecek en hızlı şekilde inip televizyonun olduğu salona doğru ilerlerken sigarasını söndürmüş ve sanki dünyanın sırrını açıklıyormuşçasına kendisinden geçerek “Bak Zico’ya ‘Beyaz Pele’ diyorlar. Ben Pele’yi de seyrettim, eğer Zico Pele’den önce oynamış olsaydı, asıl Pele’ye ‘Siyah Zico’ derlerdi.” dDiye noktayı koymuştu. Sokrates ve Falcao’yu hayatımdaki en güzel şeylere benzeten dedem, Zico için sadece “Pele” demişti. “Pele” demek dedemin kutsal futbol kitabında İsa demek, toprak ana demek, kutsal ruh demek, her şey demekti. Şaşırmış, iki karışlık aklımla anlamaya çalışmıştım. Başlama düdüğünden hemen önce dedem anlayacağım dille anlatmıştı her şeyi: “Futbol bozuluyor artık, İtalyanlar, Almanlar, Sovyetler herkes makine gibi oynuyor; ruh yok, sanat yok, insan dokunuşu yok. Çirkin bir elbiseye dönüştü futbol, Zico da o elbisenin üstündeki küçük gözüken ama bakmasını bilene pırıl pırıl parlayan en güzel düğme…”

Dedem baş köşeye kurulmuş, babaannem tömbeki nargilesini hazırlamış, maç başlamıştı. Sarı ve kızıl formalı iki takım sahadaydı. Ben önce iki karış aklımla “Beyaz Pele”ye taktığım için daha çok beyaz tenli oyuncunun forma giydiği Sovyetleri tuttuğumuzu sanıyordum. Ta ki maçın hemen başında Sovyet oyunculardan birisi gerçek “Beyaz Pele”ye tekme atana kadar… Dedem yerinden fırlamış, sanki tekme kendisine atılmış gibi acıyla kıvranarak bağırmaya başlamıştı. Ama bizim asıl tuttuğumuz takım Brezilya hemen oyuna başlamış, dedem yerine dönmüştü:
“İşte futbol bu! Herkes örnek almalı, tam 9 oyuncu ile hücum, top ayaklarına geldiğinde hepsi birer Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar…”
Ben hiçbir şey anlamıyor sadece top ayağına mıknatıs gibi yapışan “Beyaz Pele”ye bakıyordum. Sahiden de babama ikizi gibi benzeyen Socrates kendi cezaalanı önünde topu alıyor, kanatlara açıyor ama bir şekilde top hep Zico’ya geliyordu. Bütün bir ilk devre boyunca hep sarılar oynamış ama golü tam anlamıyla “Bal”ına Sovyetler atmıştı. Bal’ın golüne rağmen dedem nargilesini keyifli keyifli tüttürüyor “Hiç merak etme, onların Bal’ı varsa, yukarıda da Allah var” diyordu. Allah vardı şüphesiz, ikinci yarıda Sovyetlerr sadece topun peşinden nefes nefese koşturdular, onlar da iyiydi ama yeterince değil, önce babam Socrates sonra da Eder ile Brezilya fazlasıyla hak ettiği golleri atıyor, dedem küçük çocuklar gibi havalara uçuyor, közler halıyı yakıyordu. Babaannem her zaman olduğu gibi yine kızmıyor hatta dedemin ona verdiği görevle Brezilya kazansın diye içeriye gidip namaz kılıyordu. Maç bitmişti. Ben ilk kez aşık olmuştum. Haziran’ın en güzel günlerinden birinde, gündüz gece demeden bahçeye çıkmış, Zico olmaya karar vermiştim. Ama bahçede top oynamak için toplanan herkes de Zico olmak istiyordu. Tam 10 Zico, annelerimiz çıldırana kadar sarı topun peşinde, başka gezegenler arası bir gece yolculuğuna çıkmıştık.

Sonraki 4 gün de aynı şekilde geçmiş, "Ben Zico olacağım, sen Zico olacaksın" kavgaları şiddetlenerek devam etmişti. Nihayet dedem kardeş kavgasını ayırmış ve hepimizi köşkün salonunda toplayarak aşkımızla ikinci randevumuz için hazırlamıştı: Bir sürü Çamlıca gazozu, çilekli pastalar, babaannemin krallara hazırlar gibi bir ihtişamla hazırladığı tömbekisi ve yan odada inanç bulutları üzerinde gol duasına çıktığı seccadesi… İlk 33 dakikada pastalar çoktan bitmiş, babamla amcam gidip yeni gazozlar ısmarlamışlardı. O 33. dakikada ise herkes Zico’ydu… Hayatım boyunca gözümün önünden silinmeyecek o anda tam 33 dakika Tanpınar’ın “Huzur”undaki Mümtaz ve Nuran gibi defalarca buluşan Zico ve futbol topu nihayet öpüşecekler ve o an sonsuzluğa doğru kanatlanıp uçacaktı. Babaannem içeriden başında yaşması gelmiş, hepimizi kucaklamış, yere dökülen gazozlara, közlere hiç aldırmadan Zico’ya sarılan Eder gibi dedeme sarılmıştı. Bize hiç bitmeyecek gibi gelen bu harika film, aslında Sevilla’daki Estadio Benito Villamarin Stadı’nda daha yeni başlıyordu. Biri Souness olmak üzere tam 3 oyuncuyla Zico’yu durdurmaya çalışan İskoçya bir şeyi farkında değildi: Zico 70’lerden kalma bir yıldızdı, kendisine değil Cruyff gibi Beckenbauer gibi takımı için oynuyordu. Sahadaki 50 bin kişiyi mest eden ufak tefek adamda en ufak bir hırs belirtisi bile yoktu. Sanki doğup büyüdüğü Rio De Janeiro’nın Quintino varoşundaki gibi top ayağına geldiğinde elinden geleni yapıyor ve tüm umutlarını kendisine bağlayan işsiz sınıfı ailesini mahçup etmemek için, topu hiç kaptırmamak için çırpınıyordu. Onun ayaklarında futbol topu işsiz bir gencin sokakta bulduğu paltonun içinden çıkan sahipsiz bir pırlanta gibiydi. Mahallede beraber oynadığı arkadaşları da onun gibi fakirdi, hepsinin de babaları işsizdi, o yüzden olsa gerek herkesle paylaşıyor ama herkes de sanki en çok onun ayağına yakıştığında hemfikir olduğu için pırlanta dönüp dolaşıp hep ona geliyordu. O gün de işte İskoçlar karşısında 4-1 kazanmakla kalmayıp tüm futbol dilencilerini de bir daha asla silinmeyecek bir aşkla kendisine bağlayan Zico ve arkadaşları tıpkı ilk top oynadıkları günkü gibi şenlerdi.

9 gün sonra aynı stada bu kez Yeni Zelanda’yı yine 4 golle geçerlerken perdeyi yine Zico açacak, 3 dakika arayla birbirinden zarif iki golle ona olan aşkımızı sonsuzluğun da ötesine taşıyacaktı. Dedem, nargilesinden çıkıp tüm salondan Haziran gökyüzüne yayılan bulutların üzerindeydi. O yaz uçuyorduk, sanki asla yere düşmeyecek kadar yükseklerde uçuyorduk… Neredeyse bir başka hayat kadar uzak bir tarih olarak gelen 2 Temmuz’a kadar Zico ve arkadaşlarından mahrumduk, sadece hatıralarıyla yaşıyor, her gün gazetelerin verdiği boy boy Zico posterlini duvarlarımıza asmakla ve saatlerce süren maçlarda Brezilya olmakla yetiniyorduk. Karşı mahalledeyse mavi-beyaz çizgili Maradona’lar vardı. 2 Temmuz’a kadar Maradona’lar ile defalarca oynadık, hepsinde de dedemin boş gazoz şişeleriyle verdiği taktikler sayesinde kazandık. Ama nedense Sokrates kılklı babam bir akşam yemekte “Brezilya o kadar iyi oynuyor ki bu kupayı kazanmasına imkan yok” demişti. Önce kızıp sofradan kalkmış, sonra da 5 karış aklımla babama küsmüş, yazın kalanında tamamen dedemin yanına taşınmıştım.
Dedemlerde kaldığım ikinci gece bütün takım oradaydık. Yaşmağı başında kutsal görevine hazır babaannem, tömbekili nargile, Çamlıca gazozları, bizim mahallenin Brezilya takımı ve konuşmasak da Socrates kılıklı babam… Onu o kadar özlemiştik ki, sanki o da bizi çok özlemiş gibi daha 11. dakikada Maradona’ların kalesine her zamanki zerafetinde bir gol atıyor, daha çok atacaklarmış gibi fazla sevinmeden kendi sahasına dönüyordu. Babam görecekti şampiyonun kim olacağını! İşin garibi o da bizim kadar Brezilya’yı tutuyordu! Önce onun pasıyla Serginho sonra da O’nun pasıyla Falcao… Geriye sadece uyuz İtalyanlar kalıyordu. Hiç maç kazanmadan final grubuna çıkan şikeci Rossi ve mahalle kasapları! Biz Dallas’taki Bobby Ewing’dik, güzeldik, dürüsttük, onlar ise Ceyar’dı! Bizim evimiz “Küçük Ev”deki o eldeğmemiş yeryüzü cennetiydi, onlarınki ise Ceyar’ın binbir dolap çevirdiği malikanesi! Bu sefer arka mahalledeki Maradona’lar uyuz Rossi ve kasaplarına dönüşmüşlerdi. Son yaptığımız maç bitmemiş, ben ilk kavgamı etmiş, bana yani Zico’ya arkadan tekmeyi yapıştıran kasaba Allah ne verdiyse girişmiştim. Babam kızmış, teknik direktörümüz, her şeyimiz dedem ise beni korumuştu. Zaten ben dedemin torunuydum, babamın oğlu değil! Çünkü ben Zico’ydum!
5 Temmuz 1982’de finale kalacak takımı belirleyecek maç, sadece benim günlerce ağlamama, hayat boyu da haticenin boşverilip neticenin hatırlanacağı acısını öğrenmeme sebep olmayacaktı. Küçük bir çocuğun gözlerinden bakınca o gün dünyada aslında hakkın değil, haksızlığın hüküm sürdüğünü ilk kez anlayacaktım. Ama artık büyümüş bir futbol dilencisi olarak o maç, gerçek anlamda futbol dilencilerinin en büyük yenilgisi, haksızlığın en büyük zaferidir. Yeteneksizliklerini “kilit” sistemine sığınarak ört bas etmeye çalışan İtalyanlar o maçı haksızca kazanmasalardı, 1990’larda futbol bu kadar sıkıcı ve kötü olmazdı. Eğer o gün Brezilya kazanmış olsaydı, bugün futbolun bir adaleti olurdu. Sadece o gün Zico’ya atılan ve hepimizin kalbinde hissettiği tekmeler, İtalyan usülü zaman çalmalar belki de o zamandan bizleri asileştirdi, asabileştirdi. O gün hak eden taraf kazanmış olsaydı, bugün gelmiş geçmiş en büyük futbolcu olarak Zico anılırdı! Ama tekmeler ve çirkeflik kazandı ve o gün kazanmak için her yol mübah sayılmaya başlandı. Öyle de devam etti…

Aslında Zico’nun öyküsünü en güzel özetleyen olay da şüphesiz o maçtır. Ama bizler neticeye değil haticeye aşık olanlar olarak, bugün o saf çocukların futbol Tanrı’sının çok yakın zamanda burada Kadıköy’de olmasının ne kadar da önemli olduğunu adımız gibi biliyoruz. Onu Rio’nun varoşlarından Kadıköy’ün ihtişamına taşıyan kader daha en baştan 5 Temmuz 1982 günündeki gibi haksızlığın hükümdarlığında biçimlenmiş.
Daha benim onu seyrettiğim yaşlarda futbola başlayan ve sokakta eski bir elbisenin cebinde bulunan pırlanta gibi o içinde bambaşka bir dünya saklı olan futbol topuna can simidi gibi sarılmış Arthur Antunes Coimbra. O yıllarda doğan tüm Brezilyalı çocuklar gibi tek umudu futbol olan Arthur’u ilk olarak radyocu Celso Garcia keşfetmiş ve elinden tutup Flamengo’ya götürmüş. Bu çelimsizler çelimsizi ama kalbi kocaman çocuğa önce kültür fizik eğitimi verilmiş. Daha önce günde en fazla 1.5 öğün yiyebilen ve neredeyse hiç et yememiş olan Arthur, annesinden geçen özveri ve disiplinle günlerce kültür fizik çalışmış. Uzun bir zaman sonra nihayet topla buluşunca Flamengo’nun altın çağı da başlamış. Serbest vuruşlardaki ustalığı daha 16 yaşındayken dillere destan. Orta sahada oynamasına rağmen her zaman oynadığı her takımının en önemli golcüsü. O zamana kadar atılmış her golü atabilen ve kendisinin geliştirdiği vuruş teknikleriyle akla hayale sığmayacak, bir daha asla atılamayacak cinsten goller, Flamengo’yu 70’ler sonu ve 80’lerin ilk yarısında Güney Amerika’nın en büyüğü yapmış.

Hala kimse bilmez Zico solak mıdır, yoksa sağ ayaklı mıdır? Dünyada ilk ve son iki ayağı bu kadar birbirine yakın futbol sanatçısıdır Arthur Zico. Tıpkı hem şiir hem de romanı aynı ustalıkla yazabilen birkaç edebiyatçı gibi. Dünya yıldızı Zico ilk kez 1978 Dünya Kupası’nda son dakikada kornerden İsveç kalesine atılan ama hakemin saymadığı golle gündeme gelir. Çocuk gözüyle cümlelere sığdırmaya çalıştığım 1982 Dünya Kupası’ndaki Zico’yu daha fazla anlatmak için “Karamazov Kardeşler” kadar büyük bir roman bile yetmez bence.
1983’e kadar tek başına Flamengo’yu 3 kez lig, 1 kez Copa Libertadores, bir kez de Kıtalararası Şampiyon yapmış olması, rekor ücretle Udinese’ye transferi, İtalya yıllarında tanrısal tekniği ile Platini ve Maradona’ya bile birçok kez şapkasını ters giydirmesi, hakiki Pele tarafından gelmiş geçmiş en büyük oyunculardan birisi olarak gösterilmesi, bunların hepsi sadece futbol tarihinde virgüller, noktalar ya da parantez içinde yazılan cümleler olarak okunmalı. Zico’nun kendisi futbolun kutsal kitabının George Best ile beraber “neticeye değil haticeye aşık olanlar” cildinin en büyük bölümüdür. İtalyan Ligi’ndeki aşırı ve anlamsız sertlik yüzünden sık sık sakatlanması ve eski performansını gösterememesi de sadece günlük gazete satmaya çalışan futbol sanatından bir haber zavallıların vızıltıları. Sadece Japonya gibi futbolla o ana kadar hiçbir ilgisi olmayan bir ülkeyi bir futbol ülkesine dönüştürmesi, Puşkin’in Rus edebiyatını kurması ile karşılaştırılabilir – asla hiçbir futbolcunun hiçbir parlak kariyeriyle değil. Futbolu sadece futbol olarak bırakmayan, hayatımızın nihai anlamına, sırrına dönüştüren en büyük sanatçılardan birisidir Zico. Brezilya’da spor bakanı olması, bir orta saha oyuncusu olmasına rağmen 1180 maçta attığı 826 gol, defalarca dünyada yılın futbolcusu seçilmesi de sadece virgüldür kutsal futbol kitabında… Plaj futbolunun gelişmesi için 5 kuruş almadan ilerlemiş yaşına ve doktorların karşı çıkmasına rağmen 40 derecede kavrulan Rio plajlarında hala topa bir pırlantaya dokunur gibi dokunuşları, asla büyümeyecek olan o 1982 yazından kalma çocukların kayıp cennetidir! Bu yazıyı yazarken, o kayıp cennetin ölümsüz kahramanı ile aynı sokaklarda yürüyor olmam hissi bile beni 1982 yazındaki kadar heyecanlandırıyor. Onun ruhu buralardayken, biz 1982 yazından kalma çocuklar asla yalnız yürümeyeceğiz!

7 yorum:

Okechukwu dedi ki...

...eğer Zico Pele’den önce oynamış olsaydı, asıl Pele’ye ‘Siyah Zico’ derlerdi...
başka söze ne hacet.

sembolist dedi ki...

yine 90 dakikalık bir sinema lezzetinde..ellerine sağlık..

Alfredo dedi ki...

yine harika bi yazı olmuş...

bununla alakalı bi yazıyı ilk burada (aşağıdaki adreste) okumuştum onuda belirtiym :)

http://siyahzicopele.blogspot.com/2009/01/asil-pele-siyah-zicodur.html

Ali Ece dedi ki...

Evet sevgili Di Stefano,
Ben de şimdi gördüm, o alıntıyı yapanın adımı yazmaması hiç sorun değil inan... Kesinlikle kötü niyetle yapılmamıştır, adım gibi eminim. Ben bu yazıyı ilk olarak F dergi için yazmıştım ama dedem kısımları bayağı bir makaslanmıştı o yüzden blogumda tam metni koydum. Sonuçta bütün blogcular aynı takımdayız. Ancak herkes bilsin ki kimse yazıda anlattığım dedem kadar sevemez Zico'yu... O yüzden benim adım yazmasa da rahmetli Mehmet Ece'nin adı yazsın isterim mirasına saygımdan...

Hüseyin A. dedi ki...

abi elelrine sağlık bu yazı kadar 1 Nisan adlı yazıya da bayıldım kız arkadsımla gulemekten koptuk okurken :) Robınho'nun resmine yaptıgınız yorum geldı aklıma zaten '' mumkunse bır daha gol atma Robınho'' yazan :)))

varol döken dedi ki...

blog yazarlarına maaş, okuyucularına da günde 4 saat ücretli blog okuma izni verilmeli...

çok fena ya, şimdi başla bakalım en baştan, önceki kayıtlar tuşu sonunda benim için önceki iş tuşu olacak...

ama işte buna değecek bir adam için yazılmış, buna değecek bir yazı...

maşallah!

Turgay Keskin dedi ki...

Okurken yazının içine karışmak böyle bir şey galiba. ''Önce kızıp sofradan kalkmış..'' satırlarını okurken sanki ben de o sofradaymışım gibi hissettim.

Eline sağlık, mükemmel bir yazı..