Levent Erdoğan’lara Yıldırım Demirören’lere rağmen Beşiktaş’ı hayatındaki her şeyden çok sevmeye devam eden, endüstriyel futbolun kaçınılmaz taarruzuna karşı Don Kişot’lar misali hayatı siyah beyaz görmeye devam eden ihtiyar bir çocuk için Ulvi Güveneroğlu deyince akan sular durur… Ulvi’nin temsil ettiği değerlerin toplamı olan vefa birçokları için artık İstanbul’da bir semt adına indirgenmiş olabilir… Ama inadına Beşiktaş diyebilenler için Beşiktaş Çarşısı’ndaki Kartal heykelinin gölgesinde saat zaten çoktan durmuş, her daim insanın içini ferahlatan tarihi gölgesi başka türlü bir sonsuzluğa uzanmıştır. Bir dönem, başlı başına altın bir çağ o uzayıp giden gölgenin uçsuz bucaksız serinliğinden her şeye rağmen Beşiktaşlı kalmaktan gurur duyanların en güzel hatırasıdır…
Tek tek incelersek, Gordon Milne döneminin en az gol yeme rekorlarını alt üst eden savunmasını oluşturan oyuncular hiçbiri de efsanevi yetenekler değildir. Recep Çetin rüzgârla kapışan hızına ve yere düştüğünde elleri üstünde koşmaya devam edecek kadar sonsuz hırsına rağmen daha çok kendi kalesine attığı voleşata goller ya da Türk radyoculuğu tarihine armağan ettiği orta-şut karışımı vuruşlarıyla hatırlanır, tebessüm edilir. Sol bek Kadir Akbulut için her daim sağ ayağını sadece yürüyerek kullandığı iddia edilip, siyah-beyaz formaya sinen emeğe tepeden bakılır… Gökhan Keskin aslında bir yerel de olsa Türk Beckenbauer’i olarak anılmayı hak ederken daha çok yeterince hızlı olmaması ve kariyerinin sonuna doğru ikili mücadelelerde yeteri kadar sağlam olmaması ile hatırlanır… Türkiye’deki tüm savunma sanatçıları ve kalecilerin kaçınılmaz kaderidir hatalarıyla, eksikleriyle, yanlışlarıyla hatırlanmak… Bu yüzden de Servet Çetin’e rağmen hala Türk futbolunun en zayıf halkasıdır savunmalar… Bir yerden sonra en vefalı olanımız bile sürüye uyar, böyle gelmiş böyle gider deriz…
Ama 1980’lerin ikinci yarısı ve 1990’ların ilk yarısındaki futbola daha geniş perspektiften bakabilenler için Ulvi Güveneroğlu minimum hata yapması, basit ama etkin kademe anlayışının yanı sıra özellikle derbi maçlarında ileri çıkıp attığı gollerle ideal bir stoperin vücut bulmuş halidir. Son yıllarda da Beşiktaş’ın son tahlilde savunmanın ortasında yapılan hatalar yüzünden bu durumlara düşmesi bir yerden sonra zamanında hakkı verilmemiş bu gizli kahramanların lanetinden başka bir şey de değil… Çünkü bir de iç bükey aynamızın bakarkörlüğünden değil de dış bükey bir aynadan bakarsak, tüm ideal stoper özelliklerine rağmen asla hakkı verilmemiş olan Ulvi bir yerden sonra aslında Manchester United’ın yeteneğiyle olmasa da performansıyla efsaneleşmiş stoperi Steve Bruce’un Türkiye şubesidir.
Tıpkı Ulvi Güveneroğlu gibi Elazığspor ayarı Gilligham takımından önce Norwich City’ye oradan da Liverpool’la beraber İngiliz futbolunun Kudüs’ü Manchester’a gelir Steve Bruce… Alex Ferguson’un Manchester rönesansının ilk dönemi olan 1987-1996 yılları arasında her daim takımın gizli kahramanıdır. Ve tıpkı Ulvi Güveneroğlu gibi yıllarca kendi ülkesinin A Milli Takımı’na bir türlü çağırılmaz. Belki de o yüzden, egosunu bu kadar öldürmüş, kendisini Bülent Korkmaz misali takımına adamış bu asıl kahramanın yokluğunda İngilizler penaltılar bataklığında debelenir durur bir tek kupa kazanamaz, şarkıdaki futbol asla evine dönemez…
İngiltere Milli Takımı ile Steve Bruce arasına girmiş kedi o kadar karadır ki sonunda babasının izinden gidip yeni kuşağın en çok gelecek vaat eden stoperlerinden birisi olan oğlu Alex Bruce İngiltere değil de İrlanda Milli Takımı’nın formasını giyer. Ne de olsa baba Steve Bruce da birçok Manchester United efsanesi oyuncu gibi İrlanda-İngiliz kırmasıdır, belki de bizzat Steve Bruce, Birmingham’ı çalıştırırken kendi oğlunun hocası olduğu günlerde, bir yandan gerçekleştiremediği futbol hayallerini “Libero!”, “Stoper!”, “Santrfor” isimli romanlarında yaşayıp insanlarla paylaşırken bir yandan da birçoğundan çok daha fazla hak etmesine rağmen asla milli takım forması giyememiş olmanın acı gerçeğine karşı bir baba içgüdüsüyle Alex’i futbolun merhametsiz yüzünden korumaya çalışır sadece…
İrlandalı ya da İngiliz… Steve Bruce söz konusu olduğunda aslında ırklar, milletler, tabiyetler her zamankinden de daha az önemlidir. Bizzat birbirinden harika üç kurgusal romanındaki Steve Barnes karakteri gibi gerçek hayattaki Steve Bruce da maçtan maça yaşar; bitiş düdüğü çaldığında doğrudan evin yolunu tutar ve Beckhamgillerin saha dışındaki yaşamlarını sadece bir taraftar gibi okul yıllarından beri beraber olduğu eşiyle beraber gazetelerden, televizyonlardan izler. Saha içinde ise durum bambaşkadır. Alex Ferguson için bir dönem Manchester United, Steve Bruce’tur; Steve Bruce da Manchester United. Örneğin Bruce’un savunma tandemindeki partneri, Ulvi’nin Gökhan Keskin’i Gary Pallister 33’ünde kâr edilerek satılırken, Steve Bruce kulübün bir döneminin sembolü olarak hiç düşünülmeden serbest bırakılır. Zaten Ferguson’un Steve Bruce ayrılırken söyledikleri durumu olabilecek en manidar şekilde özetler: “Eğer Stece Bruce’un Manchester United’a yaptığı hizmetlerin karşılığı herhangi bir parayla ölçülür olsaydı, o zaman tabii ki bonservis ücreti talep ederdik!”
Eğer futbol gerçekten de kafayı hepimizden biraz daha fazla çizmiş iflah olmaz delilerin iddia ettiği gibi başlı başına bir din ise, Steve Bruce’u bir futbol havarisi olarak adlandırmak hiç de abartılı olmaz. Öyle ki 2004 yılında Birmingham City’yi çalıştırırken kızının arabasını çalmaya çalışan hırsızlarla kavgaya tutuştuğunda yüzünde ciddi yaralar oluşmasına rağmen olayın gecesinde takımının başında dimdik ayaktadır. Ne de olsa Bruce için futbol hayattaki tek hayaldir. Yazdığı romanların ötesinde gerçek hayatta binlerce romanı sıradanlaştıran gerçek yaşam öyküsü tıka basa futbolun en güzel ve en kötü sayfalarıdır.
Doğduğu günden beri iflah olmaz bir Newcastle United fanatiği olan Steve Bruce tıpkı Ada futbolunda hakkı yeterince teslim edilmeyen bir başka gizli kahraman Peter Beardsley gibi Newcastle bölgesinin en verimli futbol topraklarından Wallsend Boys Club altyapısında yetişir. Ama tıpkı Beardsley gibi en büyük çocukluk hayali olan Newcastle United’da denendikten sonra beğenilmez ve reddedilir. İşin kötüsü sadece Newcastle United değil, çok büyük bir hayal kırıklığına uğradığı için çocukça bir intikam uğruna kapısını çaldığı Newcastle United’ın ezeli rakibi Sunderland, Derby County hatta Southport da Steve Bruce’u beğenmeyip geri çevirir.
Tam da futboldan umudunu kesmiş, muslukçu olarak işe başlamaya karar vermişken, 3. lig ekibi Gillingham tarafından denemeye çağrılır. Hatta yanında da fanatik bir Newcastle’lı olmasına rağmen yeterince yetenekli bulunmayıp geri çevrilen bir başka Wallsend Boys Club mahsulü olan Peter Beardsley de vardır. İleride İngiltere Milli Takımı’nın en büyük kozlarından birisi olacak olan Beardsley bir kez daha bakarkör yöneticiler ve teknik direktörler tarafından beğenilmeyip geri gönderilirken o zamanlar bir orta saha oyuncusu olarak forma şansı arayan Steve Bruce ilk profesyonel sözleşmesine imza atar.
Neyse ki Tony Cascarino’nun da her fırsatta yere göğe sığdıramadığı Gillingham’ın Serpil Hamdi Tüzün’ü genç takım antrenörü Bill “Buster” Collins, Steve Bruce’un ideal mevkisinin savunmanın ortası olduğunu fark eder ve filmin temposu hızlanır. İlk olarak 1978-79 sezonunda Gillingham’ın rezerv takımında savunmada oynamasına rağmen 18 gol atarak dikkat çeken Bruce sezonu takımının en golcü ismi olarak tamamlar. Hatat bu sayede İngiltere Genç Milli Takımı’na çağrılır ve 1980 Avrupa Gençler Şampiyonası’nda forma giyer. Turnuva dönüşü ise artık sıra Gillingham’ın asıl takımında forma giymeye gelmiştir. İlk olarak 1979 Ağustosu’nda Blackpool’a karşı giyilen forma tam 7 yıl boyunca kimseye kaptırılmaz, sürekli savunmada oynamasına rağmen 205 maça 29 gol sığdırılır.
Yine de o 205 maçın 203’ü gözlerden çok uzakta, o zamanlar Ada futbolunun yeraltı sahnesi olarak nitelendirilebilecek Birinci Lig’in dışında oynanır. Ama neyse ki FA Cup vardır! Birçok tarihi efsaneye sahne olan dünyanın en eski kupasında 1984’te Everton ile eşleşen Gillingham iki maçta da rakibine yenilmeyerek dikkatleri üzerine çeker. En çok dikkat çeken oyunculardan birisi de savunmanın belkemiği Steve Bruce’tan başkası değildir. Savunmadaki hava toplarında 10 Gary Lineker gücünde olan Bruce, FA Cup’taki performansı sayesinde 1984’te Norwich City’nin yolunu tutar.
Bruce’un Gilligham’dan Norwich’e transferindeki bonservis bedeli son derece cüzidir; hatta ilk maçta Liverpool karşısında kendi kalesine gol atan 24 yaşındaki Birinci Lig’in “çaylağı” kesinlikle yılın transferi değildir. Ama yıllar sonra bugünden o zamanlara bakınca üç yıl boyunca 141 maçta formasını giydiği Norwich tarihinin en önemli figürlerinden birisine dönüşecektir Steve Bruce. 1985’te Norwich City büyük bir sürprize imza atarak Lig Kupası’nda şampiyon olurken yarı finalde o zamanların en güçlü takımlarından ezeli rakip Ipswich Town’ı eledikleri maçta Bruce’un attığı galibiyet golü onu ilk kez Ada’nın futbol kâbesi Wembley’deki finale taşıyacaktır. Finalde Sunderland’i 1-0’la geçip tarihi bir zafere imza atan Norwich son kayda değer başarısına imza atarken Steve Bruce da finalde maçın adamı seçilecektir.
Yine de Bruce’un kişisel başarısı, kariyeri boyunca her türlü kişisel egosunu, iddiasını formasını giydiği takım lehine perdahlamış savunma sanatçısı için bir yere kadar önemlidir. Norwich, Lig Kupası’nı kazandığı yıl o zamanlar sadece Birinci Lig olarak anılan şimdilerin Premier Ligi’nden düşerken, Bruce kendisini ısrarla isteyen takımlar yerine Norwich’te kalıp takım yeniden Birinci Lig’e dönene kadar Kanaryalar’ın tüm maçlarında forma giyer ve karşılaşmaların büyük çoğunluğunda maçın adamı seçilir. Takımda kalmasının tek sebebi sadece romantikçe bir vefa duygusu değildir. Halihazırda 26 yaşına gelmiş olan Steve Bruce, artık herhangi bir takıma değil Manchester United gibi büyük tutkuları temsil eden bir takıma gitmek istemektedir. Alex Ferguson ise bir önceki sezonki Steve Bruce’un FA Cup’taki başarısından fazlasıyla etkilenirken, diğer yandan transfer etmek istediği oyuncunun takımının küme düşmesi üzerine kafasında soru işaretleri oluşur. Steve Bruce’un Norwich’te kalarak gösterdiği performans ve o performansla takımının hemen ertesi yıl yeniden Birinci Lig’e dönmesinde oynadığı rol Bruce’u Alex Ferguson’un nazarında ideal futbolcu ile eş anlamlı kılacaktır.
27 gibi geç denilebilecek bir yaşta, 1987-88 sezonunun başında Manchester United’a transfer olan Bruce için Norwich’e ödenen 800 bin pound’luk bonservis bedeli o zamanlar için bir savunma oyuncusuna ödenen paralarla karşılaştırılınca hiç de fena bir meblağ değildir. Hatta en başlarda Ferguson, Bruce’u direk takıma monte etmeyince bu meblağ İngiliz skor basınının fazlasıyla çenesini yorar durur. Fakat son gülen yine her zaman olduğu gibi İskoç inadıyla Alex Ferguson olacaktır.
Zaten o yıllarda Ferguson şimdilerde olduğu gibi el üstünde değil, eleştirilerin odağındaki isimdir. İlk önce kendisinin gönderilmesini isteyen taraftarların astığı “Git artık” mealli pankartları sahada verdiği derslerle söktüren Ferguson, daha sonra hayalindeki iki hücumcu bek (Denis Irwin ve Steve Parker) ve iki ayağı top yapan tandem oynayabilen stoperden (Steve Bruce-Gary Pallister) oluşturduğu savunmasıyla Manchester’da başlayan sanayi devriminden sonraki en büyük devrimi Old Trafford semalarında başlatır. Ulvi rolündeki Steve Bruce’lu Manchester United ilk olarak 1993’te 26 yıl sonra
İngiltere Birinci Ligi’nde şampiyon olup şeytanın bacağını kırarken ilk önce 1990-91 sezonunda takımın en golcü üçüncü oyuncusu olan Steve Bruce savunmadaki “Güneş bile batar ama Bruce geçilmez” olarak Kırmızı Şeytanlar’ın futbol literatürüne geçen performansı ve kritik anlarda attığı sürpriz golleriyle Alex Ferguson Altın Çağı’nın ilk döneminde (1993-1996) takım savunmasının belkemiği olur.
1994 ve 1996’da kazanılan şampiyonlukların yanı sıra 1990, 1994 ve 1996’da kazanılan FA Cup’larda da hayati bir rol oynayan Manchester’lı Ulvi, 1994’te takımdan ayrılan Bryan Robson’ın yerine takım kaptanlığına getirilirken 1991’deki Kupa Galipleri Kupası şampiyonluğunda finalde Barcelona’nın rüya forvetleri karşısında gösterdiği Bülent Korkmazvari oyunla Manchester United taraftarının gözdesi olur.
Artık Old Trafford ahalisi için Bruce aşağı, Bruce yukarıdır… Ama o yine de aynı Steve Bruce’tur, mütevaziliğinden en ufak bir taviz bile vermezken, 1996 FA Cup finalinde takım kaptanı olmasına rağmen kupa seremonisinde o yıl efsanevi bir dönüş gerçekleştiren takım arkadaşı Eric Cantona’ya kaptanlık pazı bandını takarken başka türlü bir şampiyonluk dersi verecektir!
36’sına merdiven dayadığında Alex Ferguson’a yerini gençlere bırakmak istediğini söyleyerek alt ligdeki Birmingham’ın yolunu tutarken de ilk günkü Bruce’tur… Manchester’daki tarihi dubleler, Avrupa Şampiyonluğu, Premier Lig’de kurulan tekelvari başarı, Alex Ferguson’la takımın kaptanı olarak çalışmak; hepsi de sadece daha da gürbüzleştirir Steve Bruce’u… 39 yaşına kadar önce Birmingham sonra da Sheffield United’da forma giydikten sonra sıra Ferguson tedrisatından geçilirken öğrenilenleri hayat aktarmaktadır… İlk olarak faal futbola nokta koyduğu Sheffield’da başlar teknik direktörlük macerasına… Bütçe kısıtlı, o zamanlar adı First Division olan Championship fazlasıyla çetin cevizdir… Ama daha ilk sezonunda umutsuz vaka olan Sheffield takımını 8. sıraya kadar taşır, play-off bileti son anda kaçırılır. Sonraki sezon yönetim verdiği sözleri yerine getirmeyince önce istifa edilip televizyon yorumculuğu ile idare edilir. Sonra Huddersfield Town’da Sheffield’daki filmin aynısı yeniden yaşanır. Sonra kısa bir süre Wigan ve Crystal Palace’ı çalıştırdıktan sonra 2001’de Birmingham City’nin yolu tutulur. Sezon başında herkes 2. ligde kümede kalma hedefini çizerken Steve Bruce sessiz sedasız bir şekilde çalışıp Birmingham’ı 16 yıl sonra Premier Lig’e çıkarmayı başarır. Bütçe yine dardır, Premier Lig aşırı endüstrileşme sürecinde her zamankinden de zorludur. Teknik direktörlük macerası da Gillingham, Norwich yılları gibidir tıpkı… Bu arada Norwich tarihinin en unutulmaz 20 oyuncusundan birisi olarak seçilecektir. Zorluklara rağmen Brimingham Premier Lig’de 2006’ya kadar kalıcı olmayı başarırken, eski aşk Newcastle’dan gelen teknik direktörlük teklifleri kibarca reddedilir. Bunun sebebi ne çocukça bir intikam güdüsü ne de para puldur… Bruce’un rol modeli her zaman Alex Ferguson olmuştur… Ama tam da yıllardır Ferguson olma sürecinde karşısına çıkarılan en büyük engel olan para sorunu Carson Yeung isimli para babasının gelmesiyle çözülmüş gibi gözükürken, dağdan gelen bağdakini kovar… Steve Bruce aklı Birmingham’da kalsa da Wigan’ın yolunu tutarken, Birmingham neler kaybettiğini farkında değildir… Sezon sonunda Yeung’un paralarına rağmen Birmingham binbir zorlukla geri döndüğü Premier Lig’den düşerken, herkesin kesin düşecek gözüyle baktığı Wigan kümede kalmayı başarır… Steve Bruce’un yaşam öyküsünün en güzel özeti de budur… Şimdilik film son perdesinde doğuştan Newcastle United’lı Bruce, Geordie’lerin azılı düşmanı Mackem’lerin yanı Sunderland’in başında ama bir de Mackem’lere sormak lazım doğuştan Geordie’deye ne kadar mutlular renkkörlüğünün öte yakasında? Bir gün Ulvi Güveneroğlu da tam teşekküllü bir teknik direktör olduğunda aynı şeylerin yerel versiyonunun burada tekerrür edeceğine iddiaya var mısınız?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
4 yorum:
1990-91 sezonunda manchester united formasıyla 50 maçta 19 gol kaydetmiş, 13'ü ligde. yanlış mı hatırlıyorum bilmiyorum ama hiçbirinin penaltıdan olmadığını görmüştüm bir yerde.
ben de bu güzel yazılardan dolayı memnuniyetimi dile getirmek isterim. futbol yazan hızla artarken futbolun en sevdiğim yönünü yazan fazla kişi yok ne yazık ki.
steve bruce'un gol istatistiğini sanırım en çok gol atan defans oyuncuları tarzı bir yerde görmüştüm. geçenlerde egemen üç gol atınca aklıma gelmişti ilginçtir.
93 yılıydı ve deli liverpoollu olmama rağmen wembley'de man u-arsenal cs maçına gitmiştim. tribündeki yerimizde tam utd kulübesinin arkasıydı. lee sharpe'ın önlenemez düşüşünün başladığı, mark hughes'un utd'ı, ian wright'ın arsenal'ı sırtladığı dönemdi. birinci dakikadan itibaren oyuna girmek için ısınan sharpe bir türlü oyuna alınamayınca resmen çökmüştü, giggs'den çok daha parlak başlayan kariyeri bitmek üzereydi ne de olsa.
ben, sharpe'ın tüm moral bozukluğuna rağmen uzattığım beyaz tişörte imza atmasının sevincini yaşarken o maçta kaptan olan bruce'un tüm sevinç gösterilerini bırakıp morali bozuk olan sharpe'la ilgilenmesiyle kafamdaki kaptan modelini şekillendirmiştim. bu yüzdendir ki rıza'dan sonra hiç bir kaptanı beşiktaş'a yakıştıramadım. bruce belki bu ülke topraklarında ekmeğini kazansa isimsiz bir kahraman olurdu ama futbol kültürünü yeni yeni oluşturmaya çalışan benim standartlarımın çok yüksek olmasına sebep olmuştu.
Ali düzeltmek gibi olmasın ama Steve Bruce yanılmıyorsam Wallsend Boys Club altyapısından değil de Gillingham altyapısından yetişmişti. Geçenlerde Gillingham ile ilgili bir yazı okurken görmüştüm.Hikayeye göre Southport'un Bruce'u kadroya dahil etmemesinin sebebi yeterince kalecileri olduğu yönündeymiş.
Bir sorarlar adama Defans oynayabilir misin, gol atabilir misin diye :)
Adama sonra böyle soğuk su içirtirler.
Yorum Gönder