17 Nisan 2010 Cumartesi

1982 DÜNYA GÜZELİ: ZiCO & SOCRATES'Lİ BREZİLYA 1982



Tam 27 yıl sonra dedemin bembeyaz kapaklı "futbolun kutsal defteri"nin sayfalarını çeviriyorum: Yıllardan 1982… Son düdüğü mutlu sonla bitmese de tarihin en güzel futbol masallarından birisi başlamak üzere… İspanya 40 yıllık Franco zulmünden kurtulmasını 1982 Dünya Kupası’na ev sahipliği yaparak kutluyor… Hani “Futbol kitlelerin afyonudur” derler ya 1982 yazı da Türklerle beraber Avrupa’nın en futbol delisi halkı olan İspanyolları iyileştirecek, o futbol topunda gizli afyondan yapılan en güzel ilaç misali…Masal, 13 haziran 1982 günü Franco’dan en çok çeken İspanya vatandaşlarının, Katalanya’nın mabedi Nou Camp’ta start alıyor… Gerets’li Belçika’nın açılış sürprizlerine yakışır bir biçimde son şampiyon Arjantin’i yenmesiyle başlıyor her şey… Takvim yaprakları 13 haziran 1982’yi gösterirken aynı anda yine insanlık düşmanı askeri darbe diktası yüzünden tarifsiz acılar çeken bir yerde, Türkiye’de 15 yıl sonra Beşiktaş şampiyon oluyor… Tribünlerde Edip Akbayram’ın yasaklı şarkısı “Aldırma gönül aldırma” yankılanıyor. Fakat birkaç saat sonra Nou Camp’a asılan devasa pankartta yıllar önce Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış ama küçüklükten beri tuttuğu takımı asla unutmamış olan açılış maçının şeref konuklarından Viktorya Kamhi’nin gönlü fazlasıyla aldırıyor! Kamhi, yine bir askeri darbe sonucu asılan Deniz Gezmiş’in idamından önce son yapmak istediği şey sorulduğunda “Onun gitar konçertosunu dinlemek istiyorum” diyen “o” müthiş gitar üstadı Rodrigo’nun eşi…

Ama 15 yıl sonra gelen şampiyonlukla tepeden tırnağa siyah-beyaza dönen bizim evde, asıl kupa bir gün sonra 14 haziran 1982’de başlıyor… Birazdan santra yapacak olan Brezilya’nın teknik direktörü Tele Santana’yı ikizi gibi benzeyen rahmetli dedem şöyle buyuruyor:
“Türkiye yok bu kupada oğlum. Biz de biz askeri darbe mağduru Türkler’in Latin Amerika’daki ruh ikizi olan Brezilya’yı tutuyoruz”

“Ama onlar sarı-lacivert” diye çocukluğun iki karış aklıyla itiraz ediyorum “bizim Santana”ya, fakat o beni ikna etmenin en kestirme yolunu adı gibi biliyor:
“Bak bu sakallı var ya babana benzeyen, onun adı Socrates… Aynı zamanda beni iyileştirenler gibi doktor… Amcan gibi her daim iki dirhem bir çekirdek zarif Falcao ve hepsinin kralı Zico! Bak Zico’ya ‘Beyaz Pele’ diyorlar. Ben Pele’yi de seyrettim, eğer Zico Pele’den önce oynamış olsaydı, asıl Pele’ye ‘Siyah Zico’ derlerdi”

O andan itibaren doğduğu ülke Dünya Kupası’na katılamayan ama Socrates-Falcao-Zico üçlüsünü görme şansına erişen her çocuk gibi ben de sarı-lacivert, siyah-beyaz renk körlüğünü bırakıp doğuştan Brezilyalı kesiliyorum…


Dedemin sanki peygamberleri ya da dünyayı kurtaranları anlatıyormuşçasına kusursuz bir saygı ve karşılıksız bir sevgiyle adlarını andığı isimler, kulaklarımda yankılanıyor, İspanya’dan Göztepe’ye esen Dünya Kupası rüzgârına karışarak Brezilya sarısı güneşe doğru yükseliyor…



Başlama düdüğünden hemen önce dedem her şeyi yıllar sonra anlayacağım dille anlatmaya devam ediyor:
“Futbol bozuluyor artık, İtalyanlar, Almanlar, Sovyetler herkes makine gibi oynuyor; ruh yok, sanat yok, insan dokunuşu yok. Çirkin bir elbiseye dönüştü futbol, Zico da o elbisenin üstündeki küçük gözüken ama bakmasını bilene pırıl pırıl parlayan en güzel düğme… Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar futbolcu olsalardı bu Brezilya Milli Takımı’nda santrfor oynarlardı!”





O anda sesini duymamış olsak da takımın kaptanı olmasının ötesinde 1982 model Brezilya’nın sahaya yansıyan ruhu olan Socrates de meğerse dedemle aynı şeyleri söylüyormuş santradan birkaç saat önce:
“Bu takım, hayal gücü, idealizm ve şiirin birleşimi. İnsanlar onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlar. Futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha güzeldir!”

Gerçekten de Socrates & Zico ve arkadaşları bir çocuğun en saf gözlerinde görülen en renkli futbol rüyası olacaktı 1982 yazında… “Jogo Bonito” yani “Güzel Oyun”un mucitlerinden Tele Santana’nın takımı estetik açıdan herkesin yüzlerce ışık yılı ilerisindeydi. Öyle ki takımın iki stoperi Oscar ve Luisinho, çok rahat 1982’nin hatice fakiri ama netice şampiyonu İtalya Milli Takımı’nda 10 numara oynayabilecek kadar yetenekli teknik harikalardı… Savunmanın her iki kanadındaki Junior ve Leandro, günümüz futboluna damgasını vuran hücumcu beklerin öncüleri, Roberto Carlos-Cafu’dan Gökhan Gönül-Patrice Evra’lara uzanan hattın en hızlı şekilde başladığı futbol istasyonuydu… Cerezo-Socrates-Falcao-Zico dörtlüsü ise futbol dilencilerinin görme mutluluğuna eriştiği açık ara en estetik, en yaratıcı orta saha…

Socrates, adaşı olan felsefeci Sokrates’in krampon giymiş versiyonuysa, “cep dinamosu” Zico da Platon’un yeşil sahadaki mirasçısı; hatta onun kadar hızlı ve derin düşünürken, ondan bile daha hızlı bir şekilde düşüncesini eyleme yansıtan gelmiş geçmiş en kudretli “öncü” futbol filozoflarından birisi…


Yıllar sonra bizzat Zico’nun çalıştıracağı Fenerbahçe takımının başkanı Aziz Yıldırım’a nazire yaparcasına yürüyerek oynuyordu 1982 model Brezilya… Ve yine o Fenerbahçe gibi “yürüyerek şampiyon olması gerekirken” olamadı Socrates & Zico ve arkadaşları… Aslında başlarına gelecek uğursuzluğun belirtisi olarak oynadıkları ilk maçta ilk golü yiyen taraf da Brezilya’ydı… Sevilla’nın Ramon Sanchez Pizjuan Stadı’ndaki maçın 34. dakikasında ilk golü Sovyetler Birliği adına Andrei Bal atacaktı. Golü atan oyuncunun adı gibi tam anlamıyla “bal”ına bir goldü ama dedem sanki Brezilya’yı bizzat yönetiyormuşçasına kendinden emindi. Bütün bir yıl Türkiye’de tuttuğu takımın golcüleri Ziya Doğan ve Ali Kemal Denizci’nin gol atmasına dua etmesi için babaannemi secdesiyle yan odaya yollayan dedem, bu kez de Socrates ve Zico’nun galibiyet golleri için rahmetliyi o odaya yolladı.
Maçın bitimine 25 dakika kala Socrates sanki bizim arka bahçede oynuyormuş gibi rahat bir şekilde iki Sovyet oyuncuyu pazara yollayıp Sovyet kalesine yolladığı füzeyle skoru eşitledi. 88’de Eder’in ceza alanı dışında sol ayağının dışıyla zamanın en iyi kalecisi Dasaev’in koruduğu kaleye attığı galibiyet golü ise o güne kadar eşine az rastlanmış bir futbol konçertosunun en güzel solosu oldu. 2-1 Brezilya’nın galibiyetiyle biten maçtan sonra Socrates, 1988’de Malatyaspor’a imza attıp kulübün İstanbul’da olmadığını öğrenince bir maç oynayıp kaçacak olan Eder’in golünü şöyle betimleyecekti:
“Bu vuruşu Dünya Kupası’nda yapmaya cesaret bile etmiş olması, bir yerden sonra sonucu boş vererek oynadığımız oyundan ne kadar büyük zevk aldığımızın canlı timsali. Eder sadece Dünya Kupası’nın değil belki de futbol tarihinin en seksi golünü attı.”



Biz o zaman bırakın seksin nasıl yapıldığını bilmek, bizleri leyleklerin getirdiğini sanan çocuklar olarak, dört gün sonra Brezilya’nın İskoçya ile oynayacağı maça kadar mahalledeki hiç bitmeyen dünya kupasında “Ben Zico olacağım, ben Socrates olacağım” diye kavga ederek oyalanmıştık. Neyse ki dört gün sonra 18 haziran günü dedem mahalledeki kardeş kavgasını ayırdı ve hepimizi köşkün salonunda toplayarak kaldığı yerden devam etti:
“Futbol bu işte… Dünyanın en güzel oyunu… 11 kişinin beraber yarattığı kolektif bir sanat eseri… 9 kişi birden hücum ediyor, sürekli ‘kafiyeli kısa paslar’ vererek gol arıyorlar. Top ayağına gelince her Brezilyalı oyuncu kalem yerine kramponla şiir yazan Yahya Kemal’e dönüşüyor. Hele Socrates! Brezilya’nın kaptanı oyunu sanki kendisi yazmış gibi okuyan bir maestro”


2010 yılında Brezilya, İskoçya’yı 4-1 yense, maçın skoru en fazla iddaa bülteninde altyazı olarak geçen son derece normal bir sonuç olarak algılanırdı. Ama 1982 model İskoçya belki de Ada ülkeleri futbol tarihinin en iyi milli takımlarından birisiydi. “Ölüm Grubu” niteliğindeki 6. grupta maçlar sona erdiğinde averajla elenecek olan Cesur Yürekler, 1982’de şimdiki gibi taç kazanınca gol atmış gibi sevinen, 90 dakika sadece yüreklerini sahaya koyarak şerefli beraberlikler koparmaya çalışan bir takımdan çok daha ötesiydi. 1982 elemelerinde son iki Dünya Kupası’nın finalisti Hollanda’yı eleyerek final biletini söke söke almışlar, Liverpool’un o zamanki Carragher-Gerrard-Torres’i olan Hansen-Souness-Dalglish üçlüsüyle altı yılda dört kez İngiltere Ligi, üç kez de Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonu olmuş bir takımın iskeletine sahiptiler. Ama o gün sahada tek şampiyon vardı: O da Zico’nun orkestra şefliğinde müthiş bir “güzel oyun” serenadı yapan Brezilya…
1967’de Celtic’i Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğuna taşıyarak Ada’ya kulüp takımları düzeyindeki ilk Avrupa şampiyonluğunu getiren Jock Stein yönetimindeki İskoçya maçın hemen başında David Narey ile öne geçti. Ancak 54 dakika içinde Brezilya’nın Zico, Oscar, Eder ve Falcao’yla bulduğu goller sonucu maç 4-1 gibi farklı bir skorla sona erecekti. Neticenin ihtişamı bir yana haticede tüm futbol dilencilerini de bir daha asla silinmeyecek bir aşkla kendisine bağlayan Zico ve arkadaşları tıpkı ilk top oynadıkları günkü gibi şenlerdi! Futbol topu Zico-Falcao-Socrates üçlüsünün ayaklarında adeta işsiz bir gencin sokakta bulduğu paltonun içinden çıkan sahipsiz bir pırlanta misaliydi.

Beş gün sonra yine aynı statta 1982 model Brezilya futbol senfonisi kaldığı yerden devam etti. Bu kez rakip Yeni Zelanda, netice ise yine 4-1’di. İki Zico, bir Falcao derken araya bir de kaleci Waldir Peres’le beraber pırlantanın en zayıf halkası olarak gösterilen Serginho’nun golü eklenecekti. Altı yıl sonra yolu Malatayaspor formasıyla Türkiye Ligi’ne düşen Serginho, dönemin Nobre’si olmasa da son anda Santana’nın banko santrforu Careca’nın hesapta olmayan sakatlığı sonucu ilk 11’de kendisine yer bulmuş aslında pek de forma giymesi beklenmeyen bir yedek oyuncuydu.


2 temmuz günü finale yükselme grubundaki Latin Amerika derbisinde Brezilya, Arjantin’i Zico, Junior ve yine Serginho’nun golleriyle 3-1’le geçerken, dört yıl sonra dünyanın en kudretli futbol sanatçısına dönüşecek olan Diego Maradona, topu neredeyse hiç kaptırmayan Zico ve arkadaşlarının karşısında sinirine de yenilip oyundan atılacaktı. Maç iki farkla bitse de tüm otoriteler bir konuda hem fikirdi:
“Serginho’nun yerine Careca olsa, Brezilya en az 5 gol daha atardı!”



Gerçekten de attığının en az beş katını kaçıran Serginho ve maç başına kalesinde tek tehlike yaşayıp onu da açılıştaki Sovyet golünde en kötü şekilde gördüğümüz gibi adeta “yumurtlayan” Waldir’in yerine Brezilya’nın üç gün sonraki rakibinin adeta yarısı olan İtalyan Rossi ve Zoff olsaydı, 1982 model Brezilya’nın bileğini tarihte hiçbir futbol takımı bükemezdi.

5 Temmuz 1982’de finale kalacak takımı belirleyecek maç, sadece benim günlerce ağlamama, hayat boyu da haticenin boşverilip neticenin hatırlanacağı acısını öğrenmeme sebep olmayacaktı. Küçük bir çocuğun gözlerinden bakınca o gün dünyada aslında güzelliğin değil, fırsatçılığın hüküm sürdüğünü ilk kez anlayacaktım. Brezilya – İtalya maçının oynandığı sabah Beşiktaş’taki altyapı devrimine tüm hızıyla devam eden Serpil Hamdi Tüzün’ü zaman bir kez daha haklı çıkardı:
“Futbolcuları ‘golcüler, kaleciler ve diğerleri’ diye ayırmalıyız”
Biz o zamanki iki karışlık çocuk aklımızla tabii ki ayıramadık ama o günkü efsanevi maç, bu teorinin en acı pratik deneyimi olarak futbol tarihine geçti. İtalyan orta sahasının hepsini toplasanız teknik açıdan Zico ya da Socrates’in kramponunu çivisi bile etmezlerdi. Ama Serginho vurdukça 40 yaşındaki kaleci Zoff ısrarla kurtardı, kontrataklarda ise İtalya santrforu Rossi üç kez vurdu, Waldir Peres üçünü de tutamadı. Brezilya Socrates ve Falcao ile iki kez maçı beraberliğe getirse de ısrarla geri çekilmeyip 5-0 yenikmiş gibi hücum etmeye devam etti. Halbuki Brezilya’nın finale çıkması için Santana’nın takımına beraberlik bile yetiyordu ama Socrates ve arkadaşları başka türlü düşünüyordu:
“Oynadığımız oyundan o kadar zevk alıyorduk ki attığımız her golde Dünya Kupası’nı kazanmış gibi seviniyorduk.”

İşin aslı turnuva sonrasında felsefe doktorası yapacak olan Socrates ve arkadaşları için Dünya Kupası’nda birinci olmak Dünya şampiyonu olmakla eş anlamlı değildi. Onlar için gerçekten dünya şampiyonu olmak güzel oyunu oynayarak futbol aracılığıyla “güzel”in yanında olmaktı. 1982 yazında 18 yıllık askeri diktatörlük dönemi bitiminde Brezilya’da düzenlenecek ilk serbest seçimlerde halkı oy vermeye çağırmak için “15’inde oy ver!” tişörtleriyle poz veren Socrates ve arkadaşları o yıl reklam yerinde “Demokrasi” yazan Corinthians formasıyla Sao Paulo eyalet şampiyon olmuşlardı. Tarihe “Corinthians Demokrasi” hareketi olarak geçen bu futbol aracılığıyla devrim projesinin son aşaması 1982 model Brezilya oldu.

“1982’nin Zidane”ı olarak anılan kaptan Socrates turnuva bitiminde şampiyon olamamalarına rağmen kendilerini şampiyonlar gibi karşılayan taraftarlara şöyle diyecekti:
“Savunmacılara çalım atmak diktatörlere çalım atmaktan daha kolay… Siz zoru başaracak, Brezilya’ya demokrasi şampiyonluğunu getireceksiniz!”
2010 yılında ise Brezilya’nın futbol delisi devlet başkanı Lula o güne ithafen
“Ülkemiz gerçekten de demokratik bir ülkeyse Brezilya halkı 1982 takımına çok şey borçlu”
dedi ve futbolu futbolun ötesine taşıyan kramponlu sanatçılara tarihi bir teşekkür mesajı verdi.

Yeşil sahada ise İtalya 3. kez Dünya Kupası şampiyonu olarak, Brezilya’nın rekorunu egale ederken taktiksel açıdan futbol tarihi radikal bir biçimde değişti. 1990’da bizzat İtalya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda İtalya ve biraz da şampiyon Almanya hariç herkes 1982 model İtalya gibi oynadı. Tarihin en kötü Dünya Kupası’nda herkes bir nevi küçük İtalya kesildi ve maçların sonuçlarını penaltı atışlarının kumarvari yayvanlığı belirlerdi. O kupadan sonra FIFA yeni düzenlemelere giderek kaleciye geri pası kaldırdı ve sertliğe karşı önlemler almaya başladı. Aynı kurallar 5 temmuz 1982 günkü İtalya –Brezilya maçında skorun çok daha farklı olacağını, en azından Zico’nun gölgesine dahi tekme atan Gentile’nin maçın hemen başında oyundan atılacağını Brezilyalılar değil bizzat İtalyanlar itiraf ediyorlar. Öyle ya da böyle, 1982 model Brezilya o dönemde dünyanın her yerindeki çocuklarım gördüğü en güzel futbol rüyası olarak sonsuza kadar hatırlanacak, hayırla anılacak… “Socrates, Zico, Falcao” adları geçince, yine elimizi kalbimize götüreceğiz ve onları bize izletme şansını bahçettiği için tanrıya binlerce kez daha şükredeceğiz.


DANİMARKA DİNAMİTİ 1986


DANİMARKA DİNAMİTİ

1986’da tarihinde ilk kez Dünya Kupası’na katılan Sepp Piontek’in Danimarkası, sadece katılmakla kalmadı. Daha ilk denemesinde tarihten asla silinmeyecek bir biçimde gönüllerin şampiyonu oldu…



Sepp Piontek, 1979 yılında henüz 39 yaşındayken iş görüşmesi için Danimarka Futbol Federasyonu’na adımını attığında, milli takımlar düzeyindeki tek deneyimi 1976–78 yılları arasında Haiti’yi çalıştırmaktan ibaretti. Kısa bir süre sonra anlaşacağı Danimarka ise milli takımlar düzeyinde Avrupa’nın Haiti’sinden farksızdı. Avrupa tarihinin en şanslı kurası sonucu kıtanın futbol cüceleri Lüksemburg, Malta ve Arnavutluk’u eleyerek finallere katılmaya hak kazandıkları Euro 1964’ü saymazsak, profesyonel futbolda başarı ve Danimarka Milli Takımı birbirine Jüpiter ve Uranüs kadar uzaklardı: 1971’e kadar sadece amatör lisanslı oyuncuların milli takım formasını giydiği Danimarka’da profesyonel lig ilk kez 1978’de kurulmuştu.

Piontek’in Danimarka’dan sonra bizim yöneticilerin olabilecek en amatör şekilde yönettiği profesyonel futbolumuzun başına geçmesi aslında hiç de tesadüf değil, aksine Piontek’in macera dolu kariyerinin kaçınılmaz sonucu. 1971-76 yılları arasında Werder Bremen ve F. Dusseldorf gibi takımları çalıştırdıktan sonra bir anda Haiti’de soluğu alan Alman hoca o 1980’li yıllarda Avrupa’nın en maceraperest, en Yılmaz Vuralvari teknik adamıydı. Diktatör Doc’un yönetimindeki Haiti’de kendine has teknik adamlık tarzıyla Uganda diktatörü Idi Amin’den Steaua Bükreş’in menajeri olan Çavuşesku’nun oğlu Nicolae’ye birçok futbol tutkunu yöneticiyi derinden etkileyen Piontek, Danimarka’dan önce son bir kulüp macerası yaşadı. Feyenoord, Rapid Wien, Köln, M’Gladbach gibi dönemin en kudretli takımlarından gelen teklifleri ısrarla reddeden nevi şahsına münhasır teknik adam “başka bir futbol”un temsilcisi St Pauli’yi çalıştırmayı tercih etti.


Yeni misyonu ise o federasyonda toplantıya geldiği gün binanın barında birini söndürürken diğerini yaktıkları sigaraları içerken federasyona sponsor olan Carlsberg biralarını yudumlayan oyunculardan kurulu bir milli takımla Avrupa’nın devlerine kafa tutmaktı. Alman hoca disiplinsizlikleri ve aşırı rahatlılarıyla ünlü Danimarkalılara planlarını açıkladığında “Bu oyunculardan hiçbir şey olmaz, asla disipline edilemezler. Eleme grubunda sonuncu olmayalım bize yeter de artar” cevabını alacaktı. Ancak o gün maceraperest Alman’a “deli” muamelesi yapanlar 7 yıl sonra yaşanacaklardan sonra Piontek’in İskandinavya Adası’na gelmiş geçmiş en büyük dâhi olduğunu söyleyecekler, onu yere göğe sığdıramayacaklardı.


Çok değil, iki yıl sonra Danimarka, Dünya Kupası elemelerinde finallerde şampiyon olacak İtalya’yı 3-1 devirerek catenaccio krallarına şampiyonluğa uzanan yoldaki tek mağlubiyetini yaşatacak, 1981’de oynadığı dokuz karşılaşmadan sekizinde sahadan galip olarak ayrılacaktı. Bir anda hiç kimse bu hızlı değişime bir anlam veremezken, Piontek hedef olarak önce Euro 84 sonra da 1986 Dünya Kupası finallerini gösterdi. İlk önce içinde tek bir televizyon ve telefonun bulunmadığı maç kamplarını düzenleyen Piontek’le ters düşen takımın “kaşarlar”ı tek tek kadrodan çıkarıldılar ve yerlerine Alman hocanın “yurt dışında oynama”larını şart koştuğu Michael Laudrup, Jesper Olsen, Soren Lerby, Frank Arnesen gibi genç yıldızlar monte edilmeye başlandı. “İsteyen sigara ve bira içmeye devam edebilir ama herkes günde 4 saat oksijen çadırına girerken onlar ekstradan 2 saat daha kalma şartıyla” diyen Piontek’in asıl radikal değişikliği ise taktikler bağlamında oldu. Görevi devraldığı teknik adam Kurt Nielsen, Danimarka futbol tarihini anlatan “Og Det Var Denmark” belgeselinde maç taktiğinde sorulduğunda, “Taktik olarak önemli olan gol atmak” diyordu! Piontek ise maçlardan önce oyuncularla 4 saatlik taktik toplantılar düzenlerken, Danimarkalılar’ın saha içinde Alman disiplinine uyamayacaklarını adı gibi bildiği için yeni bir sentez geliştirdi. Sadece Piontek jenerasyonunun değil Danimarka futbol tarihinin en büyük teknik harikası olan Michael Laudrup’un “Avrupa’nın Brezilya’ya cevabı” olarak nitelediği oyun tarzı tam anlamıyla 1974’ün Total Futbol’cu Hollanda’sıyla 1982’nin dripling cambazı Brezilya’nın bir senteziydi.

Piontek’in elindeki oyuncu malzemesiyle oynanabilecek en verimli futbol tarzı da şüphesiz buydu ki daha önce profesyonel futbolda esamisi bile okunmayan Danimarka Euro 84’e katılmakla kalmadı, Zico’lu Brezilya’nın 1982 Dünya Kupası’nda yarattığı etkiyi yaratarak 1984’ün en güzel kaybedeni oldu. Yarı finalde penaltılar sonucu İspanya’ya elenen Danimarka, Cruyff’un Hollanda’sından bile daha hızlı, daha hücumcu bir futbol sergilemiş, tüm estetik futbol romantiklerini ihya etmişti. Bunu başarırken de 1977’de Ballon d’Or ödülünü alıp 1983’te 3. sırayı alan Allan Simonsen’den henüz ilk maçta bacağı kırıldığı için mahrum kalmıştı. Avrupa futbol tarihinde Şampiyon Kulüpler, UEFA ve Kupa Galipleri kupaları finallerinde gol atmayı başarmış tek futbolcu olan “Danimarka futbolunun Cruyff’u” Simonsen, sakatlığını atlatsa da 1986’da aynı Simonsen’in yarısı bile olamayacaktı. Ama turnuvadan sonra Piontek, “Euro 84 sadece 1986 Dünya Kupası’nın antrenmanıydı” derken, 5 milyon nüfusluk bir ülkeyle dünyanın geri kalanına meydan okuyordu.


Euro 84’ün bitiminden üç ay sonra başlayan Dünya Kupası Avrupa elemelerinde Danimarka en zorlu grup olan 6. grupta SSCB, İrlanda Cumhuriyeti, Norveç ve İsviçre’yle eşleşti, 8 maçta 17 gole imza atarak grubu mutlak favori Lobanovsky’nin Sovyet Rusya’sı önünde lider tamamlayarak finallere katılma hakkını kazandı. Meksika’daki finallerde ise olabilecek en kötü kurayı çektiler: “Ölüm Grubu” olarak adlandırılan E grubunda Alex Ferguson yönetimindeki Souness’lı İskoçya, Beckenbauer yönetimindeki Matthaeus’lu Batı Almanya ve Zidane’ın idolü Francescoli’li Uruguay’la eşleşen Danimarka’ya hiç kimse 2. tur şansı vermezken 2000 yılından beri Danimarka Milli Takımı’nı çalıştıran 1986 kadrosunun kaptanı Morten Olsen başka türlü düşünüyordu: “Turnuvadan önce yaptığımız 8 saatlik genel taktik toplantısında tek tek tüm maçları taktik tahtasında oynamıştık. Almanları 2-0 yenecektik çünkü bizde onlarda olmayan bir şey vardı: Biz Danimarkalıydık ve tüm Danimarkalılar gibi yaptığımız işten zevk alıyorsak onu dünyada herkesten iyi yapabilirdik. Biz zevk alıyor, disiplinle özgürlüğü sentezliyorduk böylece hepimiz yeteneklerimizin %100’ünü sahada sergiliyorduk, rakiplerimiz ise aşırı disiplin yüzünden yeteneklerinin yarısını bile sahaya yansıtamıyorlardı. Sırrımız buydu! Tabii bir de 17-20 yaş aralığında Ajax’a gidip orada Cruyff’un tedrisatından geçen Soren Lerby, Jesper Olsen, Jan Molby ve Frank Arnesen gibi yıldızların takıma kazandırdığı bambaşka bir futbol kimyası vardı. Hayatının en büyük acısı 1974’te Almanya’ya yenilmek olan Cruyff’tan başta Almanların nasıl alt edileceği üzerine futbolun tüm sırlarını öğrenmişlerdi.”



“Euro 84 başlamadan önce gruptan çıkarsak tüm oyunculara sabah 5’e kadar içmeleri için izin vereceğimi söylemiştim. 1986’da da ‘prim sistemim’ benzerdi. Başka türlüsü de olamazdı çünkü Danimarka’da futbolun profesyonel olmasını sağlayan da bir bira üreticisi olan Carlsberg’di!” diyordu Piontek. Alman hoca, 1980’li yıllara damgasını vuran tamamen neticeye odaklı aşırı disiplinli futbol yerine oyuncuların sürekli soyunma odasında dinlediği Pink Floyd’dan ilham alarak bir takım kimyası kurmuştu: “Herkesi en çok zevk alacağı ve böylece verimli olacağı yerde çalışılmış bir doğaçlama kurgusunda görevlendirmek. Eser bitince de hep beraber o eserin tadını çıkarmak!” “Hep beraberlik” durumu kâğıt üstündeki bir klişe değildi. Danimarka’nın taraftarları da oyuncuları gibiydi. O yıllarda azılı İngiliz holiganlarının anti-tezi olan Danimarkalı “roliganlar”, maç bitiminde oyuncularla bir araya geliyor, tezahürat yapıyor, şarkılar söylüyor ve mutlaka iki tek atıyorlardı! 1984’te UNESCO Fair Play ödülüne layık görülen roliganlar tam anlamıyla Danimarka sosyal devlet kültürünün yansımasıydılar. İngilizlerden bile çok içmelerine rağmen asla olay çıkarmayan, kavgaya karışmayan, takımları yenik düşse de sürekli gülümseyen ve sadece takımlarını destekliyor olmaktan zevk alan roliganlar Meksika 1986’nın da yıldızı oldular.


4 Haziran 1986 günü Neza 86 Stadı’nda oynanan İskoçya – Danimarka karşılaşmasındaki atmosferi Meksikalı spiker şöyle anlatıyordu: “Beyler, bayanlar bu hem saha içinde hem de tribünlerde halka açık bir futbol fiestası var!” Gerçekten de 57. dakikada Elkjaer Preben Larsen’in golüyle Danimarka’nın kazandığı karşılaşma, en az Meksika’daki hava kadar sıcak ve güzeldi. 1984 yarı finalinde kaçırdığı temdit penaltısıyla İspanya’ya elenmelerine sebep olduktan sonra üzüntüden şortunu yırtan Elkjaer, tribünlerin en çok bağırlarına bastığı isim oldu. Hemen arkasında serbest oyun kurucu olarak oynayan o zamanların süper genç yeteneği Michael Laudrup’la muhteşem bir ikili olan Elkjaer, günde iki paket sigara içmesine rağmen müthiş bir hücum pres gücüne sahipti. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle tarihin ilk patlayıcı forvet örneklerinden birisiydi. Platini’nin üst üste iki kez Ballon d’Or’u kazandığı 1984 ve 1985’te 3. ve 2. sırayı alan Elkjaer, İskoçya maçından sonra da duşunu alır almaz soluğu roliganların sokak partisinde alacaktı. 1977-78’de Köln’le Bundesliga şampiyonluğu yaşayan çılgın forvet, “Cruyff dönüşü” olarak adlandırılan ani dönüş hareketini, Barbados Adası’nda yerli çocuklarla beraber top niyetine Hindistan ceviziyle oynarken daha da geliştirmiş, tarihindeki tek Serie A şampiyonluğunu kazandırdığı Verona’dayken kramponu ayağından çıkmasına rağmen dönemin en sağlam savunmasına sahip Juventus’un oyuncularını geçip efsanevi bir gole imza atmıştı.


Tabii ki Danimarka tek adamlık bir takım değildi. 1986’daki kadrosunda Danimarka şampiyonundan tek bir oyuncu dahi yer almayan kırmızı-beyazlılarda Almanya, İtalya, İngiltere, Belçika ve Hollanda şampiyonlarının en önemli yıldızları olan oyuncular forma giyiyordu. 1986 Dünya Kupası’nda Bronz Top Ödülü’nü kazanarak turnuvanın en iyi 3. oyuncusu seçilecek Elkjaer’in yanı sıra 1986 Danimarka’sının tüm kozları uzun yıllar Avrupa futboluna damgasını vuracak kalibrede yeteneklerdi. Elkjaer’in forvetteki partneri Michael Laudrup, Barcelona ve R. Madrid’in ikisininde de forma giyip her iki ezeli rakibin taraftarlarınca sevilmeyi başaracak, üst üste beş La Liga şampiyonluğu yaşayacak tek isimdi. Josep Guardiola’nın beraber oynadıkları dönemde “Dünyanın en iyi oyuncusu”, Raul’un ise “Beraber oynadığım en klas oyuncu” olarak nitelediği Laudrup’un yanı sıra şimdilerde Chelsea’nin futbol direktörü olan Frank Arnesen ile beraber iki oyun kurucuyla mücadele eden Danimarka’nın Zico-Socrates-Falcao üçlüsüyle aşık atacak Man Utd’lı Jesper Olsen, Bayern Münih’li Soren Lerby gibi dripling ustaları üzerine kurulu bir hücum planı vardı. 1986’dan sonra Arnesen – Lerby ikilisi yanlarına Ivan Nielsen’i de alarak PSV’de üç yıl üst üste Hollanda şampiyonluğu yaşarken Guus Hiddink efsanesinin doğuşuna da büyük katkıda bulundular.


8 Haziran 1986 günü, Danimarka yine Neza 86 Stadı’nda Dünya Kupası tarihinin en unutulmaz galibiyetlerinden birine imza attı. Elkjaer’in üç, Laudrup, Lerby ve Jesper Olsen’in birer golüyle Francescoli’li Uruguay’a tarihi bir hezimet yaşatan Piontek’in takımı, ikinci maç sonunda gruptan çıkmayı garantileyecekti. Başka bir takım aynı durumda olsa beş gün sonra Batı Almanya ile oynanacak maça yedekleriyle çıkar hatta maçı bilerek kaybeder ve ikinci turda İspanya yerine Fas’la eşleşmeyi bin kere tercih ederdi. Ancak tarihinde ilk kez Dünya Kupası’na katılan Danimarkalılar başka türlü düşünüyorlardı. “Almanya’yı yenmedikten sonra dünya şampiyonu olmanın ne önemi var ki?” diyen Piontek 7 yıl içinde hiçbir Danimarkalı’nın rüyasında bile göremeyeceği bir başarıya imza atarak Fransa, İtalya, İngiltere, SSCB ve Uruguay’dan sonra bir başka futbol devini, 1971’de amatörler düzeyinde oynanan bir karşılaşma hariç hiçbir zaman yenemedikleri Batı Almanya’yı 2-0’la devireceklerdi.


“Maçtan önce bir toplantı yaptık ve kaybetmekten hiç zevk almayacağımızı düşündüğümüz için her maçta olduğu gibi mutlak galibiyet parolasıyla sahaya çıktık.” diyor Jan Molby, “Piontek, ilk 11’den sadece sarı kartı olan Nielsen ve Bergreen’i oynatmamaya karar verdi. Sonuçta Almanya’yı Jesper Olsen ve Eriksen’in golleriyle 2-0’la devirdik ve grubu 9 gol atıp sadece bir gol yiyerek lider tamamladık. 2. turda Fas yerine İspanya ile eşleşmiş olmamız umurumuzda bile değildi. Sonuçta Almanya’yı yenmiştik ya, sabaha kadar taraftarlarla beraber içip şarkılar söyledik. Dünyanın en mutlu insanlarıydık, bundan da daha önemli hiçbir şey yoktu!”


İşin aslı o anda Meksika’da dünyanın en mutlu insanlarından olmayan bir Danimarkalı vardı:

Frank Arnesen, Almanya maçından önce bir telefondan acı bir haber almıştı: “Maalesef eşin çok hasta, büyük ihtimalle menenjit oldu”. Maç boyunca normaldekine göre aşırı gergin olan Arnesen Danimarka 2-0 öndeyken maçın bitimine iki dakika kala ikinci sarı karttan kırmızı kart gördü ve 2. tur maçında cezalı duruma düştü. Hiç kimse bu duruma bir anlam verememiş hatta Arnesen oyundan çıkarken Almanya yedek kulübesindeki Dieter Hoeness yanına gelip “Bunu neden yaptın ki?” diye sorunca hiçbir cevap alamamıştı.


18 Haziran günü La Corregidora Stadı’nda İspanya ile karşılaşan Danimarka, Arnesen’in yokluğuna rağmen ilk yarıda üstün olan taraftı hatta 33. dakikada Jesper Olsen’in penaltı golüyle öne de geçtiler. Ancak devrenin bitmesine 2 dakika kala aynı Jesper Olsen tarihin en meşhur hatalı geri paslarından birini verince, bir anda her şey tepetaklak olacaktı. Her zamanki gibi kendinden son derece emin bir şekilde pasını kalecisi Hogh’e vermeye çalışan Olsen’in ayağından çıkan top bir anda İspanyolların o dönemdeki Raul’u olan Butragueno’ya geldi ve skor 1-1 oldu!


Ya gerisi? Gerisi kelimenin tam anlamıyla çorap söküğü gibi geldi ve bir anda o yazın en güzel futbol rüyası tarihi bir kabusa dönüştü. İkinci devreye de haticede iyi başlayan taraf Danimarka’ydı ancak Elkjaer’in üst üste kaçırdığı iki fırsattan sonra Butragueno bir kontra topta İspanya’yı öne geçirdi. Maç bittiğinde skor İspanya lehine 5-1’di! Butragueno’nun 4 gol kaydettiği maç sonucunda Danimarka, 1954’teki Türkiye’den sonra üst üste oynanan iki maçta bu kadar farklı kazanıp sonrasında bu kadar farklı yenilen ilk takım oluverdi!

Birçok kişi bu durumu İskandinavların Meksika sıcağına adapte olamamalarına bağlarken o yazın en güzel kaybeden takımının mimarı
Piontek başka türlü düşünüyordu: “Tüm mesele asla değişmeyecek Danimarka mentalitesinden kaynaklandı. Almanya maçından sonra oyuncuların taraftarlardan hiçbir farkı kalmadı. Hepsi de ‘Şu ana kadar müthiş işler yaptık, bundan sonra hiçbir şey yapamasak da kimse bizi eleştiremez o yüzden keyfimize bakıp eğlenelim, tadını çıkaralım’ düşüncesine kapıldılar. Bu da çok normaldi çünkü onlar benim gibi Alman değillerdi!”


Sonra ne mi oldu? O yaz Danimarka’nın 2-0 yendiği Almanya finalde Maradona’nın Arjantin’ine rakip oldu ve şampiyonluğu kılpayı kaçırdı. Euro 88’de üç maçını da kaybeden ekip dağıldı gitti. Piontek Türkiye’ye gelirken, yardımcısı Richard Möller Nielsen yönetimindeki ekip Euro 92’de tarihin en sürpriz şampiyonu oldular. Jesper Olsen mi? Halen Danimarka parlamentosunda yanlış bir şey yapan devlet bakanı bile eleştirilirken “Jesper Olsen’lik yapma!” deniyor…