31 Ağustos 2012 Cuma

TÜRK FUTBOLUNUN YENİ ORTAÇAĞI

Dün gece UEFA Ligi’nde 30 karşılaşma oynandı. Sadece 2 temsilcimizin maçı uzatmalara kaldı. Türkiye Ligi’nin 3.sü Trabzon, ancak Macar başbakanının torpiliyle liginde başarılı olan Videoton’a 210 dakika boyunca gol atamıyorsa sorun sadece Trabzon’da değil, topyekûn Türk futbolunda! 23 saat içinde 3 temsilcimiz, katıldığı Avrupa kupalarından elendi. Ülke futbolu olarak öylesine bir gerileme dönemindeyiz ki adeta futbolumuzda yeni bir orta çağı yaşıyoruz. Emre’nin gideceği 4 ay öncesinden belli olan Fenerbahçe ancak Şampiyonlar Ligi play-off’unda elendikten sonra Emre’nin yerini dolduracak bir merkez orta saha almaya karar veriyor. Trabzon ise gol kralını kaybediyor ama aylarca yerine kimseyi almıyor. Bu Türk futbolunun ne kadar günlük ve fast-food yönetildiğinin en acı kanıtı ne yazık ki! Avrupa’daki kader maçının sabahı yerine bu eşleşmeden önce Janko transfer edilseydi de taraftarda daha az böbrek taşı oluşması engellenseydi, olmaz mıydı?1 DAKİKADA 2 GOL!
Ya ilk maçta yüzümüzü biraz olsun tebessüm ettiren Bursa’ya ne demeli? O da yönetimsel açıdan diğerlerinden farklı değil. Maç sabahı Belluschi’yi transfer eden Bursa hakem hataları kadar kadro darlığından da çok çekti dün gece! Ozan’ın sakatlığı sebebiyle 5 yıl sonra ilk kez Vederson üst düzey bir maçta sol açık oynamak zorunda kaldı. Zaten 3-1’lik galibiyetin deplasmandaki rövanşında geriye yaslanarak başlamak psikolojik olarak 1-0 yenik başlamakla eşdeğer maalesef. Hele Twente gibi en büyük kozu pas yapmak ve pas yaptıkça özgüvenini yükseltmek olan bir takıma karşı yarı sahana gömülmek adeta gol yemeye davetiye çıkarmaktan farksız. Belki Twente’nin penaltı golüne kadar Hollanda ekibinin tek ciddi tehlikesi Tadiç’in dripling-çalım şovuydu. Ancak o pozisyon da Serdar Aziz gibi bir stoperiniz yokken geriye yaslanarak oynamanın ne kadar riskli olduğuna dair en önemli uyarıydı. Bursa’nın elenmesi futbolun evrensel kanunlarından birisini bir kez daha acı şekilde Türk futbolunun yüzüne çarptı: Bazen hiç risk almadan oynamak en büyük risktir. 1 dakikada 2 gol yemek ise sadece Türk futboluna özgü!

20 Ağustos 2012 Pazartesi

İlk 15 > Son 75

Âşık olduğumuz takım sahaya adımını atınca mantığı, matematiği bir kenara bırakıyoruz, çoğumuz “Leyla ile Mecnun”un İsmail Abisi gibi hissediyoruz. Armayı görünce “2 kere 2 her zaman da 4 etmez belki de” diye umutlanmaktan kendimizi alamıyoruz. Ekonomik kriz, iyiniyetli ama tecrübesizlikten hatalar yapan yeni yönetim, takıma gönül verenlerin üzerinde %100 uzlaşmadığı bir teknik direktör... Sadece Beşiktaş altyapısının “solak Xabi Alonso”su Hasan Türk’ün ilk 11’de başlaması bile tüm bunları bir anda unutturuyor. Hatta UEFA standartları bağlamında çok başarılı olsa da futbol duygusu olarak “telefon rehberindeki herkese aynı anda yollanan bayram mesajı soğukluğu”nda olan Olimpiyat Stadı bile futbol yüreğimizdeki sıcaklığı azaltamıyor.

15 DAKİKALIK PASTIRMA YAZI
İlk 15 dakika Beşiktaş’ın sergilediği futbol siyah-beyaz yüreği daha da ısıttı ama “pastırma yazı” kadar kısa sürdü. Euro 2012’de İtalya’yı finale çıkaran Prandelli dizilişiyle maça başlayan Beşiktaş’ın ilk 15 dakikada geçen sezondan en büyük farkı “orta saha ribauntları”nı toplamasıydı. Bu da 15. dakika sonunda Beşiktaş’ın % 78 topa sahip olma oranını yakalamasını sağladı. Üstelik Beşiktaş aynı dakikaya kadar % 78 başarılı pas yapmıştı.
Ta ki Avusturya – Türkiye maçında bu sezon bambaşka oynayabileceğinin sinyallerini veren Veli sakatlanıp çıkana kadar. Kademe anlayışında Necip ile Hasan’ın görev bölgeleri çakışınca Veli’nin ribauntlardaki dinamizmini iki kere aradı orta saha. Ortası baklava şeklindeki 4-1-2-1-2 bir anda 4-3-30 metre boşluk-3’e dönüşüp bayatlamış şöbiyet tadı vermeye başladı. Almeida’nın “aktif emekli” edasında ruh halsizliği yüzünden Mustafa Pektemek çizgiye sıkışınca sapır sapır döküldü. İkisi arasındaki bağlantıyı kurma görevini üstlenen Olcay ise takımın tamamıyla olan bağlantıyı yitirdi.
60. dakikada topa sahip olma oranları eşitlenmişti. Daha da kötüsü Beşiktaş Fernandes’e rağmen durmayan toplarda pozisyon yaratırken çok zorlandı. Neyse ki Fernandes’in duran topları Federer’in vorhand’leri gibi!

5 Temmuz 2012 Perşembe

Yeniköy emekçisinden Türk Futboluna demirörenlere hürmetlerle

Bu İtalya, “hatice şampiyonluğu”nda 1974 Hollanda ve 1982 Brezilya’nın yanındaki yerini aldı. Güzel oynadı, güzel kaybetti. Üstelik Prandelli bunu daha önceleri defansif futbolla eşanlamlı hale gelmiş İtalya ile başardı. O yüzden İtalya yenilse de “futbol meleği” Prandelli gönüllerin şampiyonu.
Düne kadar resmi maçlarda Prandelli’nin İtalya’sı hiç yenilmemişti. Barzagli-Bonucci-Chiellini 3’lüsü geçen sezon İtalya Milli Takımı’na çok benzer bir şekilde oynayan Juventus’un savunmasında Serie A’da kalelerinde sadece 20 gol görmüştü. İşte Del Bosque’nin İspanya’sı böyle bir İtalya’yı yendi! Yani aslında sıkıcı olan İspanya’nın oynadığı futbol değil, aynı futbolu oynayarak sürekli kazanması!
İspanya tarihte üst üste 3 büyük turnuvayı kazanan ilk takım olmayı başarırken Del Bosque tarihin hem Avrupa Şampiyonası, hem Dünya Kupası hem de Şampiyonlar Ligi’ni kazanan-kazandıran ilk teknik direktörü oldu. En son Almanya’nın efsane hocası Helmut Schön, Del Bosque gibi hem Avrupa Şampiyonası (1972) hem de Dünya Kupası’nı (1974) kazanan-kazandıran teknik adam olmuştu.
2. DERWALL OLABİLİRDİ
Derwall uzun yıllar Schön’ün asistanlığını yapmış, bizzat Schön Euro 72 ve 1974 Dünya Kupası’nda Almanya’ya tarihi dublesini yaşatırken onun sağ kolu olmuştu. Derwall’in Türk futbolunun orta çağdan kurtulmasında oynadığı aydınlatıcı rol ise hepimizin malumu. Türkiye’den İspanya’ya ise bizzat Schön’ün dengi Del Bosque geldi. Kovulmaktan beter edildi. Eğer Türkiye olarak Euro 2012’ye sadece hakem ve izleyici olarak katıldıysak, bunda Del Bosque’yi kovmaktan beter edenlerin git gide yükselmesi ve çoğalmasının hiç payı yok mu? Sahi bir de Del Bosque’yi kovmaktan beter eden futbol zihniyetsizliğine göre en büyük sorun Türk hakemleriydi değil mi? Türk hakemleri en azından 1 aydır gecelerimizi aydınlatan yıldızları en yakından izleme fırsatı buldu. Ülkemizde görmediği saygıyı dünyanın faal en iyi futbolcularının çoğundan gördü. Del Bosque’yi kovmaktan beter edenler “yabancı hakem” istiyordu değil mi? Biz de o yüzden yıllardır yabancı yönetici istiyoruz. Onlar ne kadar yabancı olurlarsa olsunlar Türk futboluna Türk futbolunu bu hale düşürenlerin yarısı kadar bile futbolumuza “yabancı” kalmazlar!
“İspanya çok pas yapıyor bir yerden sonra sıkıcı oluyor” eleştirilerine bir de şu açıdan bakmak lazım. Türkiye aynı İspanya gibi oynayarak üst üste 2 Avrupa Şampiyonası ve Dünya Kupası’nda şampiyon olsaydı yine “sıkıcı” der miydiniz?  

27 Haziran 2012 Çarşamba

BENTO’YA RAĞMEN


Euro 2012’nin en genç teknik direktörü Portekiz’in hocası Bento. Ama tıpkı Guardiola gibi daha futbolcuyken saha içindeki teknik direktör gibi olduğu için genç olduğu ölçüde tecrübeli de. 43 yaşındaki teknik adam, sahaya sürdüğü 11’den Patricio, Veloso, Moutinho, Nani’yi Sporting altyapısında çalıştırmış ve bizzat Ronaldo ile takım arkadaşı olmuş bir isim. Yani Mourinho ile beraber Ronaldo’dan nasıl optimum verim alınacağını dünyada en iyi bilen isim. O yüzden de Bento Portekiz’in başına geçtiğinden beri Ronaldo 10 gole imza atarken birçok topu da direkten döndü. Mesela Bento, Portekiz’in teknik direktörü olduğundan beri Mario Gomez bile aynı sürede daha az gol attı!

Yine de Bento asıl parlak teknik adamlık potansiyelini dün gösterdi. İlk kez Xavi’yi bu kadar etkisiz gördük. Çünkü Bento, Xavi’nin nasıl pasifize edileceğini belki Mourinho’dan bile daha iyi biliyor. Ne de olsa Bento bizzat futbolculuğu döneminde Xavi’nin tam karşısında 3 kez oynamış, o maçların 2’sini de Bento’nun takımı kazanmıştı. Dün geceki maçın 80. dk’sında İspanya’nın kaleyi tutan 1 şutu vardı. Ne de olsa Euro 2012’de düne kadar en az 100 isabetli pas veren Xavi 80. dk’nın sonunda 50 pas verebilmişti. İspanya için daha kötü olan ise 80. dk’ya kadar Xavi, Iniesta’ya sadece 3 pas verebildi. “Xaviesta pas makinesi”, ilk kez yıllar sonra Bento’nun satrançvari taktikleri karşısında stop etti.

XAVIESTA STOP!
Eldeki malzemeyle Xaviesta’yı yani İspanya’yı etkisiz hale getirmenin en akıllıca yolu topa basıp tam saha pres yapmak değil, alan markajı bağlamında pas yollarını kapatmaktı. Portekizli oyuncular kondisyonları yettiği ölçüde bunu çok iyi başardılar. İspanya 2008’den beri oynadığı tüm maçların toplamında yapmadığı uzun pası Portekiz karşısında ilk 80 dakikada yaptı. Sonunda Bosque, Xavi’yi oyundan aldı.

İspanya’nın hipnotize eden kısa paslarla beraber en büyük silahı ise topu kaptırdığı yer ve anda tam saha pres yapmasıydı. Ancak Negredo ve Silva dün gece en ilerideki 2 İspanyol olarak prese Fransız kaldılar.
İspanya dikeylemesine bocalayınca Bosque, Navas ve Pedro gibi 2 hızlı kanat oyuncusunu oyuna alıp 2010 formatına döndü. Oyunun akışını yataylamasına açtı. Yorulan Portekiz karşısında İspanya toparlandı. Penaltılarda da şans Bosque’ye güldü.

İZLEYİN DERİM: GÜZEL BİR BLOG http://futbolungercekyuzu.blogspot.com/

http://futbolungercekyuzu.blogspot.com/
Kaç zamandır en çok okuduğum yeni bloglardan birisi oldu. Sizlere de öneririm, kendini şöyle tanıtıyor:
"Hiçbir Şeye Bağlı Olmayan; Sadece Futbola Bağlı Olan Bir Blog.Hayatını Futbola adamış insanlarla dolu,Tek amacı futbol aşkını sayfalara dökmek olan; Kollektif ve Objektif olmaya çalışan bu blog ellerinizden öper."

23 Haziran 2012 Cumartesi

ALDIRMA KOMŞU ALDIRMA

ALDIRMA KOMŞU ALDIRMA
Biz de komşumuz Yunanistan gibi ağır ekonomik kriz yaşadık. O yüzden Yunanistan’ın halini en iyi biz anlarız. Futbolda Almanya’yı yenebilecek kadar iyi olanlar arasında ise “300 Yunan, 10 bin Pers’i yenebiliyorsa, 11 Yunan’ın da 11 Alman’a yenilmeme şansı vardır” diyen Maradona empati kurabilir. Ne de olsa Arjantin de finansal emperyalizm mağduru olma konusunda Türkiye’nin Güney Amerika’daki ruh ikizi!
Ne “Kemer sıkın” demekten başka şey bilmeyen tuzu kuru Merkel, ne de 2. Dünya Savaşı sonrasını görmemiş bir başka Alman, bunu kolay kolay anlayamaz. Uzun lafın kısası futbol yaşadığımız hayatın metaforu, o yüzden futbol kalbimiz Yunanistan’laydı. Ancak futbol aklımız, Almanya’nın elenmesinin Yunan ekonomisinin bir günde toparlanması misali bir mucize gibi olacağını da farkındaydı.
Ne de olsa Löw’ün Almanya’sı son 13 resmi maçını da kazandı ve hepsinde de ilk golü atan takım oldu. 14.cüsü de farklı olmadı. İki takım arasındaki asimetrik güç farkının forma giymiş hali Lahm’ın şutu bir futbol harikasıydı. Misal Lahm, Yunanistan’ın hocası Santos’un elinde olsa bekte değil de açıklardan birinde takımın en büyük kontratak silahı değerinde olabilirdi. Yunanistan ilk yarıda topa sadece %18 oranda sahip olabilirken 2004 yadigârı takım savunması da Mesut Özil’in topla buluştuğu anlarda eski zenginin elinde kalan son varlık olan bakımsız köşk misali oldu.
950 milyon Euro’luk Yatırım
Yunanistan’ı bu kadar reaktif oynuyor diye hor görmeyin! Dünyanın en zengin takımlarından Chelsea de reaktif oynayarak Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Yunanistan Ligi’nin ise en iyi oyuncuları bile halkın büyük kısmı gibi 1 yıldır maaşlarını alamıyor. Ancak kimse Yunan halkının tek umudu olan futbol mutluluğunu söndürdü diye Almanya’ya da kızmasın!
Almanlar Euro 2000 ve Euro 2004’te gruptan çıkamayınca altyapıya 950 milyon Euro yatırdı. Gösterişli yeni tesisler inşa etmediler, insana yatırım yaptılar. Reus, Mesut, Hummels, Boateng, Khedira o insan yatırımı sayesinde yetenek tarlasında yetişen en güzel futbol meyveleri. Hormonsuz, egosuz “ideal futbol takımı”nın eş anlamı. Fatih Akın filmlerinin bu güzel futbol versiyonunun tadını çıkarmak her futbolseverin en doğal hakkı!

ALDIRMA KOMŞU ALDIRMA

ALDIRMA KOMŞU ALDIRMA
Biz de komşumuz Yunanistan gibi ağır ekonomik kriz yaşadık. O yüzden Yunanistan’ın halini en iyi biz anlarız. Futbolda Almanya’yı yenebilecek kadar iyi olanlar arasında ise “300 Yunan, 10 bin Pers’i yenebiliyorsa, 11 Yunan’ın da 11 Alman’a yenilmeme şansı vardır” diyen Maradona empati kurabilir. Ne de olsa Arjantin de finansal emperyalizm mağduru olma konusunda Türkiye’nin Güney Amerika’daki ruh ikizi!
Ne “Kemer sıkın” demekten başka şey bilmeyen tuzu kuru Merkel, ne de 2. Dünya Savaşı sonrasını görmemiş bir başka Alman, bunu kolay kolay anlayamaz. Uzun lafın kısası futbol yaşadığımız hayatın metaforu, o yüzden futbol kalbimiz Yunanistan’laydı. Ancak futbol aklımız, Almanya’nın elenmesinin Yunan ekonomisinin bir günde toparlanması misali bir mucize gibi olacağını da farkındaydı.
Ne de olsa Löw’ün Almanya’sı son 13 resmi maçını da kazandı ve hepsinde de ilk golü atan takım oldu. 14.cüsü de farklı olmadı. İki takım arasındaki asimetrik güç farkının forma giymiş hali Lahm’ın şutu bir futbol harikasıydı. Misal Lahm, Yunanistan’ın hocası Santos’un elinde olsa bekte değil de açıklardan birinde takımın en büyük kontratak silahı değerinde olabilirdi. Yunanistan ilk yarıda topa sadece %18 oranda sahip olabilirken 2004 yadigârı takım savunması da Mesut Özil’in topla buluştuğu anlarda eski zenginin elinde kalan son varlık olan bakımsız köşk misali oldu.
950 milyon Euro’luk Yatırım
Yunanistan’ı bu kadar reaktif oynuyor diye hor görmeyin! Dünyanın en zengin takımlarından Chelsea de reaktif oynayarak Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Yunanistan Ligi’nin ise en iyi oyuncuları bile halkın büyük kısmı gibi 1 yıldır maaşlarını alamıyor. Ancak kimse Yunan halkının tek umudu olan futbol mutluluğunu söndürdü diye Almanya’ya da kızmasın!
Almanlar Euro 2000 ve Euro 2004’te gruptan çıkamayınca altyapıya 950 milyon Euro yatırdı. Gösterişli yeni tesisler inşa etmediler, insana yatırım yaptılar. Reus, Mesut, Hummels, Boateng, Khedira o insan yatırımı sayesinde yetenek tarlasında yetişen en güzel futbol meyveleri. Hormonsuz, egosuz “ideal futbol takımı”nın eş anlamı. Fatih Akın filmlerinin bu güzel futbol versiyonunun tadını çıkarmak her futbolseverin en doğal hakkı!

22 Haziran 2012 Cuma

HEM RONALDO HEM MESSİ

HEM RONALDO HEM MESSİ
Ben de oğlum olsa huyu suyu Messi gibi olsun isterim. Ama bazen “Messi mi Ronaldo mu daha iyi?” tartışmaları o kadar gereksiz bir zaman kaybı ki! Faal futbolda bu kadar harika iki oyuncu varken boşuna tartışmak yerine gözünü kırpmadan izlemek, bu iki harika futbol sanatçısının kramponlarıyla çizdiği enfes futbol karelerinin tadına varmak gerek… Çünkü Messi ve Ronaldo 21. yüzyıl futbolunun Beatles ve Rolling Stones’u misali. Oynadıkları maçlar da müzik gruplarının 45’lik single’ları gibi… Bir maçta Ronaldo, Messi’den bir diğer maçta Messi, Ronaldo’dan iyi. Daha da iyi olan ise Messi ve Ronaldo’yu aynı dönemde canlı izliyor, futbol tarihinin iki altın sayfasına tanıklık ediyor olmamız.
“Ronaldo mu, Messi mi?” tartışmaları sadece biz futbol züğürtlerinin çenesini yoruyor. Bu tartışma ise en çok Ronaldo’ya yarıyor. Gruplardaki 2. maçta kaçırdıklarından sonra Danimarka taraftarlarının “Messi, Messi” tezahüratları Ronaldo’yu fena kamçıladı. Üzerine bir de Portekiz tarihinin Ronaldo öncesi yıllarda Figo ile beraber en kudretli futbol sanatçısı olan Eusebio da “Messi daha iyi!” deyince Ronaldo, “Avatar” filmindeki üst insanlar edasıyla oynamaya başladı. Dün geceki maçtan önce Çek Cumhuriyeti takımın tamamı Euro 2012’de Ronaldo’dan sadece 5 isabetli şut fazla atmıştı. Ronaldo, Avrupa Şampiyonası tarihinin 31 yaşından genç olup 13. maçını oynayan ilk oyuncusu olurken bazı anlarda sahadaki diğer 21 oyuncuya göre başka bir gezegenden gelmiş gibiydi. Sanki Euro 2012’de değil de doğup büyüdüğü mahallenin parkında çocuklarla oynuyormuşçasına rahat adam geçiyor, şut çekiyordu.
RONALDO > PLATİNİ
İlk yarım saatte karşısındaki yetenekli sağ bek Selassie’ye takılınca Real Madrid’e gittiğinden beri taktiksel aklını fazlasıyla geliştiren 27 yaşındaki futbol harikası, kanada sıkışmak yerine sürekli yer değiştirerek kendi ve takımı lehine alanı genişletti.
Aslında Ronaldo’lu Portekiz, maçı çok daha önce koparabilirdi. Ancak kale direkleri Çeklerin en iyi oyuncularından birisi oldu. Portekiz henüz çeyrek final aşamasında Avrupa Şampiyonası tarihinin en çok direkten dönen takımı olurken, turnuva başından beri Ronaldo’nun direkten dönen topları gol olsa Platini’nin bir Avrupa Şampiyonası’nda en çok gol atan oyuncusu olma rekorunu bile kıracaktı.

18 Haziran 2012 Pazartesi

TOTAL REZALET!

Maç sabahı Sneijder, “Portekiz, Ronaldo’dan ibaret değil” demişti. Tabii o anda hocası Van Marvijk’ın maç esnasında Ronaldo’nun en iyi özelliklerini rahatlıkla kullanabileceği oyuncu değişikliğini yapacağından bihaberdi. İlk 2 maçta formasını giydiği Hollanda’dan çok daha fazla rakiplere faydalı olan Heitinga ise asıl bombayı patlatmıştı: “Almanya kadrosundaki oyuncular Danimarka’yı yeneceklerini söylediler”. Avrupa’da Hollanda’nın bir zamanlar “futbol düşmanı” olan Almanya’dan medet umacak hale düşmesi bile Portakallar’ın ne kadar çürüdüğünün en acı göstergesi değil mi?Euro 2012’de kramponlarından çok çenesini çalıştıran Robben de Heitinga ile Snejider’dan eksik kalmadı. Robben’in aklı halen “egolar”daydı, herhalde uzun süredir ya kendi oynadığı maçların görüntülerini izlemiyor ya da hiç aynaya bakmıyor olmalı! “İlk 2 maçı kaybetmiş olabiliriz ama unutmayın ki İtalya da 1982 Dünya Kupası’ndan şampiyon olurken gruptan 3 puanla çıkmıştı” deyip galibiyete 2012’de 3 puan, 1982’de ise 2 puan verildiğini dahi unutması ise tez konusu olabilecek bir kafa karışıklığı!

VAN MARVİJKZEDE!
Ama Hollanda kampında “kafa karışıklığı şampiyonu” açık ara teknik direktör Van Marvijk. Van Bommel’in kayınpederi, sanki hayatı boyunca hiç Hollanda maçı izlememiş gibi ofans ve defansın düşman olduğunu düşünüyor gibi. Orta sahanın ortasında ya De Jong-Van Bommel gibi %90 defansif ağırlıklı bir önlibero tandemiyle başlıyor ya da dün geceki gibi damadı yerine ona göre %90 daha ofansif Van der Vaart’ı kullanarak Portekiz’i yenebileceğini hayal ediyor. Elindeki tek çift yönlü merkez orta saha Strootman’ı ise elemelerde gol rekortmeni olan takımın gizli kahramanı değilmiş gibi hiç düşünmüyor.
Bu dengesiz ötesi tercih hataları yüzünden de dün geceki maçın ilk 20 dakikasındaki %71’lük topa sahip olma üstünlüğü Hollanda lehine skora yansımadı. Bu yüzden de Portekiz, Hollanda kalesine yakın olan sahanın 3’te 1’inde %32’lik isabetli pas yaparken Hollanda aynı istatistikte sadece %13’te kaldı. Huntelaar tüm maç rakip kaleye tek bir şut atabiliyorken, rakibin en önemli silahı Ronaldo 11 şut atıyorsa Hollanda’nın Euro 2012’ye puansız veda etmesi sürpriz falan değil de daha çok total felaket değil mi?

17 Haziran 2012 Pazar

İÇİ BOŞ TABAK

Rosicky, nihayet sakatlık illetinden tamamen kurtulduktan sonra Premier Lig’in 2. yarısında Arsenal’in toparlanmasında belirleyici rol oynamıştı. Orta sahadaki orkestra şefliği rolünü dünyada en iyi yapan oyunculardan birisi olduğu için “Küçük Mozart” lakabı takılan Rosicky’nin yokluğu Çekler’i ilk yarıda çok kötü etkiledi.
“Küçük Mozart”ından yoksun Çekler ilk şutlarını 29. dakikada atabilirken, Euro 2012’nin bir maçta en geç şut atabilen takımı oldular. Daha da kötüsü ilk 20 dakikada Çeklerin paslarının %20’si geri pastı.  
Buna karşın Polonya ilk 20 dakikada kendisine 2 maç kazandırabilecek kadar pozisyon buldu. İşin aslı bu maçtan önce de Lewandowski’ye rağmen gol yollarında kısırlardı. İlk 2 maçta 28 gol girişiminden sadece 2’sini gol olarak hanelerine yazdırabilmişlerdi.
Pizsceck-Kuba’lı Dortmund sağ kanadının yanı sıra Fransa Ligue 1’in yetenekli solaklarından Obraniak’ın ara pasları, ortaları ve duran toplardaki mahareti estetik açıdan Çeklere nazaran daha etkileyici bir Polonya arz ediyordu. Ancak ünlü Polonya atasözünde olduğu gibi “Çok güzel işlenmiş bir porselen tabak tek başına karın doyurmuyor!”
“O tabak” dolmadıkça yani Polonya golü bulamadıkça, futbolda “psikolojik açıdan negatif baskı” ve “hırs”ın bir madalyonunun iki çelişik yüzü olduğunu en acı şekilde gösterdi! İlk yarım saatten sonra tabak dolmadıkça porselen de çatlamaya başladı. Çünkü asıl sıkıntı tabağın hamurunda. Polanski ve Boenisch neden Almanya U-21’den Almanya A milliye yükselemediklerini bir kez daha gösterdiler! Perquis ve 2. yarıda top alamadıkça takımdan kopan Obraniak da neden U-21’de formasını giydikleri Fransa kadrosunda olmadıklarını negatif anlamda kanıtladılar!

KAZANAN MAGATH  
Grubun diğer maçında Ruslar, hem çarlık hem de Stalinizm döneminde binbir kazık attıkları Polonya ve Çeklere son şakasını yapınca maçın kimyası tamamen değişti. Ancak Polonya teknik direktörü Smuda, bu kimyaya uygun taktiksel formülleri geliştiremedi, Dortmund’un altın sağ kanadı da takımın kalanına uyup sıradan bir plastik tabağa dönüştü. Maçın kazanan hocası ise kulübede olmayan Magath’tı. Jiracek’in golüyle Euro 2012’de en çok gol atan oyuncular Wolfsburg’lular olurken, yeni Wolfsburg’lu Pilar’ın performansı da harikaydı.

16 Haziran 2012 Cumartesi

FUTBOL DNA’SI ve İNGİLTERE

Hodgson, İngiliz futbolundan çok İsveç futbolunun gelişimine katkıda bulunmuş bir isim. 29 yaşında Halmstad gibi o dönemin İsveç Ligi’nde Gençlerbirliği ayarında olan bir takımla kariyerine şampiyonlukla başladı. Elindeki futbolcuların bireysel yeteneklerinden daha yetenekli takımlar inşa etmeyi başardı. Ancak daha yetenekli oyuncularla çalışınca, şampiyonluğa oynadığı dönemlerin Blackburn’ü ve Liverpool’daki acı sezonunda olduğu gibi kariyerinde soru işaretlerine sebep oldu.

Küme düşmesi beklenen Halmstad’ı 52 yıl sonra ilk kez şampiyonluğa taşırken, İngiltere’nin en çok şampiyon olan 2. takımı Liverpool’u da 52 yıl sonra ilk kez küme düşme hattına kadar geriletti. Milli takımlar seviyesinde ise özellikle İsviçre döneminde daha önce elemelerde figürandan hallice olan bir ülkeyi FIFA sıralamasında 3. sıraya kadar taşıyarak ses getirdi. Yine de asıl başarısı Malmö’yü üst üste 5 yıl İsveç şampiyonu yapmasıydı. İsveç 1994’te Dünya Kupası 3.sü olurken takımın başında Hodgson olmasa da sahada onun bir araya getirdiği Malmö takımının iskeleti üzerine kurulu harika bir takım vardı!

Yani Hodgson İsveç futbolunu en iyi bilen İngiliz! Bu maç öncesinde kalesinde gördüğü son 8 golün 7’sini kafa gollerinden yiyen İsveç karşısında kafa toplarının efendisi Carroll ile başlamak çok iyi bir fikirdi. Pratikte de olabilecek en güzel sonucu verdi. İngiltere’nin büyük turnuvalarda attığı son 5 golün 4’ünde ya ortayı yapan ya da golü atan Gerrard’ın Carroll’a yaptığı asist de kafa vuruşu kadar harikaydı.
WALCOTT > MILNER
Ancak İngiltere sadece hava toplarında zafiyeti olan İsveç’e karşı değil rakip kim olursa olsun kendisi gibi oynamalı, futbol DNA’sını (ortalar, hızlı kanat akınları, hava topları ve pres) inkâr etmemeli. Bunu da pratikte 90 dakikaya yaymalı. Dün geceki gibi öne geçer geçmez defansa çekilip armasındaki “3 Aslanlar”dan “3 Kediler”e dönüşmemeli. Buna da ilk olarak Milner yerine Walcott gibi ofansif patlayıcı gücüyle fark yaratan oyunculara sürekli şans vererek başlamalı. Tarih boyunca ne İngiltere Milli Takımı, ne de Hodgson öne geçince geri çekilerek hayal edilen başarılara ulaşamadı. Çünkü hiçbir zaman Chelsea’deki gibi bir Drogba’sı veya Ramires’i olmadı! Tam aksine, en iyi savunma yaptığı anlar aslında en çok hücum ettiği anlardı!

16 Ocak 2012 Pazartesi

Matthäus: Eski Alman Futbol Makinesi


Löw-Klinsmann öncesi Alman futbolu, aslında tıpkı Warhol ve Mondrian gibi öncü ressamların en tartışmalı yapıtları gibi. İlk bakışta son derece soğuk, sade, sanatta yeri olmayacak kadar geometrik ve matematik kalıplara indirgenebilecek özellikler arz eden Löw-Klinsmann öncesi Alman futbolu sadece bizim için değil tüm bir futbol gezegeni için de başlı başına bir tartışma konusu.
Dünyanın en çok tesadüflere dayalı ve Einstein’ın görecelilik teorisinin en basit pratiği olan futbol oyununda, her zaman birden çok gerçek oldu. Daha post-modernizm moda olmamışken, futbol çoktan post-modern bir oyundu. “Futbol 22 kişinin oynadığı ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur” diyen Gary Lineker de “Almanlar o kadar sıkıcı oynuyorlar ki rakipleri 55. dakikadan sonra maça tüm ilgilerini yitiriyor ve böylece hep Almanlar kazanıyor” diyen Nick Hornby de Alman futbolu bağlamında futbolun doğasındaki birden fazla gerçeğin varlığını vurguluyorlar.

Lineker ve Hornby gibi eski Almanya’nın maçını izleyince tıpkı bir modern resim sergisinde Mondrian ya da Maleviç tabloları karşısında fazla entelektüel olmayan birinin hissettiğini hissediyoruz: “Bu ne ki? Bunu ben de yaparım!” Ama nasıl o tablolar dünya sanat tarihinin gelmiş geçmiş en önemli tabloları arasındaysa, 20. yüzyılın son çeyreğinin Almanya’sının her maçında bir Mondrian çizgisi kadar sıradan renklere bürünüp futbol tarihine 20 yıl boyunca damgasını vuran Lothar Matthäus da yeşil sahaların içinden taşan post-modern bir futbol sanatı eseri.


1980-2000 yılları arasında dünya futbolunun zirvesinde oynanan maçlarda Matthäus’un tüm çizgileri var. Tek başına bakıldığında son derece basit ve herkes tarafından çizilebilirmiş havasını uyandıran Matthäus’un futbol tablosu, 11 kişinin bir araya geldiği eserin bütünlüğünde pi sayısı misali bir etki yaratıyor. 1980-2000 yılları arasında, savunmada, hücumda ya da orta sahada mekânla bağlantılı geometrik zekâyı sergileme sanatı olan futbolun en büyük ustaları arasında, yeteneği en minimum seviyede olup oyuna etkisini olabilecek en maksimum seviyeye taşıyan Lothar Matthäus’tur. Matthäus’u anlamak Alman futbolunu, modern Avrupa futbolunun ethos’unu anlamaktır.



Matthäus, 1961 yılında Alman futbolunun kalbi olan Bavyera’nın Erlangen şehrinde doğdu. 1979’da Borussia Monchengladbach formasını giymeye başladığında, 2. Dünya Savaşı’nın tarifsiz yıkımı sonrasında insanüstü bir çabayla yeniden doğarak hayatın her alanında Avrupa’nın en ileri ülkesi konumuna gelen Batı Almanya için futbol ateşli silahlar olmaksızın yapılan bir savaştı. Bu yüzden Batı Alman Milli Takımı “panzerler” olarak anılır ve asla hiçbir Alman futbolcu yenildiğinde ağlamak, çökmek, üzülmek gibi “insani” bir tepki göstermezdi. Modern Federal Almanya nasıl mümkün olduğu kadar göreceli insani duygularından arınmış bir makine-ülke ise, onun ürünü olan Alman futbolcusu da bir makine-futbolcuydu. Alman takımları sadece nasıl olursa olsun kazanmaya programlanmış, rahmetli Yugoslavya ve Hollanda gibi futbol sanatının en güzel örneklerini verirken skor tabelasında ilelebet kaybetmeye mahkûm olan romantik futbolun tüm duygusal “zaafları”ndan arındırılmıştı.



1979-80 sezonu sonunda UEFA Kupası yarı finallerinde hepsi Alman takımı olan 4 ekip mücadele ederken oyuncular için asıl mücadele 1980 Avrupa Şampiyonası Finalleri’nde milli takım kadrosuna girebilmek içindir. Monchengladbach, Stuttgart’ı eleyip finale kaldığında tüm gözler 19 yaşındaki orta saha oyuncusu Matthäus’tadır. O zamanlar, iki maç üzerinden oynanan UEFA Finali’nin ilk karşılaşmasında 2-1 geride olan Monchengladbach, Matthäus’un 77. dakikada attığı harika golle umutlanır ve ilk maçı 3-2 galip bitirir. Rövanş maçında rakibin “önstoperi” Werner Lorant’ın inatçı katı savunması karşısında sahadan silinen genç yetenek, 86. dakikada oyundan alındığında hüngür hüngür ağlıyordur.



5 dakika önce bir anlık hatasından Monchengladbach’ın yediği gol, maçın 1-0’lık skorla bitmesine sebep olup Frankfurt şampiyon olduğunda, iki hafta önce ilk maçta sergilediği mükemmel performansı salt neticeye odaklı Alman futbol zihinlerinde sadece küçük bir ayrıntı olarak kalır.

Matthäus, Derwall tarafından önce uyarılır: “Alman futbolcu asla yenilgiyi kabul etmez ve ağlamaz! Bir orta saha oyuncusu önce savunmasını ve hata yapmamayı sonra golü düşünür!” Sonra da Euro 80 kadrosuna dâhil edilir. Almanya turnuva sonunda şampiyon olduğunda mutsuz olan tek Alman Lothar Matthäus’tur. 3-0 önde oldukları Hollanda maçında orta sahada maçı rölantiye alması ve skoru koruması için Derwall tarafından oyuna sürülmüş ama ilk hareketinde penaltı yaptırıp takımının paniklemesine ve maçın zora girmesine sebep olmuştur. Almanya, ezeli düşmanı karşısında maçı zar zor 3-2 kazanırken, basın 19 yaşındaki Matthäus’u yerin dibine sokar.


Takımı Monchengladbach ise 1970’lerdeki altın çağından sonra büyük bir krizin eşiğine girmiş ve yıldızlarını satmak zorunda kalmıştı. Bu süreçte henüz 20’li yaşlarında olmasına rağmen bütün yük Matthäus’un sırtına binmiş ve 1984 yılında takımın en büyük yıldızı olarak çok büyük bir meblağ karşılığı Bayern Münih’e gidene kadar takımının her şeyi olmuştu. Bu süreçte gösterdiği performansla 1980 yılındaki kötü hatıralara rağmen 1982 Dünya Kupası kadrosunda kendisine yer buldu ve Almanya’nın şaibeli bir şekilde finale kalmayı başardığı turnuvada iki kez forma giydi.


1984-88 yılları arasında Bayern Münih formasıyla gösterdiği performansla kusursuz bir “Alman futbol makinesi”ne dönüşen Matthäus, 1986 Dünya Kupası’nda artık Batı Almanya Milli Takımı’nın değişilmez oyuncusu olacaktı. Kendisinden önceki teknik adamlara göre daha yaratıcı oyunculara yer veren Beckenbauer, Matthäus’u orta sahanın sağından ortasına oyun kurucu mevkisine çekti. İkinci turda Almanya, Fas karşısında ecel terleri dökerken Matthäus turnuvanın en iyi kalecisi olan Zaki’yi uzatmalarda 30 metreden avlayınca Almanya’da kahraman ilan edildi.
Almanya önce penaltı atışlarıyla ev sahibi Meksika’yı sonra da yarı finalde Fransa’yı 2-0’la elediğinde Matthäus efsanesi katmerlenerek yaklaşık 15 sene dünya futbol mitolojisinin en ünlü figürlerinden birine dönüşecekti. Yarı Finalde Fransa’nın Giresse’li, Platini’li, Tigana’lı muhteşem orta sahası, Matthäus duvarına çarpmış, her tarafından estetik ve zarafet akan elmasvari kramponlar, kusursuz futbol makinesi karşısında son derece sıradanlaşmışlardı.

Ama finalde, Schumacher’in de her zaman söylediği gibi Beckenbauer’in en büyük hatası, final maçına kadar oyunun her iki yönünü de aynı mükemmellikle oynayan, en büyük silahı Matthäus’u, Maradona’yı marke etmekle görevlendirmek oldu. Tigana’ların ahı tutan Matthäus maçın büyük bir bölümünde Maradona’yı etkisizleştirmesine rağmen, kusursuz futbol makinesi, kusurlu futbol ilahının yanında o kadar sıradanlaşmıştı ki! O sıradanlaşma hissi, Matthäus’un kariyeri boyunca başına musallat olacak bir makinenin en sivri de olsa sadece bir parçası olma gerçeğinin en acı yüzüydü. Matthäus, oynadığı bir finalden daha boynu bükük bir şekilde ayrılırken, parçası olduğu makinenin dişlerini biraz daha sivrileştirecekti.

1987 yılında Şampiyon Kulüpler Kupası Finali’nde, Porto karşısında tüm dünyanın mutlak favorisi olan Matthäus’lu Bayern maçın 79. dakikasında 1-0 öndeydi ve her zamanki aşırı disiplinli Alman savunması karşısında Porto o ana kadar etkisiz kalmıştı. Son 10 finaldir hiçbir takımın 1 golden fazla atmamış olması da buna eklenince, Bayern şampiyonluğa çok yaklaşmıştı. Ama 79. dakikada Cezayirli Madjer’in Picasso’nun Pembe Dönemi’ni andıran topuğu maçı beraberliğe taşımış, o ana kadar hiçbir şekilde gol yememeye programlanmış olan Alman savunma makinesi bozulmuştu. Hemen bir dakika sonra Porto galibiyet golünü bulduğunda Matthäus 12 yıl sonra yine Bayern formasıyla finalin son dakikalarında Manchester United şokunu yaşamadan önce hayatındaki en büyük şoku yaşayacaktı. Bir kez daha finalde son anda yenilmiş, bu kez ağlamamak için kendisini zor tutmuştu.

Bayern Münih formasıyla 3 sezon üst üste kazandığı Almanya şampiyonlukları, Matthäus’un finallerde çektiği acıların yanında sadece bir teselliydi. Matthäus, küçük yaşlardan beri tüm antrenörleri tarafından hep kusursuz ve yenilmez bir makine olmaya şartlanan bir kuşağın en büyük yıldızıydı. Artık 27 yaşına gelmişti ve Alman basını tarafından her maçta insanüstü bir gayretle mücadele etmesine rağmen finallerdeki hayalkırıklıklarının faturasının kendisine çıkarılmasından bıkmıştı. Yarı Final’de Hollanda maçında attığı gole rağmen Almanya’nın elenmesine engel olamadığı Euro 88’den sonra Brehme ile beraber Inter’e imza attığında, hem geçmişinden kaçıyor, hem de bambaşka bir futbol rüzgârına yelken açıyordu.

İtalya’da futbol Almanya’daki kadar defansif oynansa da oyuncular kaybettiklerinde ağlıyor, bağırıyorlar; kazandıklarında taklalar atıyorlardı. 1989’da Matthäus’lu Inter, İtalya’da şampiyon olduğunda, Matthäus da kusursuz mekanik futboluna insani dokunuşları da eklemiş ve Avrupa’nın en iyi futbolcusu olmuştu. Inter teknik direktörü Trapattoni, Matthäus’un defansif eksiklerini tamamlarken, futbolu sadece kazanmak için değil kazanırken zevk alarak oynaması gerektiğini ona söyleyen ilk kişi olmuş, aralarında uzun yıllar sürecek bir baba-oğul ilişkisinin temellerini atmıştı. Bir sonraki yaz, Dünya Kupası İtalya’da oynanacak ve Almanya maçlarının büyük çoğunluğunu Inter’in de stadı olan San Siro’da oynayacaktı.

1990 Dünya Kupası’nda herkes eski İtalya’yı taklit ederek aşırı defansif oynamaya çalışırken, Beckenbauer yönetimindeki Almanya bir önceki turnuvaya göre tanınmayacak kadar hücum ağırlıklı “anti-Almanya” bir futbol sergiliyordu. Gelmiş geçmiş en sıkıcı Dünya Kupası’nda Yugoslavya ile beraber hücum oynayan tek Avrupa takımı olan Almanya, bu kez bileğinin hakkıyla finale çıkacaktı. Matthäus, orta sahada serbest oynayarak kupanın Schilacci ile beraber en iyi golcüleri olarak hatırlanan Milla ve Lineker gibi 4 gole imza atmış, turnuvanın en göze hoş gelen oyuncularından birisi olmuştu. Finalde ise Beckenbauer 4 yıl önce yaptığı hatayı tekrarlamadı, Maradona’yı kendi haline bırakırken Matthäus’u da “Almanya’nın Maradona”sı olarak görevlendirdi. Arjantin’in hiçbir varlık gösteremediği final, her ne kadar gelmiş geçmiş en sıkıcı final maçlarından birisi olsa da nihayet Matthäus bir finalde muzaffer oldu, hem de takım kaptanı olarak Dünya Kupası’nı Almanya’ya getirdi.


Artık “final şeytanı”nın bacağını kırmıştı. Matthäus, 1980’lerin aşırı motivasyon ve mekanik şartlanmalarla final anında gereken insani dokunuşlardan yoksun bırakılan Alman futbol makinesi ile Beckenbauer’in 70’lerde kendi oynadığı zamandan ilham alarak temellerini attığı 90’lı yılların estetik Alman futbolcusu arasındaki köprü olmuştu. 1991 UEFA Kupası’nı kazanan Inter’in başarısında bu köprü hayati bir önem taşıyordu. İkinci tur ilk maçında Aston Villa’ya 2-0 yenilen Inter, Matthäus’un olağanüstü performansı ile rövanşı 3-0 kazanacak ve finale giden yolu açacaktı. Finalde bir başka İtalyan takımı olan Roma karşısında gelen şampiyonluk yine Matthäus’un eseriydi. Oynadığı futbol ile 1991’de FIFA tarafından yılın futbolcusu ödülünü alan da nihayet Matthäus oldu. Ödülü aldıktan sonra söyledikleri ileride kafaüstü yere çakılacak Alman futbolunun karakutusu niteliğindeydi: “Benim kadar iyi birçok Alman futbolcu var ama benim onlardan farkım hepsinden daha fazla konsantre olmam.”

1992’de beklendiği gibi Bayern Münih’e döndü. Kısa boyu ve sıradan yüz hatlarına rağmen futboldaki ihtişamı ile “Almanya’nın en seksi erkeği” seçilirken, Almanya’nın 2. Dünya Savaşı sonrasında doğusu ve batısıyla birleşik bir ülke olarak yer aldığı ilk turnuva olan Euro 92’ye sakatlığı yüzünden katılamadı. Turnuvanın finalinde maçın mutlak favorisi olan Almanya, gelmiş geçmiş en büyük sürprizi yapan Danimarka’ya 2-0 yenilirken, Matthäus’u çok aradı.


1994 Dünya Kupası’nda kaptan Matthäus geri döndü ama bu kez 33 yaşına gelmiş ve orta sahadan liberoya çekilmişti. Çeyrek Final’de Bulgaristan karşısında 2-1 yenilen Almanya’nın tek golüne imza atarken 21. kez Dünya Kupası maçında oynayarak tarihi bir rekora da imza atacaktı. Rekora uzun bir süre kimse yaklaşamazken rekoru daha da fazla kıracak olan yine Matthäus’un kendisiydi. 1994’te Almanya’nın çeyrek finalde şok bir şekilde elenmesinden sonra Alman futbolunda büyük bir iç savaş başlayacak ve uzun zamandır Klinsmann’la arası fena halde açık olan Matthäus bir kez daha günah keçiliğine terfi edecekti.


Euro 96’da Almanya tarihinin son büyük turnuva şampiyonluğunu yaşarken, Matthäus, Klinsmann-Vogts cephesiyle girdiği savaştan yenik ayrıldı ve turnuvayı televizyondan izledi. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra Doğu Alman libero Matthias Sammer’in yıldızının parlaması ve ikinci plana itilmesi o zamana kadar hep ön planda olan Matthäus’un saha dışındaki dengelerini de bozdu. Artık, Almanya’nın en popüler bilgisayar oyunu “Lothar Matthäus Futbol” eski disketlerde kalmış “Jurgen Klinsmann Soccer” isimli VCD oyunları icat olmuştu. Bu alışılmadık ikinci plana itilme ve 35 yaş bunalımı, bir zamanların en kusursuz futbol makinesinin mekaniğini fena halde bozacak, saha içinde ve dışında bambaşka bir Lothar Matthäus’a şahit olacaktık. İtalya’daki peşini bırakmayan metres skandalları tabloidlerin en büyük magazin malzemesine dönüşürken, Matthäus konuştuğu her kadınla ilişkiye girmekle itham edilecekti.

1996’da Trapattoni bir kez daha Matthäus’un imdadına yetişti. Saha içinde yaşayan bir efsane olmasına rağmen, saha dışında “ırkçılık” ve “kart zampara”lıkla suçlanan oyuncusunun yeniden sadece futbola konsantre olmasını sağladı. Matthäus’un en büyük kozu kendisinin de dile getirdiği gibi konsantrasyonuydu ve Trapattoni sayesinde 39 yaşına kadar üst düzey futbol oynamaya devam etti.

1997’de Trapattoni ile beraber Bayern’in şampiyonluğunda hayati bir rol oynadıktan sonra 1998 Dünya Kupası’nda Sammer sakatlanınca, sürpriz bir şekilde bir kez daha Alman Milli Takımı’na çağrıldığında 37 yaşındaydı. Yugoslavya karşısında Almanya ecel terleri dökerken sahaya sürüldüğünde maçın dönmesini ve 2-2 bitmesini sağladı. Almanya, çeyrek finalde Hırvatistan karşısında 3-0’lık hezimete uğrayıp elendiğinde ise medya bir kez daha kellesini istedi. Matthäus, “çok yaşlı” olmakla suçlanırken, ilk 11’den Matthäus çıkartıldığında takımın yaş ortalaması yine 30’un üstündeydi.

1999’daki efsanevi Şampiyonlar Ligi Finali’nde 38’lik Matthäus yine Avrupa futbolunun en önemli maçında başroldeydi. Maçın sonlarına doğru oyundan alındığında Bayern, Manchester United karşısında 1-0 öndeydi ve Kırmızı Şeytanlar tek bir pozisyon bile bulamamıştı. Maça eklenen sürede Manchester United’ın bulduğu mucizevi iki golde ise İngilizlerin iflah olmaz ihtiyar kurdu Sheringham’ın imzası vardı. Matthäus ise Bayern kaptanı olarak ikincilik madalyası boynuna takıldığı an kameraların gözüne soka soka hemen madalyayı çıkardı ve koşa koşa soyunma odasının yolunu tuttu.

Bayern ile bir kez olsun Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olmak için 39 yaşında futbola devam kararı aldığında bir yandan da futbolu bırakır bırakmaz teknik direktörlüğe başlamak istediğini açıkladı. 2000 sezonunda Amerika’nın Metrostars takımında son bir sezon daha oynadı. Bayern Münih, 8 yıl boyunca takımı sırtında taşıyan Matthäus’un Bayern Münih'i bıraktığı sezonun ertesinde 2001’de Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olarak şeytanın bacağını kırması “futbolcu Fatih Terim-Galatasaray” benzeri bir ilişkide kaderin acımasız bir cilvesiydi. Benzer bir şekilde Almanya Euro 2000’de uzun yıllardır ilk kez ilk turda elenirken Matthäus üç maçta da forma giydi ve toplamda 150 kez forma giyerek Almanya futbolunun yere çakıldığı sene en çok milli formayı giyen Alman olarak futbolu bıraktı.

İlk olarak Almanya 2. Ligi dengi olarak görülen Avusturya’nın Rapid Wien takımında teknik direktörlüğe başladı. Bir nevi stajını yaptıktan sonra herkes Almanya’da bir takımın başına geçmesini beklerken Matthäus, Partizan’ın başına geçerek herkesi şaşırttı. Ligde şampiyon olan Partizan, Newcastle’ı eleyerek Şampiyonlar Ligi’nde gruplara kaldığında ise herkes şok olmuştu. Real Madrid, Porto ve Marsilya ile eşleştiği grupta son anda ikinci tura çıkma şansını kaybetmesine rağmen Partizan’ın sergilediği futbol, Matthäus’un adının Almanya Milli Takımı’yla geçmesini sağladı. Ama o yine herkesi şaşırtarak Macaristan Milli Takımı’nın başına geçti. Hatta Macaristan, uzun yıllar sonra Matthäus yönetiminde Almanya’yı yendiğinde herkes aynı fikirdeydi: “Alman futbolu bitti!”

Ama Almanya, her iki Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi futbolda da bir kez daha küllerinden doğarken, Matthäus futbolculuk kariyeriyle ters orantılı bir teknik adamlık macerasında istikrarlı bir şekilde muammaların adamı olmaya devam etti. Macaristan devleti, kendisine “Fahri Macar vatandaşlığı” vermeye hazırlanırken önce ortadan kayboldu daha sonra da soluğu Brezilya’nın Paranaense takımında aldı. İlk 7 maçın 5’ini kazandırıp namağlup devam ederken ailevi nedenleri öne sürerek Brezilyayı terk etti. Paranaense yöneticileri ondan ümidi kesip geri dönmesini beklerken birden Avusturya’nın Salzburg takımının teknik direktörü olarak ortaya çıktı.

Salzburg’u ilk sezonunda açık ara şampiyonluğa taşırken, takımın futbol direktörü Trapattoni bir kez daha Matthäus’un kariyerini kurtarmıştı ama sezon sonunda saha içinde son derece başarılı olmasına rağmen saha dışındaki bir takım olaylar yüzünden kovulmasını isteyen de İtalyan hoca oldu. Şimdilik futbolculuğu ile teknik adamlığı arasındaki fark Souness’ınkine benziyormuş gibi olsa da ileride ne olacağını bilemiyoruz. Tıpkı Matthäus’un gerçekten de ırkçı ya da aşırı seks düşkünü olup olmadığını bilemediğimiz gibi… Ama nasıl Dostoyevski’nin aşırı milliyetçi histeri krizleri ve kız çocuklarına olan düşkünlüğü onun roman sanatının en büyük ismi olmasına engel olamıyorsa, saha dışındaki Matthäus da saha içindeki kusursuz futbol sanatçısının yanında sadece küçük bir soru işareti olarak kalıyor. Lothar Matthäus, uzun süre anti-futbolla itham edilen bir ülkede, futbolun en güzel tablolarından birisi olarak her zaman tebessümle hatırlanacaktır.

13 Ocak 2012 Cuma

FUTBOL CENNETİNİN BÜYÜK TRANSFERİ

Futbolu seven herkesin başı sağolsun, futbolu bu kadar sevdiren Lefter babanın ruhu şad olsun.