17 Mart 2009 Salı

17-18 Mart St. Patrick's Day, İrlanda Bayramı Şerefine Avrupa'nın Zencileri, İrlanda Futbol Efsaneleri 2: PAUL McGRATH



“Yine sarhoş bir gemiymişim gibi dünyanın açıklarında fütursuzca yalpalıyordum. Onuncu Guiness şişesinden sonrasında tek hatırladığım, Bryan Robson’ın Moskova’dan bana getirme inceliğinde bulunduğu votka şişesini açmaya çalıştığım. Sonra sanki İrlanda Denizi’nin tamamı kadar alkolün içinde kayboluşum… O andan itibaren Alex Ferguson’un bana ettiği hakaretleri bile unutmuş, dizleri çürümüş iflah olmaz bir alkolik olduğumu kabul etmiştim. Yine 20 yıl önceki kimsesizler yurdundaki ‘pis zenci’liğe terfi etmiştim. Alex haklıydı, o benim iyiliğimi benden daha çok istiyordu. Ama ben futbol sahasının dışında bir hiçtim. Evsiz, barksız, köksüz, herkesin evlatlığı ‘pis zenci’ydim. İrlanda’da, Manchester’da benim dışımda herkes beni deli gibi seviyordu. Bense kendimden tiksiniyordum. Bu zayıf, güvensiz, gayrı meşru çocuğu artık yok etmeliydim. En azından alkol değil de ben yok etmeliydim kendimi. Gençken kendimi ırkçı pisliklerden korumak için aldığım bıçakla yapmalıydım. En azından kendimi bir başkasının yok etmesine izin vermemeliydim”

1989 yılının, o berbat gününde, o zamanların futbol sahalarının en asil kanı, bıçakla kesilen bileklerden yere damlamaya başladı. Yanı başındaki küçük çocuğun ağlaması, bakıcı kadının çığlıklarına karıştı. O zamanki üç çocuğun annesi Claire McGrath, eve geldiğinde efsanevi futbol yıldızını ambulansa taşıyorlardı. Claire, bileklerden akan kanla kıpkırmızı olan eli tuttuğunda, yeşil sahaların devi olan kocası Paul McGrath, bir zamanlar olduğu gibi 10 yaşında gidecek yeri olmayan gayri meşru evlatlık Paul Nwubilo’ya dönüşmüş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu…





Bu Paul McGrath’ın ilk intihar denemesi değildi. Ama daha önce olduğu gibi birkaç sırdaşı dışında kimsenin haberi olmadı. Tam bir hafta sonra iflah olmaz bir alkolik olduğu gerekçesiyle Manchester United patronu Alex Ferguson’un, Aston Villa’ya sadece 450 bin Pound’a sattığı Paul McGrath, kestiği bileklerini sarıp yeni takımı ile Everton karşısında sahada olacaktı. Maça orta sahanın ortasında başlayan McGrath, sanki hiçbir şey olmamış gibi mükemmel bir performans sergileyecek ve Aston Villa’nın Everton’ı 6-2’lik tarihi bir hezimete uğrattığı karşılaşmada, sahanın tartışmasız en iyi oyuncusu olacaktı. O maçtan sonra Aston Villa formasıyla üst üste oynadığı 24 maçta da takımının en büyük yıldızıydı. Sezon sonunda Aston Villa taraftarları tarafından açık ara yılın futbolcusu seçildiğinde, o geceden sonra iki kez daha kendisini öldürmeye çalışmış ama neyse ki yine başaramamıştı.

Aston Villa’dan ve İrlanda Milli Takımı’ndan en yakın arkadaşı Tony Cascarino’ya göre o oynadığı her maçta ve çıktığı her antrenmanda, her zaman sahanın en iyisiydi: “McGrath’la 10 yıl boyunca beraber antrenman yaptım, bir kez bile ortada sıçan çalışmalarında ortaya düştüğünü görmedim. İrlanda formasıyla Euro 88’de, İtalya 90’da, Amerika 94’te oynadığımız her maçta hep takımın en büyük yıldızıydı. Ben Avrupa’nın üç büyük liginde yıllarca top koşturmuş birisi olarak hayatımda hiçbir futbolcunun, takım arkadaşları, taraftarlar hatta rakip oyuncular tarafından bu kadar sevildiğine şahit olmadım. Onu sevmeyen tek kişi vardı, o da Paul McGrath’ın ta kendisiydi”



Gerçekten de bu kadar büyük bir sevginin altında ezilmemek imkansızdı. 1990 Dünya Kupası’nda İrlanda çeyrek finale kadar çıkıp tarihinin en büyük başarısını yaşadığında, dünyada tüm siyahların yüz akı olan Nelson Mandela da artık özgür bir insan olmasının ötesinde özgürlüğün sembolü olarak İrlanda’yı ziyaret edecekti. Mandela ve İrlanda takımını taşıyan uçaklar, kaderin son derece anlamlı bir cilvesiyle aynı anda havalimanına inmişti. Milyonlarca insan, havalimanının çevresini devasa bayraklar ve çiçeklerle sarmış, kahramanların yüzlerini göstermesini bekliyordu. Güvenlik nedeniyle ilk önce Mandela, kendisini bekleyenlerle buluşacaktı. Mandela kendisini bekleyen insanlara elini uzattığında, aynı anda milyonlarca İrlandalı avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı: “Oh, ah, Paul McGrath’ın babası! Ülkene hoş geldin McGrath’ın güzel babası!”

McGrath’ın hiç babası olmamıştı. Uzun zaman yaşadığı evlerdeki en yaşlı erkeği babası olarak bellemiş, yetimhanede altını ıslattığı için dayak yediğinde aslında insanoğlunun hayat boyu babasız olduğunu herkesten çok daha iyi anlamıştı. Biyolojik babası 1959’da İrlanda’ya staj yapmaya gelen Nijeryalı bir tıp öğrencisiydi. Beyaz İrlandalı annesi ile büyük bir aşk yaşamışlar, ama Paul doğduğunda baba çoktan öz evladını reddedip Nijerya’ya kaçmıştı bile. O zamanlar kürtajın en büyük günah sayıldığı İrlanda’da beyaz bir annenin siyah bir çocuğu olması demek, yaşayan bir ölü olması demekti. 1960 Ocak’ında Paul McGrath, 1.5 aylıkken etrafa gülücükler dağıtıyordu. İrlanda’dan Londra’ya giden ilk gemiye bindiklerinde anne adeta kan ağlıyordu. Londra Rüyası, küçük Paul’un binlerce güneşten daha parlak gülümsemesine karıştığında annenin göz yaşları diniyor, ama geldikleri gemiyle “kaçak işçi” olarak damgalanıp Dublin’e geri yollandıklarında o gözyaşları McGrath’ın kaderinde asla dinmeyecek bir fırtınaya dönüşecekti.


Artık iki annesi vardı, birisi öz annesi, diğeri de dünya tatlısı Mrs Donnely… Hatta bir de kendisine ilk futbol topunu hediye edecek abisi Denis! Mahalledeki diğer çocuklar, küçük siyah kardeşe, ten rengi yüzünden hakaret ettiklerinde Denis hepsini dövecek, topunu patlattıklarında ona hemen yenisi alacaktı. Hepimiz çocukluğu kadar güzeldi o günler… Ama hepimizin çocukluğu gibi uzun sürmeyecekti. Bir gün, öz anne beş yaşındaki Paul’u “Gezmeye gidiyoruz” diye evden çıkarmış, yetimhane isimli duvarları milyonlarca buzdan daha soğuk çirkin binaya bırakmıştı. Artık Denis yoktu, futbol topu hiç yoktu! Sabahtan akşama kadar ezbere İncil ve futbol sahalarında bile eşi olmayan bir şiddet!

Bir süre sonra, şiddete şiddetle karşılık verdiğinde, hep kendisinin zararlı çıktığını anlamıştı. Ama böyle böyle, yaşıtlarından çok daha fazla olgunlaşmış, hatta çocuk yaşta yaşlanmıştı. Tam da o günlerde bir gün yine yetimhaneden kaçıp, çok özlediği futbol topuna sarılmıştı. Yerel Pearse Rovers takımının menejeri Heffernan, önce bu çocuğun kim olduğunu soruşturdu. Sonra yetimhane müdürü Croxon’dan çocuğu takımda oynatmak için izin istedi. Croxon, İncil’e göre futbolun günah olduğunu ileri sürerek en başta izin vermedi ama sonra Heffernan, çocuğun tüm konaklama, yeme içme masraflarını kulübün üstleneceğini söylediğinde, bir anda İncil’e göre futbol sevap sayıldı!


Heffernan, ilk maçını şöyle anlatıyor: “Dün gibi hatırlıyorum. Ben ona orta sahanın solunda görev vermiştim ama o her yerde oynadı! Mevkiler hakkında en ufak bir fikri yoktu, top neredeyse Paul oradaydı. Daha sonra da Manchester’da, Villa’da, Derby’de, Sheffield’da, İrlanda’da top neredeyse o hep orada olmaya devam etti.” Heffernan, Paul’ün bir yandan futbol oynarken diğer yandan da okula gitmesini istiyordu. Ama Paul, ileride Ferguson ile kapışmalarında da olacağı gibi yetimhane müdürleri gibi yaşlı adamların kendisine bağırıp çağırmasına bir daha izin vermemek için okulu boşladı. Yıllar sonra biyografisinde de o günler için şöyle yazacaktı: “Ben sadece futbol oynarken mutluydum. O zamanlar da sadece futbol oynamak istiyordum. Benim için antrenman günün 24 saatiydi. Sonraları da sadece futbol oynarken mutlu oldum. Belki de normal bir insanın yürümesine bile engel olacak ağır diz sakatlıklarına rağmen bu oyunu bu kadar çok sevdiğim için 39 yaşına kadar oynamaya devam ettim. Futbol oynamadığımda bir hiçtim, şimdi de emekli bir futbolcu olarak koca bir hiçim!”

Pearse Rovers’ta gösterdiği performans ona çok kısa bir sürede daha profesyonel bir takım olan Dalkey United’ın kapılarını açtı. Artık bir yandan futbol oynaması için ona hatırı sayılır bir para ödüyorlar diğer yandan da kendisinin her şeyiyle ilgileniyorlardı. Teknik direktör Frank Mullen yıllardır aradığı babası olmuş ona ekstradan bir iş bile bulmuştu. Dalkey formasını giyerken, bir yandan da metal işçisi olarak çalışıyordu. Sabah akşam taşıdığı o ağır metaller sayesinde zaten muhteşem olan fiziği bir süre sonra onu yeşil sahaların Muhammed Ali’sine dönüştürecekti. Artık kimse ona siyah teninden dolayı hakaret etmiyordu. Efsanevi İrlandalı Rock grubu Thin Lizzy’nin siyahi dahisi Phill Lynott’un başarıları, tüm bir İrlanda’nın zihniyetini değiştirmişti. Başta IRA ve Sinn Feinn olmak üzere Ada’nın kuzeyindeki İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele edenlerin fikirleri toplumda daha da fazla kabul gördükçe, siyahlar İrlanda’nın ayrılmaz bir parçasına dönüşmeye başlayacaktı.

Tam da bu süreçte Paul McGrath, İrlanda’nın yetiştirdiği en büyük futbol dehalarından birine dönüştü. 1981’de İrlanda 1. Ligi’nin Galatasaray’ı St. Patrick’e transfer olduğunda, artık tüm bir İrlanda Adası ona tapıyordu. Orta sahanın ortasında, savunmada her nerede oynarsa oynasın hep takımının belkemiği, her şeyiydi. Sonunda Manchester United’ın ısrarlarına dayanamayıp, tekliflerini kabul ettiğinde 1982 yılıydı: “Ben Dalkey’den bile ayrılmak istememiştim çünkü hayatımda ilk defa bir ailem, bir babam ve kardeşlerim vardı. St. Patrick’e korka korka gittim ama orada bir anda tüm İrlanda ailem oluverdi. O yüzden uzun süre Manchester’ın tekliflerini reddettim. Ama sonunda Moran, Whiteside, Stapleton gibi efsanevi İrlandalı yıldızların oynadığı bu efsanevi takımın teklifini kabul ettim, ne de olsa artık sadece futbol oynayacak, saatlerce metal taşımak zorunda kalmayacaktım. Ne de olsa o zamanlar daha Ferguson yoktu!”



Paul McGrath, 1982-89 yılları arasında formasını giydiği Manchester United’da başlı başına bir futbol fenomenine dönüşecekti. O zamanlar daha Cantona yoktu ve sonraları Fransız yıldızla özdeşleşecek ve Dublin Havalimanı’nda milyonların Mandela’yı kutsamak için yapacakları “Oh ah McGrath” tezahüratı bizzat Paul için yazılacaktı. 1985 FA Cup Finali’nde Manchester United, Everton ile karşılaştığında, McGrath’ın savunma tandemindeki partneri Kevin Moran FA Cup tarihinin oyundan atılan ilk futbolcusu olmuş, McGrath o zamanların en iyi çift santraforu Sharp-Gray ikilisi karşısında yapayalnız kalmıştı. Ama o yalnızlığa hepimizden çok alışıktı. Sadece Moran için oynadı çünkü Moran olmasa o da o gün sahada olamazdı. Daha önceleri rugby’ci olan Moran, sonradan futbolcu olmuş, McGrath’ın Manchester’a alınmasında büyük bir rol oynamıştı. Uzatmalarda McGrath’ın diğer en yakın arkadaşı Whiteside’ın golüyle Manchester yıllar sonra kupada şampiyon olurken, McGrath maçın adamı seçilmekle kalmamış, kupa töreni esnasında bile Wembley “Oh ah McGrath” diye inim inim inlemişti.

Paul McGrath, Manchester United’lılar için saha içindeki cennetti! Saha dışında ise McGrath’ın hayatı eşsiz bir cehennemdi. Çocukluğunda başlayıp her geçen gün büyüyen cehennem hissinden kurtulmanın en kestirme yolu ise 20 yaşındayken Dalkey ile gittiği Almanya deplasmanında tanıştığı alkoldü. En iyi arkadaşları olan o zamanın en büyük futbol yıldızları Whiteside, Robson, Moran da aynı cehennemden muzdariptiler. Bu Manchester mahşerinin dört kafadarı yeşil sahalarda nasıl oynuyorlarsa, maçlar bitince de öyle içmeye başlıyorlardı. O zamanlar Ferguson’dan önceki teknik direktör Ron Atkinson için bu dörtlü sahada aynı mükemmellikte oynamaya devam ettiği sürece alkolik olmalarının hiçbir önemi yoktu. Hatta zaman zaman önemli maçlardan önce bizzat Atkinson’ın kendisi “muhteşem dörtlü” ile içmeye gidiyor, az zamanda çok içerek sızmalarını tetikleyerek eve erken dönmelerini sağlıyordu!


Ama özlenen istikrar hiç bitmeyen içki bardakları gibi bir türlü gelmeyince Atkinson kovulacak ve yerine kendisinin tam tersi olan Alex Ferguson gelecekti. Aslında McGrath’ın da itiraf ettiği gibi İskoç teknik adam kendisini kazanmak için çok uğraştı. Her pazartesi sabahı başta McGrath olmak üzere “muhteşem dörtlü” Ferguson’un odasındaydılar. Her seferinde söz veriyorlar ama hemen ilk antrenmandan sonra soluğu en yakın pub’da alıyorlardı. Ferguson uzun süre peşlerine ajanlar taktı. İçtikleri her şişe için maaşlarından kesinti bile yaptı. Ama olmadı. McGrath bileklerini kestiğinde bile Ferguson kesin kararlıydı, önce kendisine jübile yapıp 100.000 Pound tazminat ödenmesini önerdi. Ama McGrath sadece futbol oynarken mutluydu ve teklifi reddedip bilekleri kesti. Aynı günlerde Napoli, Maradona’nın baskısıyla McGrath’ı transfer etmeye çalışacaktı.

Dizinden 8. ameliyatını geçirdikten sonra kestiği bileklerini sarıp sahaya Aston Villa forması ile çıktığı ilk sezon, Aston Villa ligi 2. sırada tamamlarken, Ferguson’un Manchester’ı ligi 16. sırada bitirip zar zor kümede kalmayı başarıyordu. Aston Villa’lı McGrath 1989-1996 yılları arasında her sezon taraftarlar tarafından açık ara yılın futbolcusu seçilecek, “Tanrı” adıyla anılacaktı. 1993’te ligi yine 2. bitirdiklerinde 34 yaşında Ada’nın en iyi futbolcusu seçildiğinde uzun yıllar sonra bu onura layık görülen ilk savunma oyuncusu oldu. 1994’te Lig Kupası Finali’nde Ferguson’un Manchester’ını devirdiklerinde, Ferguson, McGrath’ı takımda tutmak için her yolu denediğini bir kez daha yineledi: “Ona ya Manchester ya da alkol demiştim. O bana Manchester’ı çok sevdiğini ama alkolü bırakamayacağını söylemişti. Bugün, sadece bizi yenen Villa’nın değil sahanın en iyisi 35’lik siyah inciydi. Keşke alkolü bırakıp bizle kalmayı seçseydi.” Ama alkolü asla bırakamadı. İrlanda ile Türkiye’ye maça geldiklerinde kendisini Sulukule’den toparlamak zorunda kaldılar, rakının methini çok duymuş ama bira gibi sandığı için karşısında oynamak zorunda kalan forvetlerin haline düşmüştü! Bu betimlemeyi bizzat alkollü McGrath tarafından marke edilen Alan Shearer yapmıştı: “İnanamıyordum ama gerçekti. Paul, o gün körkütük sarhoştu ama bana adım bile attırmamıştı. Bir pozisyonda aut çizgisini geçip topla dışarı çıkmıştım ama Paul hala beni marke etmeye devam ediyordu”


1994 Dünya Kupası’nda gruptaki ilk maçta İrlanda, Baggio’nun altın çağındaki İtalya’yı 1-0 devirip tüm dünyayı şaşkına çevirirken, maçın yıldızı ne Baggio ne de Roy Keane’di, Paul McGrath’ın ta kendisiydi. Maçın sonlarına doğru yaşanan bir pozisyon, Paul McGrath’ın futbolculuk kariyerinin en güzel özetidir: Baggio topu tam ağlara yollayacakken 35’lik siyah inci, bir anda ayağını koyar, havalanan top altıpasta Signori’nin önüne düştüğünde usta golcüsünün volesini yere yatarak kafası ile karşılar. Top yine Baggio’ya geldiğinde tüm stat gol olduğuna adları gibi emindir ama bir anda elleri ve ayakları yerde olan McGrath topun önüne dikilerek yüzüyle topu karşılar. Ayağa kalktığında İtalyanlar dahil olmak üzere New York’un Giants Stadyumu’nun tamamı efsaneyi ayakta alkışlamaktadır. Halbuki bu maçtan çok kısa bir süre önce evde içki bulamayınca çamaşır suyu içmiş ama yine futbol tanrıları ölmesine izin vermemiştir. Kamp yaptıkları otel odasına gelen fatura saha dışındaki hayatının özetidir: Bir telefon konuşması, 4 Budweiser, bir telefon konuşması daha, 4 Budweiser, 4 Budweiser, telefon, stokta kalmayan Budweiser’ın yerine 4 Guiness… Jacky Charlton, iki dizinden 22 kez ameliyat olmuş, sol omzunu hissetmeyen futbol tanrısının içki içmemesi için kapıya diktiği fizyoterapist ve Cascarino da körkütük sarhoşlardır…



2002 Dünya Kupası’nda McGrath’ı BBC yorumcusu olarak Japonya’ya taşıyan uçaktan üzerinde adının yazdığı bir valiz inmiş, McGrath ise kayıplara karışmıştı. Sonradan Dublin’de bir otelde alkol komasında bulundu. Tüm şişeler bitmiş ama McGrath yine bitmemişti. McGrath hariç, herkes onu o kadar çok seviyordu ki o kadar alkol ve intihar denemesine karşın asla ölmeyecek, Baggio’nun ayağına uzattığı kafada dünyanın sonuna kadar yaşayacaktı!





Hiç yorum yok: