90’ların, 2000’lerin sahte peygamberlerle dolu yarı gerçek yarı simülasyon endüstriyel futbolun bir avuç sahici karakterinden birisi değil sadece… Avrupa’nın zencisi İrlanda’nın en İrlandalısı, en zencisi…
“Korkusuzluk en büyük mutluluktur” şiarıyla filtresiz, dibine kadar içilen sert bir sigara gibi yaşanan; icabında doğru yoldan gitmek uğruna ters yoldan son sürat süren bir hayat… Fazlasıyla bir rollercoaster’ı andıran 21. yüzyıl yaşamında, en yukarı çıktığında da en aşağı düştüğünde, o bir kerelik yaşamda sahici bir yıldız futbolcu olmanın insana bahşedilmiş en büyük mucizelerden birinin olduğunu en güzel hisseden adam… Futbolcu olmasa en az futbolculuğu ya da teknik direktörlüğü kadar harika bir yazar olabileceğini kanıtladığı biyografisinde en içten şekilde itiraf ettiği gibi: “Şöyle bir geriye dönüp bakıyorum: Dünyanın en şanslı insanlarından birisiyim”
Manchester United’la 7 Lig, 4 FA Cup, 4 Charity Shield (geliri bizdekinin aksine büyüklere değil küçük takımlara ve ihtiyacı olanlara dağıtılan bir nevi Süper Kupa), 1 Şampiyonlar Ligi, 1 Kıtalararası Şampiyona Kupası; toplamda 12 sezonda 17 kupa… Celtic’te bir sezonda hem lig hem de federasyon kupası şampiyonluğu… İstatistiklere bakarsak Keano yerden göğe kadar haklı, o dünyanın en şanslı insanlarından birisi… Ama bence ondan çok daha şanslı olanlar başta Kırmızı Şeytanlar ve taraftarları olmak üzere, onun saha içi ve dışındaki her anına şahit olan biz futbol müptelalarıyız… Öyle şanslıyız ki 35 yaşında futbolu bıraktığı için bizi üzen hatta kızdıran bu hep kafasının dikine giden ve her seferinde de kendi stilinden en ufak bile taviz vermeden haklı çıkan adam, teknik direktörlüğünün ilk sezonunda futbolculuğu kadar büyük bir efsaneye imza attı: İlk 4 maç sonunda 0 puan ile Championship’in dibine demir atmış, herkesin en büyük küme düşme adayı olarak gösterdiği Sunderland’i neredeyse olmayan bir bütçeyle şampiyon yapmayı başardı.
1971 yılında Cork’ta yazılmaya başlanan efsane, ilk olarak 2 yıl üst üste o zamanlar Liverpool ve Manchester United’ın en büyük rakibi olan Nottingham Forest forması ile 1991 ve 1992’de üst üste 2 sezon kupayı finalde kaybedip hırsından gözleri kan çanağına dönmüş biçimde soyunma odasının duvarlarını tekmelerken biz futbol dilencilerine kendisini keşfettirdi. Biri FA diğeri Lig kupası olan her iki finalde de sahada basmadık yer bırakmamış, bastığı her rakibine sonunda ölümü göze alıyormuş gibi müdahale etmiş, her pası Dünya Kupası Finali’nde sonucu belirleyecek penaltıyı atıyormuşçasına dikkatli ve isabetli vermiş, her iki maçta da sahanın tartışmasız en iyisi olmuştu. Ama takım arkadaşlarında ne ondaki ruh vardı, ne de dâhiyane teknik direktör Brian Clough’ın onun parlaklığında yıldızları alacak parası… Ağlaya ağlaya ayrılacaktı çok sevdiği Nottingham’dan…
Belki o gün Keano, Manchester Havalimanı’na giden uçağa son anda binmekten vazgeçse bugün Robin Hood’un takımı olan bir zamanların Avrupa Kralı Nottingham Forest, İngiltere’nin alt liglerinde cadı kazanından beter play-off’larda sürünüyor olmayacaktı. Daha da önemlisi, bugün bu satırlar yazıldığında Manchester United hâlâ 1980’lerdeki gibi Gençlerbirliği ayarı baş altı bir takım olmaya devam edecekti. Alex Ferguson’un da pekâlâ itiraf ettiği gibi Keane o sezon Manchester United’a transfer olmasaydı belki de Alex Ferguson bir efsane değil, en fazla Wenger kadar önemli ve başarılı olacaktı!
2007 Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Manchester United’ın kadrosu yıllardır ilk defa bu kadar iyiyken, kadrosu ilk defa kendi standartlarına göre bu kadar sıradan olan Milan’a 3-0 ile boyun eğmek zorunda kalması Ada’da tüm saygın futbol yorumcularının dile getirdiği gibi sadece Keano’nun eksikliği ile açıklanabilir. Çünkü Keano, 90 dakika, 120 dakika boyunca hatta günün 24 saati Keano’dur ve başta futbol olmak üzere hayatın birçok dakikasının içinde bir yaşam kadar önemli öylesine büyülü anlar vardır ki orada sadece Roy Keane gibiler vardır ve o yüzden Roy Keane’lerdir… Ama futbol dünyasında Manchester Utd’lıların Roy’la soyadı benzerliğinden başka hiçbir kan ya da ruhsallık bağı olmayan Robbie Keane’e nazire yaparcasına hep bir ağızdan bağırdıkları gibi: “Sadece bir Keano var!”
1989 yılında işte öyle bir gün, öyle kısa bir anda, Nottingham futbolcu izleme komitesi Roy Keane’in forma giydiği amatör İrlanda takımı Ramblers’ın 4-0 kaybettiği finalde kazanan takımda golleri atanları değil kaybeden takımda sinirden deli gibi ağlayan çocukla geri döneceklerdir. 1993’te Nottingham küme düştüğünde yine o deli gözlerden boşalan sinir yumağı yaşların gölgesinde Blackburn ve Manchester Utd büyük bir savaşa başlar. Hâlbuki sabun köpüğü medyaya göre iki takımın yöneticileri de ne yaptıklarından habersiz birbirlerini yemektedirler. “Henüz 22 yaşında iflah olmaz bir sinir hastasını, uyumsuz, sosyopat hatta psikopat kişilikli” olarak tanımladıkları Keano’nun o zamanın transfer rekoruyla Avrupa’da başarı hedefleyen bu iki büyük takımdan birine transfer olmasını yakıştırmazlar. Nottingham tarafından denendiği o kısa anda, yine orada her zaman olduğu gibi 100% kendisi olan Keano hemen İngiltere Milli Takımı’nın beyni Steve Hodge’un yerine takıma girer. Bu kez de Manchester’daki ilk antrenmandan sonra İngiltere Milli Takımı’nın yeni beyni Paul Ince’in yanında yerini alır. Daha ilk maçta Ince efsanesi gölgelenmeye başlar, önce Inter sonra Man Utd’ın ezeli rakibi Liverpool’un yolunu tutan Ince için Keano’nun başlangıcı onun sonunun başlangıcıdır. Ferguson’a göre asıl uyumsuzlar, sabahtan akşama kadar futbol yıldızlığının sadece sefasını süren eski oyunculardır. Asıl onlar psikopattır çünkü takımları yenilince değil ağlamak üzülmezler bile, sadece hesaplarına paraları yatmayınca şımarık çocuklar gibi mızmızlanırlar. Asıl böyle bir futbolcu topluluğuna isyan etmemek sosyopatlıktır. Roy Keane, yeni bir etik anlayışı, yeni bir rol modeli, yeni bir ethos’tur… Şimdi zaman altyapıdaki gençleri korkusuzca bu yeni anlayışa göre monte etme zamanıdır. Boyalı basın Ferguson’la dalgasını geçmektedir: “Bir psikopat ve bir sürü çoluk çocukla Mickey Mouse Kupası’nı bile kazanamayacak, işinden olacak bir deli!”
Ferguson da biraz delidir tıpkı Keano gibi, icabında en büyük sanal yıldızının kafasına koşmadığı için kramponunu fırlatır, icabında İngiltere Milli Takımı’nın sağbekini gözü kapalı kesip 18 yaşındaki çoluk çocuğu monte eder. Erasmus’u haklı çıkarırcasına haklı çıkar Ferguson ve Keano: Deliler, deli olmayanlardan çok daha mutlu ve başarılıdırlar. En önemlisi de böyle delicesine bir korkusuzluk en büyük mutluluktur. Manchester United kariyerinde toplam 11 kırmızı kart görerek kırılması çok zor bir rekora imzasını atacak, daha 2. sezonunda kendisine arkadan tekme atan Southgate’in “Aynı mesleği yapıyoruz” diyerek suratına kameraların önünde tüküren Keano, Ferguson’un her zaman sahadaki eli, gözü, ruhu, her şeyi olacaktır.
1997’de Cantona futbolu bıraktığında aynı boyalı basın tarafından artık tükeneceğine kesin gözüyle bakılan Kırmızı Şeytanlar’da “o psikopat”ı hiç düşünmeden kaptan yapar Ferguson. O sezon Leeds’li Haaland bir türlü baş edemediği Keano’ya öyle bir tekme atar ki Keano o sezon neredeyse hiç forma giyemez. Çocukları ve karısı gözyaşlarını görmesin diye kafasına kadar yorganını örttüğü yatakta geçirmek zorunda kaldığı tüm o anlarda tek bir şeyi kafasına koyar: Kendisine böylesine sert giren, en kötü şekilde sakatlayan, bir de kart görmesin diye “Kalk yerden, numara yapma!” diye bağıran Norveçli’ye gününü gösterecektir. Tam 3 yıl sonra nihayet yeniden karşısına çıkan Haaland’a herkese göstere göstere yapılabilecek en sert müdaheleyi yapar ve hakeme bağırır: “Bilerek vurdum, ben vurdum, Roy Keane, kırmızı göster bana hemen!” Daha sonra otobiyografisinde de bunu açıkça itiraf eder; aldığı para cezaları, oynamama cezaları hiç umurunda değildir… Çünkü Haaland’ın vurduğu yer futbolu bırakana kadar top ayağına her geldiğinde ölümüne acır. Haaland ise futbolu Keano’nun vurduğu bacağından değil, diğer bacağından geçirdiği ameliyat yüzünden bırakmak zorunda kalır.
1999’da Manchester United’ın Lig Şampiyonluğu, FA Cup ve Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğunu kazandığı “üçleme” sezonundaki performansını kelimelere dökebilmek için İslam Çupi bile olmak yetmez sanırım. Sadece final maçında oynamamayı, koskoca bir kaptan olarak hâlâ o ilk günkü gibi bir köşede ağlayarak finali seyretmeyi göze alması, takımının finale kalması için kendini feda etmesi yeter de artar bile…
Sahada verdiği mücadele, emek ve sanatını en güzel şekilde harmanlaması, kaptan olmaktan da kahraman olmaktan da daha önemlidir onun için. Gözünü kapar ve bir önceki sezonun başarıları ile yetinen ve maçlar esnasında sandviç yiyerek adeta tiyatro izler gibi mücadeleyi izleyen taraftarlara saydırır: “Old Trafford’a gelen birçok insan sadece yiyip içip tıkınıyor. Birçoğu futbolun F’sinden bile anlamıyor” Buna rağmen 2000 yılında hem spor yazarları hem de Manchester United taraftarları tarafından yılın futbolcusu seçilir.
2001-02 sezonunda sıra takım arkadaşlarına gelir: “Bu geçmişin başarıları ile çoktan doymuş bir avuç ruhsuz herif, rolex saatleri ve son model arabaları yerine Manchester United formasını giymenin parayla ölçülemez tarifsizliğini, paha biçilmezliğini biraz hissetselerdi bu sezonu elimiz boş bitirmezdik” Açıkça kastettiği İngiliz Milli oyuncular Nicky Butt ve Wes Brown ağızlarını açıp bir satır bile cevap veremezler. Ferguson’a göre Keano çizmeyi aşsa da yerden göğe kadar haklıdır.
Ama asıl efsane filmin en çarpıcı sahnesi o yaz, 2002 Dünya Kupası’nda İrlanda Milli Takımı kampında yaşanır. Sponsorluk anlaşmaları için amatör takımların çalıştığı yerde çalışmak zorunda kalan takımın kaptanı önce federasyona fena giydirir: “Kendi ceplerine hiç çalışmadan 3-5 kuruş fazla doldurmak için bizi buraya mahkûm edenler ve buna göz yumanlar İrlanda halkına ihanet ediyorlar!” İlk günden itibaren dünyanın en çok kazanan oyuncularından birisi olan Roy için milli takım hayat memat meselesi değil her şeyden çok daha önemlidir. 1994 Dünya Kupası’nda icabında 1990’da İrlanda’yı ilk kez Dünya Kupası Finalleri’ne hatta çeyrek finale kadar taşıyan Jacky Charlton’a bile açıkça fikrini beyan etmiştir: “Evet, kâğıt üstünde büyük başarı. Ama eğer korkmasaydık, kupayı bile kazanırdık, üstelik biraz da top oynamış olurduk!”
2002 yazında Keano’nun karşısında teknik direktör Mick McCarthy değil, Charlton, Ferguson, Capello hatta George Best bile olsaydı o yine aynı şeyi yapardı. Saipan’daki kampı terk eder, antrenörüne kupayı münasip bir tarafına sokmasını söyler, arkasını bile dönmeden çıkıp giderdi. Belki, kim bilir yine evinde kafasını yorganın altına sokar, maçları televizyondan seyrederken her zamanki çocuk saflığıyla gözleri kan çanağına dönene kadar ağlardı. Keane’e göre onun oynadığı milli takım, Avrupa’nın zencileri kupada şampiyon olmak için hazırlanmalıydı, 1-2 tur geçip sponsorlarına para kazandırmak için değil. Önce kampı terk etti. Sonra McCarthy ve yöneticiler Keano’yu en zayıf yerinden vurarak, İrlanda tarihinden yola çıkıp duygu sömürüsü yaparak geri döndürdüler ve asla tutmayacakları sözler verdiler.
Döndüğü gün aynı tas aynı hamamdı. Keano, McCarthy’nin yanına koştu ve en tarihi müdahalesini yaptı: “Mick, sen adi bir yalancısın… Karaktersiz kuklanın tekisin… Futbolculuğun da beş para etmezdi… Korkağın tekiydin… Antrenörlüğün de beş para etmez… İnsan olarak hiç para etmezsin… Al Dünya Kupası’nı münasip bir tarafına sok! Bugüne kadar sana katlandıysam sadece ülkemin, İrlanda’nın teknik direktörü olduğun içindi. Ben sana değil, ülkemin antrenörüne saygı gösterdim… İnşallah cehennemde çürürsün!”
O gün İrlanda tam ortadan ikiye bölündü. Bu kez Kuzey ve Serbest olarak değil. Keano’cular ve McCarthy’ciler olarak. Keane’in doğduğu yer Cork’ta neredeyse herkes Keane yüzlü İrlanda tişörtleri giydi. Dünya Kupası maçları esnasında tek bir televizyon bile açılmadı. Keano, İrlanda Kurtuluş Savaşı’nın en büyük kahramanı
Michael Collins’leştirildi. Canlı yayına çıkan bir tarih profesörü Keano’nun Collins gibi kendi halkı için yaralanırken kendi halkının ihanetine uğradığını söyledi. İrlanda 2. turda uzatmalarda 10 kişi oynayan İspanya karşısında McCarthy tarafından savunmaya çekildi. Penaltılarda Keano’nun ahı tuttu. Hâlbuki çok rahat sadece fiziklerini kullanarak çeyrek finalde Güney Kore’yi de eleyip en kötü Türkiye ile 3.-4.’lük maçına çıkabilirlerdi. Yarı finaldeki muhtemel rakipleri Almanya’ya grup maçında yenilmemişlerdi zaten. Tüm bunlar Keano’suz senaryolardı. Ya bir de Keano olsaydı?
Bu olaydan sonra İrlanda’nın en ünlü dört müzikal yazarı bir araya gelip “Ben, Keano” adlı bir müzikal yazdılar. Keano, eski Roma’da savaşa hazırlanan bir komutan olarak canlandırıldı. Ama oyunda da General Macartacus, ülkesini satarak Keano’nun savaşmasına engel oluyordu. Keano’yu satan ve McCarthy’nin yanında saf tutan diğer kaptan Niall Quinn ise İngiltere Kraliçesi ve onun İrlanda halkını uyutmak için kullandığı ünlü bira markası Guinnes isminden türetilen Quinnes adıyla hicvedildi.
Daha sonra Colin Teevan adlı yazar Troya Savaşı’nda Achilles ve Kral Agamemnon’un arasında yaşananlarla paralellik kurarak “Roykeanad” adlı bir senaryo yazdı. Sarhoş İrlandalı karakterler tarafından seslendirilen oyunda Keano ve McCarthy bir kez daha hicvedildi. Modern Ada müziğinin en önemli ismi Morrissey’in ona adadığı “Roy’s Keen” şarkısı radyolarda en çok istek alan şarkı oldu.
Keano, kendisini McCarthy ile aynı kefeye koyanlara en doğrudan cevabını yine sahada verdi. Dünya Kupası’nda McCarthy’nin kendisinin yerine oynattığı ve McCarthy’nin ispiyoncusu olarak suçladığı Jason McAteer’e ligin ilk haftalarında öylesine bir dirsek attı ki tüm McCarthy’ciler fazlasıyla suratlarında hissettiler. Zaten Haaland’ın yol açtığı müzmin sakatlıktan bir kez daha ameliyat olacağı için 3 maç Manchester United forması giyemeyecekti.
İyileşir iyileşmez, 2000’li yıllar boyunca karşılaştıkları tüm maçlarda ölümüne mücadeleye giriştiği Vieira’ya ilk “dersini” verdi. Daha sonra 2005 yılında takım arkadaşı Gary Neville’e “dayılanma” hatasına düşen Senegal asıllı Fransız siyahî oyuncuya asıl dersini verdi. Kameraların önünde avazı çıktığı kadar “Adam olsan seni köleleştiren, dışlayan Fransızlar için değil, kendi ülken Senegal için oynarsın” diye bağırdı. Aklı hâlâ Dünya Kupası’nda kalmıştı… Nihayet McCarthy üst üste alınan kötü sonuçlardan sonra kovuldu ve Keano Milli Takım’a geri döndü.
Herkes artık yaşlandığını, Haaland’ın yol açtığı sakatlığın ona yaşlandıkça daha da fazla acı verdiğini ve bunun da sinirlerini onulmaz ölçüde bozduğunu söylüyordu. Ama o hâlâ mevkisinin en iyisiydi. 10 yıldır olduğu gibi yine Juventus’u, Real Madrid’i reddetti. 2004’te futbol yaşamını sürdürürken Hall of Fame’e adı yazılan ender oyunculardan birisi oldu. Pele’ye göre gelmiş geçmiş en iyi 100 futbolcudan birisiydi. Capello’ya göre “Bir Roy Keane, başlı başına bir orta saha” demekti. Onun için yapılacak 2 şey vardı: Birincisi her zaman olduğu gibi yine sadece kendisi olmaya devam etmek, diğeri de mutlaka bir gün küçükken uyumadan önce ettiği dualardaki gibi Celtic formasını giymek.
Önce kendisi olmaya devam etti. 2005 Kasımı’nda sezon öncesi sponsorlar istediği için Portekiz’de yapılan hazırlık kampını eleştirdi. O sezon Middlesbrough’a 4-1 yenildikleri maçtan hemen sonra Manchester United TV’ye çıktı, gözünü yumdu, ağzını açtı ve son bir kez Kırmızı Şeytan olarak kendisi oldu: “Bugün bu formayı giyme şansını bulan birçok sözde futbolcu bunun ne kadar da harika bir şey olduğunu ve yerlerinde olmak isteyen milyonlarca taraftara karşı sorumluluklarını yerine getirmek zorunda olduklarını farkında değiller. Bunu göremiyorlar, bunu onların yüzüne söylemeyeceğim çünkü son model arabaları, evleri ve tüm o lüks gözlerini kör etmiş. Bu takımda oynama şansını bulmak asla parayla ölçülemeyecek kadar pahalı bir şey!”
Bu kez sadece İrlanda değil, İngiltere de ikiye bölündü. Bazılarına göre “bu deli” iyice çizmeyi aşmıştı. Birçoğuna göreyse yerden göğe kadar haklıydı, o gerçek bir kahramandı. Ferguson onu kaptanlıktan almadı, kendisine yakışır, Keane’in hatalarıyla sevaplarıyla tüm mirasını yücelten bir çözüm buldu: “O benim veliahtım. Benim yerime geçecek. Ama önce artık son rüyasını da gerçekleştirmeli. Ne mutlu Celtic’e de, Keano’ya da”
2005-06 sezonu sonunda, Ada’da bir jübile maçında en fazla seyirci rekorunun (69.591 kişi) kırıldığı Manchester United-Celtic maçının bir devresinde bir aşkının diğerinde diğerinin formasını giydiği karşılaşmada oyunculuğa veda edene kadar bu kez Celtic’i başarıdan başarıya koşturdu. Maçın gelirinin büyük bölümünü körlere bağışlayan Keano, Ferguson’un ona çizdiği hedef uyarınca Sunderland’in başına geçti.
İşin garibi, Sunderland’in başkanı 2002 yazında McCarthy’ye destek veren Niall Quinn’di. Quinn, 4 maç sonunda 0 puanla ligin dibine demir atan Sunderland’in başına dünya çapında bir teknik adam getirileceğini açıkladığında kimsenin aklının ucundan bile Keano geçmemişti. Keane, özyaşamöyküsünde Quinn’i “kukla” olarak nitelemiş. Quinn ise kendi biyografisinde Keano’yu “bölücülük”le suçlamıştı. Ama birden, tarihsel bir hatadan dönülerek kader birliği yapıldı. Daha da garip bir gerçek, Ada’nın köklü takımlarından Sunderland 1. Lig’den McCarthy yönetiminde düşmüştü. Sunderland, kesinlikle 3. lige düşmemeliydi. Ama Keano’nun hedefi bambaşkaydı. Artık daha da korkusuzdu çünkü ne Haaland’ın yol açtığı, hayatını karartan sakatlık vardı ne de endüstriyel futbolun sahte yıldızları şımarık paragöz eski takım arkadaşları. Keano, Quinn’e “Şunu şunu alalım” demedi hiç. Quinn bütçeyi söyledi, Keano da ona uygun olarak birçoğu İrlandalı ümit vaat eden yıldızlar olmak üzere pek de ünlü olmayan oyuncular transfer etti. Keane’den önce 4 maçta 0 puanla sonuncu olan Sunderland sezon sonunda şampiyon olarak ait olduğu yere dönecekti. Üstelik Keano’ya bir haller olmuştu! Bu sezon Wolves’ın başında olan McCarthy’nin maçtan önce yanına gitmiş, ona sarılmış, “Bu kadar az bütçeyle bu takımı yarattığın için tebrik ederim” diyerek eski azılı düşmanının elini sıkmıştı. Sezon bittiğinde yaptığı “Dilerim Wolves da 1. lig’e çıkar” açıklamasıyla adeta manevi babası olan Ferguson’a göz kırpıyordu. Aynı sezonda Ferguson da, Keano da şampiyon olmuşlardı. Ve en garibi bir dahaki sezon rakip olacaklardı! Sonraki sezonlar da halef-selef olmaları ise bu gece güneşin batacağı kadar aşikâr. Çünkü nasıl bir Ferguson varsa, sadece bir Keano var! Ipswich-Sunderland'e sığmayacak kadar büyük!
31 Ocak 2011 Pazartesi
13 Ocak 2011 Perşembe
Önü Barça arkası Almeria!
Ne de olsa bozuk saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir: Ligde oynanan Beşiktaş-Manisaspor maçındaki 3-2'lik beklenmedik yenilgiden sonra "Üşüyoruz Sivok Reis, bir an önce geri dön!" yazmışız. Dünya tarihinde futboldan açık ara en iyi anlayan sülale olan (Alex) Ferguson sülalesinin de hemfikir olduğu gibi Slovak futbol zanaatkarı, özlenmeyecek cinsten bir oyuncu değil.
Quaresma'nın bazen "Servet-i Fünun tarzı" abarttığı bireysel futbol sanatı, Guti'nin pas konçertoları, başka bir takıma gelmiş olsa skor basını tarafından her gün posteri verilecek futbol kudretindeki Simao ve Almeida bir yana... Taktik zeka kategorisinde Beşiktaş'ın 21. yüzyıl model Gökhan Keskin'i Sivok usta!
Merkezdeki Sivok farkı bir yana, Recep Çetin-Metin Tekin sağ kanadı ve İbrahim Üzülmez-Markus Münch sol kanadından beri Beşiktaş ilk kez yakın tarihinde kanatlardan bu kadar futbol gönlümüze hitap eden akınlar geliştirdi, "2011 model Kara Kartal" lakabının hakkını verdi. Zaten bilakis Cem Dizdar ve Forza Beşiktaş'ın da ısrarla savunduğu gibi Benfica Lizbon'dan kartal ithal edip hayvancağıza "sembolik işkence" yapmanın hiç lüzumu yok, yabancı kontenjanı biraz mantıklı ayarlansın, yeter de artar! Ne de olsa kanatta Baki Mercimek oynarken de 'Kara Kartal', 'Kara Kartal'dı!
SİVOK-ERSAN TANDEMİ?
Paslar, "kramponlu Ahmet Hamdi Tanpınar" Guti'nin ayağından çıkıyor, kanatlardan Q7 ve Simao kaleye doğru hareketleniyorsa, "alan daraltmacı skor yorumcuları"na rağmen bize her atak Barcelona! İnanmayan varsa 48 maçta sadece 8 gol atıp 80 gol kaçıran Nobre'nin bile dün gece attığı ve kaçırdığı gollere baksın yeter!
Arkaya dönüp bakarsak ise Schuster dayı benden milyar kat iyi bilir ama siyah-beyaz gönüllere en fazla hitap edecek stoper tandemi Ersan-Sivok ikilisi gibi... Diğer türlü hücumlar Barçavari, savunma Almeria'dan hallice! 70'den sonraki kondisyon sorunları ise bambaşka bir yazı konusu...
Quaresma'nın bazen "Servet-i Fünun tarzı" abarttığı bireysel futbol sanatı, Guti'nin pas konçertoları, başka bir takıma gelmiş olsa skor basını tarafından her gün posteri verilecek futbol kudretindeki Simao ve Almeida bir yana... Taktik zeka kategorisinde Beşiktaş'ın 21. yüzyıl model Gökhan Keskin'i Sivok usta!
Merkezdeki Sivok farkı bir yana, Recep Çetin-Metin Tekin sağ kanadı ve İbrahim Üzülmez-Markus Münch sol kanadından beri Beşiktaş ilk kez yakın tarihinde kanatlardan bu kadar futbol gönlümüze hitap eden akınlar geliştirdi, "2011 model Kara Kartal" lakabının hakkını verdi. Zaten bilakis Cem Dizdar ve Forza Beşiktaş'ın da ısrarla savunduğu gibi Benfica Lizbon'dan kartal ithal edip hayvancağıza "sembolik işkence" yapmanın hiç lüzumu yok, yabancı kontenjanı biraz mantıklı ayarlansın, yeter de artar! Ne de olsa kanatta Baki Mercimek oynarken de 'Kara Kartal', 'Kara Kartal'dı!
SİVOK-ERSAN TANDEMİ?
Paslar, "kramponlu Ahmet Hamdi Tanpınar" Guti'nin ayağından çıkıyor, kanatlardan Q7 ve Simao kaleye doğru hareketleniyorsa, "alan daraltmacı skor yorumcuları"na rağmen bize her atak Barcelona! İnanmayan varsa 48 maçta sadece 8 gol atıp 80 gol kaçıran Nobre'nin bile dün gece attığı ve kaçırdığı gollere baksın yeter!
Arkaya dönüp bakarsak ise Schuster dayı benden milyar kat iyi bilir ama siyah-beyaz gönüllere en fazla hitap edecek stoper tandemi Ersan-Sivok ikilisi gibi... Diğer türlü hücumlar Barçavari, savunma Almeria'dan hallice! 70'den sonraki kondisyon sorunları ise bambaşka bir yazı konusu...
12 Ocak 2011 Çarşamba
Euro 84 yazı, Bakırköy, anneannem ve ruh hastalıkları hastanesi bahçesinde top oynamam
(Sizler gibi ben de) Büyüyünce hep futbolcu olacağımı düşünürdüm... Mahallede herkes Maradona, Zico olmak için yarışırken ben kafadan Socrates'tim çocuk aklımla...
Hatta Euro 96'da benden sadece bir gün sonra doğan Phil Neville, abisi Gary Neville'ın yerine oyuna girene kadar da hep futbolcu olacağıma inanmıştım...
İşin aslı hiçbir zaman gerçekten büyümedim ki futbolcu olayım!
Geçenlerde mahallede, 2011 yılında benim 1984'te olduğum yaştaki çocuklarla futbol oynarken cep telefonum yani "Ooh! Aah! Cantona!" şarkısı çaldı.
Arayan annemdi, istem dışı "Anne hava kararmadan gelirim eve, merak etme!" dedim. İşin aslı yıllardan 2011'di ve ben 15 gün sonra az buz değil tam 34 yaşına girecektim ama halen annem beni mahallede top oynarken eve çağırıyordu...
İçimden "Sorun değil Tony Cascarino 34 yaşında Marsilya formasıyla gol kralı oldu, bizim mahalle de bir nevi Marsilya değil mi zaten?" diye kendi kendimi avuttum...
Meğerse annemin arama sebebi, anneannemin düşüp bacağını iki yerden kırdığını ve iyileşene kadar bizde kalacağını haber vermek içinmiş.
Eve geldiğimde, keşke onun yerine biraz önce ben mahallede bacağı kırsaydım dedim! 88 yaşındaki insanlığın yüz akı kadının canı çok yanıyor, demirden yürüteç sayesinde zar zor yürüyebiliyordu...
Gece yarısı uyandığımda halen gözünü uyku tutmamıştı. 88 yaşındaydı ama bilinci halen bana göre 88 ışık yılı daha fazla açıktı...
Birden cebinden iki fotoğraf çıkardı. "Sen küçükken de böyleydin, sana bir top verirdik dünyanın en mutlu çocuğu olurdun" dedi. O uyuyana kadar sohbet ettik, bana bir gün Bakırköy'deki evlerinin bahçesinde oynarken ortadan kaybolduğumu ve çok merak ettikleri günü hatırlattı, anlattı. Meğerse anneannemin evinin arka sokağındaki Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalakları Hastanesi'nin bahçesine girip oradaki hasta abilerle top oynamışım...
"Merak etme anneanne hiç değişmedim aslında, şimdi de daha akıllı değilim" dedim. "Olur mu hiç, ben herkese senin bu resimlerini gösteriyorum" dedi.
Fotoları aldım, kardeşime tarattırdım. Ortadaki elinde top olmayan dünya tatlısı çocuk ben değilim, kardeşim tabii ki... Ben ise elimde topla sanki dünyayı değiştirmiş kadar mutlu ve gururlu gözüküyorum... Saçlarım mı? Cidden Beatles elemanı saçı gibiymiş, ayakkabıların neden kırmızı olduğunu ise dün gibi hatırlıyorum: Ben çocukken, büyüyünce Beşiktaş'ın Kenny Dalglish'i olacağımı zannediyordum, ondan olsa gerek! Ne de olsa 1984 yazıydı, Dalglish'i ilk kez Roma'daki Şampiyon Kulüpler finali maçında izlemiş, bir de üstüne Euro 84'e şahit olmuştum...
Düşündüm de hiç değişmemişim, saçlar hariç sadece biraz gelişmişim; ne de olsa bozuk saat bile günde iki kez doğru zamanı gösterir o hesap bir gelişme işte!
11 Ocak 2011 Salı
YATTARA VE ÇİM YASASI!
Eskiden eleme usulü oynanan Türkiye Kupası, günlük yaşamayı seven bizim toplum için bariz daha zevkli ve heyecan vericiydi. Ancak KT Şekerspor gibi mütevazı takımlara hem kendilerini gösterme, hem de biraz olsun finansal durumlarını düzeltme şansı tanıyan gruplu kupa formatı, 21. yüzyıl Türk futbolunun önemli bir gerçeği.
Zaten biz ne yazarsak yazalım, kupa uzun süre böyle oynanacak. O yüzden sadece “kendine endüstriyel” olan futbol yöneticileri de Trabzon’da futbol kararlarını alanlardan biraz ilham almalı!
Son kupa şampiyonu ve lig lideri, dünkü maçı tek maç eleme usulü bir karşılaşmanın ciddiyetiyle oynadı. Sezon başından beri her maç üstüne koyarak gelişen, bir nevi Karadeniz usulü “tiki taka” sergiliyor Trabzonspor.
Orta sahayla ileri ucun sürekli ve hızlı şekilde alan değiştirmesine dayalı bu Trabzon “tiki taka”sı, Selçuk ve Coleman gibi iki pas ustasının yokluğuna rağmen yine de kısmen yerli yerindeydi. Şenol Güneş bir yandan maçtan istediği sonucu alırken diğer yandan da fazla şans vermediği oyuncuları deneme fırsatı buldu. Yattara attığı sanat eseri gol kadar bir 3-5-2 tek sağ kanadı edasıyla takım savunmasına da yardım etmesiyle de göz doldurdu. Eğer Yattara dünkü gibi harika yeteneklerini Şenol Güneş standartındaki taktik disiplinle harmanlamayı başarırsa, 2011’de Trabzon’un asıl bomba ara transferi olur!
“KUPA ŞEKERLERİ”
KT Şekerspor, Beşiktaş maçından sonra Trabzonspor karşısında sergilediği oyunla kupaya adı gibi tat katmaya devam ediyor. Bir de saha zeminleri biraz düzelse, bu umut veren genç yetenekler daha yukarı seviyelere tırmanabilirler. Sadece Şekersporlu gençler değil bu ülkede futbola gönül veren hiç kimse o zeminde oynamayı hak etmiyor. O yüzden hazır “yasa atağı” varken bir de “çim yasası” çıksa şeker gibi olmaz mı?
Zaten biz ne yazarsak yazalım, kupa uzun süre böyle oynanacak. O yüzden sadece “kendine endüstriyel” olan futbol yöneticileri de Trabzon’da futbol kararlarını alanlardan biraz ilham almalı!
Son kupa şampiyonu ve lig lideri, dünkü maçı tek maç eleme usulü bir karşılaşmanın ciddiyetiyle oynadı. Sezon başından beri her maç üstüne koyarak gelişen, bir nevi Karadeniz usulü “tiki taka” sergiliyor Trabzonspor.
Orta sahayla ileri ucun sürekli ve hızlı şekilde alan değiştirmesine dayalı bu Trabzon “tiki taka”sı, Selçuk ve Coleman gibi iki pas ustasının yokluğuna rağmen yine de kısmen yerli yerindeydi. Şenol Güneş bir yandan maçtan istediği sonucu alırken diğer yandan da fazla şans vermediği oyuncuları deneme fırsatı buldu. Yattara attığı sanat eseri gol kadar bir 3-5-2 tek sağ kanadı edasıyla takım savunmasına da yardım etmesiyle de göz doldurdu. Eğer Yattara dünkü gibi harika yeteneklerini Şenol Güneş standartındaki taktik disiplinle harmanlamayı başarırsa, 2011’de Trabzon’un asıl bomba ara transferi olur!
“KUPA ŞEKERLERİ”
KT Şekerspor, Beşiktaş maçından sonra Trabzonspor karşısında sergilediği oyunla kupaya adı gibi tat katmaya devam ediyor. Bir de saha zeminleri biraz düzelse, bu umut veren genç yetenekler daha yukarı seviyelere tırmanabilirler. Sadece Şekersporlu gençler değil bu ülkede futbola gönül veren hiç kimse o zeminde oynamayı hak etmiyor. O yüzden hazır “yasa atağı” varken bir de “çim yasası” çıksa şeker gibi olmaz mı?
HAMİT ALTINTOP, PUŞKAŞ VE INGO ANDERBRUGGE
Önce Nuri Şahin, Kicker dergisinin “Bundesliga 2010-11 İlk Yarının En Değerli Oyuncusu” ödülünü kazandı. Ödül demişken Nuri’nin aldığı ödül, bizdeki Adnan Aybaba’ya Yılın En İyi Yazarı Ödülü verilen yarışmalar gibi sonucu önceden belli, Stalin dönemi oylamalarıyla “seçilen” yarışmalar "sonucu" değil. Bizzat Bundesliga’da top koşturan 286 futbolcudan %32,6’sının oyuyla Nuri, ilk yarının en değerli oyuncusu seçildi.
Sonra da Hamit Altıntop, dünyada yılın en güzel golüne verilen FIFA Puşkaş Ödülü’nü kazandı. Geçtiğimiz futbol yılında % 17.68’lik oy oranıyla Cristiano Ronaldo’nun kazandığı ödülü aldıktan sonra Hamit’in söyledikleri ise Mesut Özil Almanya’yı seçtiği için kendisini “Burası Türkiye yok öyle!” gericiliğiyle “vatan haini” ilan edenlere “Burası Türkiye, var öyle!” dedirten cinstendi:
“Çocukluk yıllarımda Ronald Koeman ve Ingo Anderbrugge gibi topa vurmaya çalışırdım. Bu iki adam o yıllarda öykündüğüm oyunculardı.”
Koeman başlı başına bir yazı, kitap hatta “futbolda altın vuruşlar tarihi” ansiklopedisi konusu! Ancak Ingo Anderbrugge, Ronnie Whelan, Richard Witschge misali “özel” bir futbol zevki. “Özel” derken kastım, nasıl “Ronnie Whelan” deyince “O da kimdi?” cevabını alıp “Hani Euro 88’de Dasayev’e uçan voleyle gol atan İrlandalı vardı ya…” ipucunu verince hemen hatırlanması misali "özel"!
Bilakis bendeniz de Ingo’nun adını kendisini hiç izlemeden önce duymuş, mecburen benimsemiştim. Lisedeyken her çarşamba bizim “Aziz Yusuf İdadisi FC” olarak İstanbul Erkek’le maç yapardık. Maç bir saat, futbol sohbeti ise minimum 3 saatti. Israrla kendisine “Ingo” diye hitap edilmesini isteyen İstanbul Erkek Liseli kardeşimiz her hafta yarım saat Ingo Anderbrugge anlatırdı.
Ingo ile o kadar bütünleşmiş, devasa solağı o kadar benimsemişti ki doğuştan sağ ayaklı olup sağ elip yazı yazmasına rağmen futbolu ısrarla solla oynar; sağ ayağıyla çok daha iyi bir vuruş yapabileceği bir pozisyonda bile sol ayağını kullanmakta inat ederdi.
Ve yıllar sonra nihayet bir başka doğal “sağlak”tan ama bizim deli İstanbul Erkek Liseli’ye göre sahici bir futbol sanatçısından, Hamit Altıntop’tan yeniden “Ingo” adını duymak çok güzel. “Futbol hiç büyümek istemeyen çocukların oyunu” dediğimizde bizlere “Romantik işte hehehehe” diyen “homo amerikanus”ların asla dikkatini çekmeyecek bir adam Ingo Anderbrugge… Ne de olsa hem Borussia Dortmund hem de Schalke’nin, Ruhr Derbisi’nin iki yakasının da formasını giyip iki tarafa gönül verenlerin de saygı ve sevgiyle andıkları ender isimlerden birisi Ingo… Hatta bence daha da güzeli, futbol hayatını amatör bir takımda noktaladıktan sonra iki yıl da Rhein Fire takımının formasıyla rugby oynamış olması!
Sonradan Rugby’ci oldu diye öyle sadece fiziğiyle oynayan eski tip “kalas” bir orta saha sanmayın Ingo’yu! Zaten Rugby de aslında futbol gibi fizik kadar zekâ ile tekniğin birleştiğin ince çizgideki ayrıntıların sonucu belirlediği bir oyun ya, o da apayrı bir yazı konusu olur!
Ingo’ya dönersek: Önce Dortmund sonra da uzun yıllar Schalke’de oynadı 1.89’luk hücuma dönük orta saha sanatçısı. 1997 UEFA Kupası şampiyonu Schalke, Inter’le kapıştığı iki ayaklı finali penaltılar sonucu kazanacak; Schalke adına ilk penatıyı da Ingo gole çevirecek, akabinde gecenin o saatinde çalan telefonda İstanbul Erkek Liseli Erhan kardeşim avazı çıktığı kadar bağırıyor olacaktı!
Aynı Erhan manyağı, 29 Ekim 1996 günü soluğu Trabzon’da almış, UEFA Kupası 2. turu rövanş maçında Schalke, Trabzonspor’la olağanüstü bir maç sonrası 3-3 berabere kalıp yoluna devam edip bizi üzerken Ingo müthiş performansıyla Erhan’ı dünyanın en mutlu insanına dönüştürmüştü!
Trabzonspor adına sahanın yıldızı iki gol atan Hami Mandıralı’dan başkası değildi, tabii ki! Aynı Hami yaklaşık 1.5 yıl sonra Schalke 04’ün yolunu tutacak, Ingo ile beraber oynayacaktı. Hamit Altıntop o efsane golü attığında hepimiz “Vay be Hamit’in içine Hami girmiş!” demiştik. Ancak Hamit ödülünü aldığında çocukken içine giren Ingo’dan bahsetti. Daha doğrusu sabahın 8’inde çalan telefonla uyandım. “Eyvah babama mı bir şey oldu yoksa!” diye tirtir titrerken duyduğum dünya tatlısı delinin sesiyle kendime geldim. Tabii ki “Ingo Erhan”dı arayan: “Bak Ali Ece, bütün programlarını izledim, dinledim; bir kere Ingo’yu anlatmadın ama gördün mü tarihte bu ödülü alan tek bir Türk var. O da başkasının değil Ingo’nun adını verdi!”
Meğerse “Ingo Erhan” halen Ingo’nun peşindeymiş tıpkı benim Tony Cascarino’nun peşinde olmaya devam etmem gibi. “Cascarino ile meslektaş oldum oğlum, adam Times’ta yazıyor hem de!” dedim. “O bir şey mi?” dedi Erhan, “Ingo hâlâ takım çalıştırıyor, hem de amatör kümede. Üstelik de bir sürü futbol okulu açtı. Senin Cascarino hâlâ içiyor mu peki?”
“Cascarino’yu boşver, gel biz içelim!” dedim. “Gelemem oğlum, ben Berlin’de yaşıyorum, sen gel!” dedi! Çok yaşa be Erhan, hâlâ futbolun hiç büyümek istemeyen çocukların oyunu olduğuna inanmayan varsa onu da artık Ali Eren çarpsın, ne diyeyim!
Sonra da Hamit Altıntop, dünyada yılın en güzel golüne verilen FIFA Puşkaş Ödülü’nü kazandı. Geçtiğimiz futbol yılında % 17.68’lik oy oranıyla Cristiano Ronaldo’nun kazandığı ödülü aldıktan sonra Hamit’in söyledikleri ise Mesut Özil Almanya’yı seçtiği için kendisini “Burası Türkiye yok öyle!” gericiliğiyle “vatan haini” ilan edenlere “Burası Türkiye, var öyle!” dedirten cinstendi:
“Çocukluk yıllarımda Ronald Koeman ve Ingo Anderbrugge gibi topa vurmaya çalışırdım. Bu iki adam o yıllarda öykündüğüm oyunculardı.”
Koeman başlı başına bir yazı, kitap hatta “futbolda altın vuruşlar tarihi” ansiklopedisi konusu! Ancak Ingo Anderbrugge, Ronnie Whelan, Richard Witschge misali “özel” bir futbol zevki. “Özel” derken kastım, nasıl “Ronnie Whelan” deyince “O da kimdi?” cevabını alıp “Hani Euro 88’de Dasayev’e uçan voleyle gol atan İrlandalı vardı ya…” ipucunu verince hemen hatırlanması misali "özel"!
Bilakis bendeniz de Ingo’nun adını kendisini hiç izlemeden önce duymuş, mecburen benimsemiştim. Lisedeyken her çarşamba bizim “Aziz Yusuf İdadisi FC” olarak İstanbul Erkek’le maç yapardık. Maç bir saat, futbol sohbeti ise minimum 3 saatti. Israrla kendisine “Ingo” diye hitap edilmesini isteyen İstanbul Erkek Liseli kardeşimiz her hafta yarım saat Ingo Anderbrugge anlatırdı.
Ingo ile o kadar bütünleşmiş, devasa solağı o kadar benimsemişti ki doğuştan sağ ayaklı olup sağ elip yazı yazmasına rağmen futbolu ısrarla solla oynar; sağ ayağıyla çok daha iyi bir vuruş yapabileceği bir pozisyonda bile sol ayağını kullanmakta inat ederdi.
Ve yıllar sonra nihayet bir başka doğal “sağlak”tan ama bizim deli İstanbul Erkek Liseli’ye göre sahici bir futbol sanatçısından, Hamit Altıntop’tan yeniden “Ingo” adını duymak çok güzel. “Futbol hiç büyümek istemeyen çocukların oyunu” dediğimizde bizlere “Romantik işte hehehehe” diyen “homo amerikanus”ların asla dikkatini çekmeyecek bir adam Ingo Anderbrugge… Ne de olsa hem Borussia Dortmund hem de Schalke’nin, Ruhr Derbisi’nin iki yakasının da formasını giyip iki tarafa gönül verenlerin de saygı ve sevgiyle andıkları ender isimlerden birisi Ingo… Hatta bence daha da güzeli, futbol hayatını amatör bir takımda noktaladıktan sonra iki yıl da Rhein Fire takımının formasıyla rugby oynamış olması!
Sonradan Rugby’ci oldu diye öyle sadece fiziğiyle oynayan eski tip “kalas” bir orta saha sanmayın Ingo’yu! Zaten Rugby de aslında futbol gibi fizik kadar zekâ ile tekniğin birleştiğin ince çizgideki ayrıntıların sonucu belirlediği bir oyun ya, o da apayrı bir yazı konusu olur!
Ingo’ya dönersek: Önce Dortmund sonra da uzun yıllar Schalke’de oynadı 1.89’luk hücuma dönük orta saha sanatçısı. 1997 UEFA Kupası şampiyonu Schalke, Inter’le kapıştığı iki ayaklı finali penaltılar sonucu kazanacak; Schalke adına ilk penatıyı da Ingo gole çevirecek, akabinde gecenin o saatinde çalan telefonda İstanbul Erkek Liseli Erhan kardeşim avazı çıktığı kadar bağırıyor olacaktı!
Aynı Erhan manyağı, 29 Ekim 1996 günü soluğu Trabzon’da almış, UEFA Kupası 2. turu rövanş maçında Schalke, Trabzonspor’la olağanüstü bir maç sonrası 3-3 berabere kalıp yoluna devam edip bizi üzerken Ingo müthiş performansıyla Erhan’ı dünyanın en mutlu insanına dönüştürmüştü!
Trabzonspor adına sahanın yıldızı iki gol atan Hami Mandıralı’dan başkası değildi, tabii ki! Aynı Hami yaklaşık 1.5 yıl sonra Schalke 04’ün yolunu tutacak, Ingo ile beraber oynayacaktı. Hamit Altıntop o efsane golü attığında hepimiz “Vay be Hamit’in içine Hami girmiş!” demiştik. Ancak Hamit ödülünü aldığında çocukken içine giren Ingo’dan bahsetti. Daha doğrusu sabahın 8’inde çalan telefonla uyandım. “Eyvah babama mı bir şey oldu yoksa!” diye tirtir titrerken duyduğum dünya tatlısı delinin sesiyle kendime geldim. Tabii ki “Ingo Erhan”dı arayan: “Bak Ali Ece, bütün programlarını izledim, dinledim; bir kere Ingo’yu anlatmadın ama gördün mü tarihte bu ödülü alan tek bir Türk var. O da başkasının değil Ingo’nun adını verdi!”
Meğerse “Ingo Erhan” halen Ingo’nun peşindeymiş tıpkı benim Tony Cascarino’nun peşinde olmaya devam etmem gibi. “Cascarino ile meslektaş oldum oğlum, adam Times’ta yazıyor hem de!” dedim. “O bir şey mi?” dedi Erhan, “Ingo hâlâ takım çalıştırıyor, hem de amatör kümede. Üstelik de bir sürü futbol okulu açtı. Senin Cascarino hâlâ içiyor mu peki?”
“Cascarino’yu boşver, gel biz içelim!” dedim. “Gelemem oğlum, ben Berlin’de yaşıyorum, sen gel!” dedi! Çok yaşa be Erhan, hâlâ futbolun hiç büyümek istemeyen çocukların oyunu olduğuna inanmayan varsa onu da artık Ali Eren çarpsın, ne diyeyim!
8 Ocak 2011 Cumartesi
(YENİDEN) KENNY DALGLISH
“Cesuryürek”te William Wallace’in sevdiği kızı dolaştırmak için babasına “Efendim ne güzel işte yağmur, tam da İskoçya havası!” diye dil döktüğü günkü gibi yağmurun delirmişçesine yağdığı bir Mart günü Britanya tarihinin en büyük futbol efsanesi doğdu. O yağmur, yine tüm hayalleri yıkamış, kurumaları için ayışığına asmıştı. O ayışığının en güzel hayaller olarak yeniden insanların üzerine yansıdığı yer de Celtic taraftarlarının “Cennet” dedikleri bizim de Parkhead adıyla bildiğimiz stadyumdu. Dünyadaki tüm Katoliklerin takımı, bayrağı, bir futbol kulübünden çok daha fazlası olan Glasgow Celtic’in mabedinin hemen yanında dünyaya gözleri açan Kenny Dalglish’in kaderindeki İskoç yağmuru o günkü gibi asla dinmeyecek, rüzgar kılığına girmiş kaderin keyfine göre Ada’nın dört bir tarafında hiç dinmeyecek bir futbol fırtınasına dönüşecekti.
Mühendis baba Dalglish, ekonomik standartların Glasgow’un Protestan kısmına göre Afrika düzeyinde olan Katoliklerin doğu kısmından diğer tarafa taşınınca, Dalglish de Rangers’ın antrenman sahasına beş dakikalık mesafedeki yeni evlerinin bahçesinde top oynamaya başlayacaktı. Her İskoç çocuk gibi onun da hayatında mezhep savaşları ve İngiliz sömürgesinin altında ezilmenin acılarını çıkaracağı tek şey vardı: Futbol! Ama diğer İskoç çocuklardan önemli bir farkı vardı, Katoliklik ya da Protestanlıktan ise futbolu bir din olarak benimseyen Kenny’nin… İlkokul takımında kaleciyken, antrenörü futbol topunun daha önce hiçbir İskoç’un ayağına bu kadar yakışmadığını keşfetmiş, ona “Sen sadece topun ayağına gelmesini bekle” diyerek oyuna sürmüştü. Daha 15 yaşındayken Liverpool onu denemeye almış ama o zamanki Avrupa şampiyonu takımın kriterlerine göre yeteri kadar iyi bulunmamıştı. Onu o zamanlar yeteri kadar iyi bulmayanlar, yıllar sonra Britanya tarihinin en büyük parasını ödeyerek onu Liverpool tarihinin en büyük efsanesine dönüştüreceklerdi.
Ama önce daha 16’sındayken, sadece maç yapmak için gittiği okulu bırakıp profesyonel futbolcu olmalı, mühendis babaya futbolla hayatını kazanacağını ispat etmesi gerekiyordu. 1967 yazında bir gün, iki hafta önce Şampiyon Kulüpler Kupası’nda şampiyon olan Celtic’in yardımcı antrenörü Fallon, hayatında ilk kez Rangers’ın antrenman sahasının bu kadar yakınına gelerek küçük Dalglish’i ailesinden isteyecekti. Ancak bir sorun vardı, hem de çok büyük bir sorun!
Fallon, Celtic antrenörü olarak Glasgow’un bu sokağının ailesi için ölümcül tehlikede olduğunu söyleyerek eşinin arabada beklemesini, fazla uzun sürmeyeceğini, en fazla 10 dakika sonra evlilik yıldönümlerini kutlamak için geri döneceğini söylemişti. Kapıyı çaldığında, anne Dalglish’e kendisini tanıttı. Şeytanı görmüş gibi bembeyaz kesilen anne, İskoçya’yı Avrupa’nın en büyüğü yapan adamı salona aldı ve hemen oğlunun odasına gitti:
“Kenny, hemen o duvardaki Rangers posterlerini yok et!”
“Neden ama ben Rangers’lıyım!”
“Eğer baban gibi okula devam edip mühendis olmak istemiyorsan dediğimi yap. Salonda Avrupa Şampiyonu Celtic’in antrenörü seni bekliyor”
“!!!”
Odanın tüm duvarlarını kaplayan mavi Rangers posterleri beş dakika sonra çöpteydi, Kenny ise Fallon’un yanında süt dökmüş kedi gibi oturuyordu. Anne hemen, Fallon’un getirdiği formları doldurmak için sabırsızlanırken, 16 yaşındaki Kenny Dalglish Avrupa şampiyonuna “Ama ben hemen oynamak istiyorum, o şartla imza atarım” diyecek, Fallon’un eşi de Kenny ikna olana kadar tam 3 saat arabada bekleyecekti. O gün Fallon çiftinin yıldönümü berbat olmuş ama Ada futbol tarihinin en büyük efsanesi başlamıştı.
Önce Celtic’in pilot takımlarından Cumbernault United’da bir sezonda 37 gole imza atacak, sonra da o zamanlar Britanya sokaklarında polisten daha fazla borusu öten Kalite Sokak Çetesi’yle karşılaştırılacak kadar kudretli bir takım olan Celtic rezerv takımında harikalar yaratacaktı. Celtic rezerv takımı, 1968-71 yılları arasında her maçını binlerce kişiye oynuyor, top Dalglish’in her ayağına geldiğinde herkes ay çarpmış gibi büyüleniyordu. Antrenör Fallon, bir gün sahada İskoçya Milli Takımı’nın 1986 Dünya Kupası’na katılmayı garantilediği maçta heyecandan ölecek olan o zamanki Celtic menejeri Jock Stein’a şu raporu vererek Dalglish’i hemen A takıma almasını öneriyordu:
1-1967’de Avrupa Şampiyonu olan takımda bile bu kadar mücadeleci, teknik kapasitesi yüksek bir oyuncu yoktu.
2-Her oynadığı maçta son maçını oynuyormuş gibi ölümüne oynuyor. Her maçta gol atıyor ve sadece etrafında dönüp gülümseyerek topu santraya götürüyor.
3-O bugüne kadar eşine rastlanmamış bir İskoç: Bugüne kadar bir bardak bile bira içmedi. Viskilerin hangisi burbon, hangisi skoç ondan bile haberi yok. Maçlar biter bitmez, tesislerde uyuyor ve ertesi günkü antrenmana kadar gözlerini açmıyor. Uyandığı andan itibaren ise yüzü sürekli gülüyor.
4-Bu oyun zekası ile gelmiş geçmiş en büyük İskoç futbolcu olacağına adım gibi eminim. Mümkünse şimdiden futbolu bırakınca menejer olması için de sözleşme imzalatalım
Jock Stein için, Fallon’un aklı, kendi aklıydı. Hemen Celtic’in ilk maçı olan Kilmarnock maçında Dalglish’i oynatmaya karar verdi. Maçtan önce soyunma odasında bu genç yıldızı motive etmek için yanına gittiğinde aralarında unutulmaz bir diyalog yaşanacaktı:
“Kenny, çok mu heyecanlısın?”
“Hayır, öyle mi görünüyorum?”
“İki dakikadır ısrarla sağ ayağına sol kramponunu giymeye çalışıyorsun da!”
Avrupa fatihi Stein, bizzat kendi elleriyle o bir türlü giyilmeyen ayakkabıları giydirecekti. O gün Celtic, Beattie’nin jübile maçında Kilmarnock’u 7-2 yenmişti, bu o yıllarda son derece normal bir sonuçtu. Fakat Dalglish’in o 7 golden 6’sını atmış olması bugüne kadar eşine rastlanmamış bir olaydı. Bunun üzerine Stein, Fallon’a böyle bir yeteneği keşfettiği için Parkhead’e heykelinin dikilmesi gerektiğini söylemiş, Fallon ise hemen kupanın ilk maçında Dalglish’i oynatmasının yeterli olduğunu, keşfettiği yeteneğinin bizzat canlı bir futbol heykeli olduğunu belirtmişti.
Kader işte! Dalglish, ilk resmi maçındaki ilk golünü Rangers’a atacak, sezonun kalanında da orta sahada oynadığı 49 maçta 23 gole imza atarak canlı bir futbol heykeli olduğunu tüm Ada’ya kanıtlayacaktı. Tam da o günlerde, Liverpool’un efsanevi teknik adamları Bill Shankley ve Bob Paisley böylesine eşsiz bir yeteneğini beğenmeyen altyapı hocalarının hepsini doğduklarına pişman edecek ve Dalglish’in peşine düşeceklerdi. Ama Fallon, kendi keşfettiği cenneti bizzat kendisi yaşamaya ve ne pahasına olursa olsun onu satmamaya yemin etmişti.
1973’te 46 golle Britanya’nın en çok gol atan oyuncusu olan Dalglish, hala orta sahada oynuyordu. Celtic’i uzun yıllar başarıdan başarıya sürükleyecek, çok genç yaşta hem Celtic’in kaptanı hem de İskoçya Milli Takımı’nın her şeyi olacaktı. 1976 yılındaki unutulmaz İngiltere-İskoçya maçında attığı galibiyet golünden sonra İskoç taraftarlar sahaya atlayıp Kral Kenny’nin golünü attığı kaleyi ve fileleri sökerek evlerine götüreceklerdi.
Artık Dalglish, İskoçya’ya sığamayacak kadar devasa bir efsaneydi. O zamanlar Ada’nın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu olarak gösterilen Kevin Keegan, Hamburg’a gitmek için Liverpool’dan ayrılmış, kızılların yüreğinde o zamanlar dolması imkansız gibi gözüken bir delik açmıştı. Artık Fallon’un da, Stein’ın da başka seçeneği yoktu. 1977’ye kadar 269 kez Celtic forması giyip 167 gol atan, Parkhead’in Henrik Larsson’dan önce gördüğü en güzel rüya bitmek üzereydi. Bu kez bizzat Dalglish, bir zamanlar kendisini beğenmeyip burun kıvıran kulübe gitmek istiyordu. Ama bu kez ucuza gitmeyecekti.
1977 yazında Liverpool, Celtic 440.000 Pound ödeyerek tüm transfer rekorlarını kırarken hiç kimse bir süre sonra Keegan adının esamesinin bile okunmayacağını farkında değildi. Belki Dalglish bile bu kadarını beklemiyordu ama kızıl formayla ilk maçında, henüz 7. dakikada asla hafızalardan silinmeyecek bir gole imza atacak, 14 yıl boyunca da Anfield’ın gördüğü en güzel rüya olacaktı. Dalglish gelmiş, Liverpool’un altın çağı başlamıştı: 17 yılda futbolcu, menejer ve menejer-futbolcu olarak tam 25 şampiyonluk yaşanacak, Dalglish’in kulüpten ayrıldığı günden itibaren de Liverpool ligde bir daha şampiyonluk yüzü görmeyecekti.
Dalglish gelmeden önce Keegan’ın 7 numaralı formasının bir daha asla kimseye verilmeyerek ölümsüzleştirilmesi istenmişti. Ama Dalglish’li Liverpool, Avrupa Süper Kupası’nda Keegan’lı Hamburg ile karşılaştığında Keegan artık sadece efsanevi bir tarihin tozlu sayfalarından biriydi. Liverpool, o gün Hamburg’u 6-0’lık bir hezimete uğratırken, o gün Liverpool’un kızıl yakasında doğan çocukların neredeyse hepsine Kenny adını verilecekti. 6 yıl sonra 1983’te, Dalglish Liverpool formasıyla 100. golünü attığında, hem İskoçya hem de İngiltere’de 100’er gol atan ilk oyuncu oldu. Bir yıl sonraki Heysel felaketine kadar Dalglish’li Liverpool, tam 3 kez Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonu olurken, 1985’teki felaketten sonra Liverpool Avrupa Kupaları’ndan men edilecek, camia karışacaktı.
Bob Paisley’den sonra başa geçen Fagan, istifa etmiş, Liverpool o yaza teknik direktörsüz girmek üzereydi. Ama Heysel’den sonra hemen toparlanmak zorunda olan Liverpool’u bir kez daha kurtaracak olan isim Dalglish’ten başkası değildi. 34 yaşındaki Kral Kenny, saha içindeki yarı yaşındaki gençlere taş çıkartırken, İngiltere tarihinin ilk menejer-futbolcusu olacak ve uzun yıllar Ada’ya damgasını vuracak olan menejer-futbolcu akımını başlatacaktı.
Takım arkadaşı
Souness, “Bu ülkede kimse futbolcu olarak Dalglish’in eline su dökemez. Dünyada da ondan daha iyi olan bir tek Pele’yi gördüm, Cruyff’tan bile hiçbir eksiği yok fazlası var”demişti. Nasıl Dalglish’in futbolculuğu eşsizse, menejer-futbolculuğu da en az o kadar eşsiz olacaktı. Hatta daha önce futbolcu olarak bu kadar büyük bir efsane olmasa bile sadece Liverpool menejeri olarak başardıkları bile onun heykelinin dikilmesine yeter de artardı. Ama o aynı anda hem menejer hem de saha içinde takımının en büyük silahı olarak imkansızı başardı. Liverpool 1985-86 sezonunda, tarihinde ilk kez hem ligde hem de kupada şampiyon olarak duble yapacak, Dalglish 34 yaşındayken son 9 maçta kendisini de oynatacaktı. O son 9 maçta Liverpool tam 24 gol atıp sadece 1 gol yemiş, ligin son haftasında şampiyonluğu getiren golü de bizzat Dalglish atmıştı.
1987-88 sezonunda ise birçok futbol otoritesinin gelmiş geçmiş en güzel takım olarak nitelediği o yılın Liverpool’unu bizzat sıfırdan yaratmak zorundaydı. Liverpool’a geldiğinden beri mükemmel bir ikili oluşturdukları Kızıllar tarihinin en çok gol atan oyuncusu Ian Rush’ı Juventus’a kaptırmış, o parayla da Aldridge, Beardsley, Barnes gibi kağıt üstünde asla Rush’ın yerini doldurmayacak oyuncuları transfer etmişti. O sezon Aldridge 45 maçta 29, Barnes 48 maçta 17, Beardsley ise 48 maçta 18 gol atarak Rush’ın bile pabucunu dama atacaklardı. İlk 37 maçta mağlubiyet yüzü görmeyecekler, ligin bitmesine 4 hafta kala çoktan açık ara şampiyon olacaklardı.
1988-89 sezonunda ise bir sezon önce şanssız bir şekilde Wimbledon’a kaptırdıkları kupada Everton’ı devirerek şampiyon olacaklar, ligde ise akıl almaz bir biçimde ligin son haftasının son dakikasında yedikleri golle şampiyonluğu bir farklık averajla Arsenal’e kaptıracaklardı. 1989-90 sezonunda ise Dalglish o güne kadar adı sanı duyulmamış İsrailli Rosenthal’ı ligin son 8 haftası için kiralayacak, İsrailli forvetin o 8 maçta attığı 7 golle Liverpool tarihinde son kez şampiyon olacaktı. Aynı yıl Dalglish 38 yaşında son kez Liverpool forması giyecek ve 835 maç sonra faal futbol yaşamına son noktayı koyacaktı.
Her şey çok güzel görünüyordu. Liverpool’dan eski forvet ortağı Tommy Smith’in dediği gibi Dalglish, cennetten futbol oynaması ve oynatması için aramıza yollanmış bir mucizeydi. Ama aramıza karıştıktan 39 yıl sonra artık bir insan olarak Dalglish ne kadar mutluydu, ne kadar mutsuzdu? Kimse bunun farkında bile değildi. Dalglish gerçeği karşısında herkes gözlerini kapatıp bu gördükleri en güzel rüyayı görmeye devam ediyorlardı. Ama 1990-91 sezonunda, Liverpool ligde liderken şampiyonluğun mutlak favorisi takımın menejeri olarak görevi bıraktığında Dalglish gerçeği bambaşkaydı.
1989’daki Hillsborough trajedisi Dalglish’in hayatındaki dördüncü büyük felaketti. Celtic’te oynarken Rangers’la karşılaştıkları bir Old Firm derbisinde 66 kişi ölmüş, 1985’te Heysel’de 99 kişi gözlerinin önünde hayatını kaybetmiş, aynı yıl Celtic’te onu bir efsaneye dönüştüren teknik direktörü Jock Stein İskoçya’ya Dünya Kupası biletini aldırdıktan hemen sonra hayata gözlerini yummuştu. Hillsborough felaketi tüm bunların üzerine tüy dikecekti. Aramızdan başkası olsa bu felaketlerin sadece ikincisinden sonra bile bir daha asla futbol topu görmek istemeyecek duruma gelir, her şeyi bırakıp kaçardı. Ama Dalglish kaçmamıştı. Nasıl hayatında tek bir gün bile içki ve sigara içmemiş, saha içindeki mücadelesi ile saha dışında ve içinde hayat boyu rol modeli olduysa Hillsborough depreminin artçı şoklarından sonra da dimdik ayaktaydı. Göğüs kanseri olan eşiyle günde 4 cenazeye gidiyor, hastanedeki yaralıların aileleri geceyarısı bile olsa kendilerini aradıklarında hemen atlayıp futbol gazilerinin yanına gidiyordu. 1991 yılına gelindiğinde ise son iki yıldır her gün en az 4 kez sakinleştirici iğneler yapılıyor, evde çocuklarının yüzünü kanlar içinde görüyordu. Daha fazla yapamadı, 1991’de efsane Dalglish, insan Dalglish'e yenildi ve “Altyapıda Robbie Fowler var, onu hemen A takıma alın” diyip son sözünü söyledi; Liverpool’un altın çağı da bir daha hiç geri gelmemek üzere gitti.
Bir süre sonra efsane geri dönmeye karar verdi. 1991 Ekimi’nde 2. Lig’in dibine demir atmış Balckburn’ün başına geçtiğinde herkes çok şaşırmıştı. O sıralarda halefi Souness, Liverpool’u bir türlü toparlayamıyor, kızıl efsane gün geçtikçe daha da fazla irtifa kaybediyordu. Liverpool yönetimi kendisini aramadıkça o Blackburn’ü Liverpool’laştırmaya devam etti. 1995’te Blackburn, Liverpool ve Manchester United’ı geçerek sürpriz bir şampiyonluğa imza attığında Dalglish, Clough ve Chapman’dan sonra Ada’da iki ayrı takımı şampiyon yapmayı başarmış üçüncü teknik adamdı.
O sezon menejerliği bırakıp yine bir ilke imza atarak futbol direktörlüğüne başladı. İşleri umduğu gibi gitmeyince soluğu Newcastle’da aldı. Liverpool ve Blackburn’den sonra Newcastle’daki istikrarlı istikrarsızlık pek de Dalglish’e göre değildi. 1999’da yine futbol direktörü olarak Celtic’in başına geçtiğinde John Barnes’ı takımın başına getirdi. Ama Barnes, Dalglish’in yüzünü kara çıkartınca hayatında şimdilik son kez olarak yine menejerliğe soyundu. Celtic’i kupa şampiyonluğuna taşıdıktan sonra görevden ayrılan Dalglish, o günden beri takım çalıştırmıyor. Göğüs kanseri olan eşiyle beraber, Ada’daki en büyük kanserle savaş derneği Marina Dalglish Foundation’ın başında çalışırken, her yıl bir sürü menejerlik teklifleri alıyor. Aynı saatte oynanmadıkça, Celtic ve Liverpool’un tüm maçlarına gidip her daim al yanaklarıyla bir türlü onun olduğu dönemdeki altın çağlarına dönemeyen takımlarını destekliyor. Son olarak, gelirini kanser hastalarına bağışlamak için düzenlediği 1986 FA Cup finali maçının tekrarında forma giydi, yine golünü attı, yine sadece ekseninde döndü ve ilk günkü gibi gülümsemekle yetindi.
Kendisini Liverpool tarihinin gelmiş geçmiş en büyük efsanesi olarak seçenlere “Bob Paisley ve Bill Shankley varken ben en fazla yardımcı antrenör olurum. Fowler ve Rush varken de belki yedek kulübesinde kendime yer bulabilirim” diyor. Son noktayı ise Bob Paisley koyuyor: “40 yıl boyunca Liverpool’da çalıştım, hem insan hem de futbol adamı olarak Kenny Dalglish gibisini asla görmedim. O öyle bir yıldızdır ki Dalglish parladığında, tüm Liverpool aydınlanır, futbol ışıl ışıl bir cennete dönüşür”
6 Ocak 2011 Perşembe
SAÇLA DEĞİL KAFAYLA OLUR KARİZMA
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)