Futbolda derbi kelimesinin sözlük anlamı aynı şehre mensup iki takımın karşılaştığı maçtır. Ama İngiltere Ligi’ndeki en büyük derbi maçı ne Liverpool şehrinin iki büyüğü Everton ve Liverpool FC arasında oynanan maçtır ne de Manchester’lı City ve United arasındaki maç… Futbol literatürüne “İngiltere Derbisi” olarak geçen Liverpool-Manchester United maçlarında rekabet ezeli olmaktan da öte tarihsel bir sonsuzluğa ulaşırken, futbol topu asla rekabet ile düşmanlık arasındaki ince çizgide durmaz, iki şehrin tarihi ve sportif başarıları arasında gider gelir.
İngiltere futbol tarihinin en başarılı iki kulübünü karşı karşıya getiren derbideki rekabet, asla maçın 90 dakikası ve oynandığı statla sınırlı kalmaz. İngiltere Derbisi’nin oynandığı gün, sadece İngiltere’de değil, başta İrlanda ile İskoçya olmak üzere, Galler, Güney Afrika Cumhuriyeti, Kuzey İrlanda, Norveç’te her iki takımın taraftarları arasındaki düşmanlık, tarih ilerledikçe bambaşka yan anlamlara bürünerek sürekli tazelenir. Sorun sadece kimin kazandığı değildir. Şehirlerin nüfusları gibi İngiltere içindeki taraftar sayıları da birbirine çok yakındır. Ama ondan çok daha önemli olan kimin dünyada daha çok taraftarı, sempatizanı olduğudur. Kim gerçek kızıldır, kırmızıdır? Kim daha işçi sınıfıdır? Kim daha iyi müzik dinler, kimin şehri Avrupa’nın kültür başkentidir? Hangi takımın tezahüratları daha şiirseldir, kim daha az holigan, kim daha çok centilmendir? Daha da önemlisi kim daha büyük trajediler yaşamış ama kim yaşadıklarının altında daha az ezilerek küllerinden doğup Ada’nın en büyüğü, dünya futbolundaki gururu olmuştur?
Liverpool ve Manchester arasındaki rekabet, 19. yüzyıldaki sanayi devrimi ile yaşıttır. Başta tekstil olmak üzere imalat üretiminin başkenti olan Manchester, sanayi devriminin başladığı ilk şehir olarak, ezeli rekabete 1-0 önde başladı. Bilimsel sosyalizmin kutsal kitaplarını yazan Marx ve Engels sanayi devrimi sürecindeki üretim ilişkileri sürecini irdelerken sürekli olarak Manchester’a atıfta bulundular. Başta İrlanda ve İskoçya olmak üzere İngiltere’nin tüm iç sömürgelerinden ucuz iş gücü Manchester’a akın ettiğinde, Liverpool dünyanın en büyük ve işlek limanlarından birisini restore etti ve o zamanların ticaretin en karlı yolu olan deniz ticaretinin bayrağını İngiltere’nin gönderine çekerek durumu 1-1 yaptı.
Her iki şehir de sanayi devriminin kurumsallaşması sürecinde daha ucuz bir iş gücüne olan talebin bağlamında göçmenlerin akımına uğradı. Henüz sosyologlar “multietnik” terimini icat etmeden ve insan hakları savunucuları “bir arada yaşam”ı kutsamadan önce dünyanın ilk multietnik bir arada yaşamın gerçekleştiği şehirler Liverpool ve Manchester oldular. Bu da daha sonraları her iki şehirle özdeşleşecek ve İngiltere’nin başka hiçbir yerinde eşine rastlanmayacak Liverpool’lu “Scouser” ve Manchester’lı “Mancunian” aksanlarının gelişimini sağladı. 20. yüzyılın hemen başındaki İngilizce sözlüklerinde sadece Manchester’lı ve Liverpool’lulara özgü yeni bir İngilizce diyalekti yer almaya başladı.
Liverpool ve Manchester’da, İngilizlerin iç sömürgelerinden gelen göçmenlerin yanı sıra dünyanın her yerinde renkleri yüzünden horlanan Afrika kökenli siyahlar, Çinliler ve ticarete olan üstün yetenekleri ile dinleri yüzünden aşağılanan, her türlü faşizmin hedefi haline gelen Museviler ilk kez diğerleri tarafından eşit muamele ve haklara tabi oldular. Multietnik yapının kurduğu sosyo-ekonomik denge her iki şehri Ada’nın en cazip modern yaşam merkezleri haline getirirken, Manchester 19. yüzyılın sonunda büyük Manchester Kanalı’nı açarak, Liverpool’daki deniz ticaretinin merkezi olan limanın tekeline son verdi ve 2-1 öne geçti.
Futbol sahasında ise ilk gol Manchester United’dan gelmiş gibi gözükse de Manchester United 1878’de ilk kurulduğunda adı Newton Heath L&YR F.C.’di. Newton, tam da kurucuları olan İrlandalı göçmen işçilere atıfta bulunarak adını Manchester Celtic yapmaya karar verdiğinde, içeri giren İtalyan göçmen Louis Rocca 1902 yılında “Eğer takımımızın adını tek bir etnik kökene indirgersek Liverpool’luların dilinden kurtulamayız” diyerek Manchester United adını önerdi ve bu isim oybirliğiyle kabul edilirken efsanenin temelleri atıldı. Lancashire bölgesinin diğer yakasındaki, sadece 400 mil uzaklıktaki Liverpool’da ise çoktan 1892 yılında Everton kulübünden ayrılan Houlding’in Liverpool FC’si kurulmuştu bile.
Her iki takım da endüstriyel ekonomi bağlamında Ada’nın öncü şehirleri olmalarına rağmen 2. Dünya Savaşı öncesinde futbolda şehirlerine kimliklerine göre son derece sıradan takımlardı. 1911 yılında, Old Trafford adlı Manchester şehrinin bitmek tükenmek bilmeyen hayallerini temsil eden futbol tapınağının açılışında kaderin harika bir cilvesi olarak Manchester United, Liverpool ile karşılaşacaktı. Manchester’ın kızılları 3-0 öne geçmesine rağmen Liverpool efsanevi geri dönüşlerinden ilkini yaparak 4-3 kazanacak tarihi rekabette skoru 2-2’ye eşitleyecekti.
Manchester United, 2. Dünya Savaşı öncesinde zaman zaman şampiyon olsa da istikrarlı bir istikrarsızlıktan muzdarip olacak ve sevgili Karşıyaka misali müthiş taraftar potansiyeline rağmen asansör takım hüviyetinde birinci lig ile ikinci lig arasında yoyo misali salınacaktı. İngiltere’yi bir enkaza çeviren savaş bittiğinde hem Liverpool’da hem de Manchester’da bambaşka bir geleceğin tohumları savaşın vicdanlarda açtığı boşluklara, kara deliklere ekiliyordu. Savaşın bittiği 1945 yılında Liverpool tarafından fikirleri fazla radikal bulunan İskoç Matt Busby, Manchester United’ın başına geçecek ve Ada’daki ilk büyük futbol devrimini başlatacaktı. Manchester Busby yönetiminde 1950’lerde ve 1960’ların ikinci yarısında fırtına gibi eserken daha çok Manchester’lı gençlere yer verdiği kadrosuyla dünya futboluna öz kaynaklara dayalı başarı düşüncesini öğretecek, onun açtığı yoldan giden takımlar Busby misali büyük başarılara imza atacaklardı.
Manchester United, Avrupa kupalarında mücadele eden ilk İngiliz takımı olurken 1957’de Anderlecht’i 10-0’lık bir tarihi hezimete uğratarak Avrupa arenasında alınan en farklı galibiyete imza atacaktı. Ama 1958’deki Münih Hava Faciası olarak tarihe geçen olayda Man Utd’ı taşıyan uçak düşerek tarihin en trajedik uçak kazalarından birisi yaşanacaktı. Tam 8 United’lı oyuncu hayatını kaybetmiş, yeni yeni kızışan futboldaki Liverpool-Man Utd rekabeti biraz olsun hafiflemişti. Liverpool’lular o zamanlar tribünlerine “Hepimiz Kızılız” pankartını asarak Manchester’lı Kızıl Şeytanlar’ın acısını paylaşacak, hatta kendi oyuncularından bazılarını ezeli rakibine bedelsiz kiralamayı teklif ederek tüm dünyaya futbol üzerinden unutulmaz bir insanlık dersi verecekti.
Bir yıl sonra, 1959’da başka bir İskoçyalı futbol devrimcisi olan Bill Shankly, Liverpool’un başına geçecek ve kulübün altın çağının tohumlarını Anfield’ın çimlerine ekecekti. Münih felaketinin ezeli rakibi Manchester’ın tarihinde açtığı hava boşluğunda tam 17 yıl sonra 1964’te ligde şampiyon olan Shankly’li Liverpool için artık futbol hayat memat meselesi değil, ondan çok daha önemliydi. Ezeli rakibinin acısını saha dışında en yakından paylaşan Liverpool için saha içinde futbol asla sadece futbol değildi ve asla da basit bir sportif mücadeleden ibaret olmayacaktı.
1960’lar İngiltere’sinde Liverpool ve Man Utd en büyük işçi sınıfı kentleri olarak savaş sonrası sosyal(ist) refah devletinin katalizörleri oldular. 2. Dünya Savaşı’nda babalarını kaybeden ve baba figüründen yoksun olarak büyüyen bir işçi sınıfı gençliği siyahi göçmenlerin geleneksel yapıyı yapıbozumuna uğratan değerleri kadar Busby ve Shankly’nin sapına kadar hümanist etik değerlerini de hayat rehberleri olarak benimsediler. Man Utd, 1968’de Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanan ilk İngiltere takımı olarak ezeli rakibi Liverpool karşısında 3-2 öne geçse de bütün dünya Manchester’dan önce Liverpool’u konuşuyordu. 1960’lardaki sosyo-kültürel devrimin en önemli avangardı olan Beatles grubu sadece Liverpool’da doğmamıştı, şehrin sosyo-kültürel yapısını taçlandıran şarkılarıyla da dünyada bir Merseybeat devrimini başlatmıştı. Beatles artık John Lennon’ın unutulmaz açıklamasında söylediği gibi İsa’dan bile ünlüydü ve sapına kadar Liverpool’luydu. Grup sık sık Liverpool atkılarıyla poz verirken (Paul McCartney sonradan Everton'lı olduğunu söyleyecekti o ayrı!), Bill Shankly de oyuncularına Beatles’tan etkilenerek atıflarda bulunuyordu: “Bugün Manchester, Avrupa şampiyonu olmuş olabilir ama Beatles’ın dediği gibi yarın ne olacağını kimse bilemez”
Shankly yerden göğe kadar haklıydı. Liverpool, Beatles sayesinde dünyanın sanat ve başkaldırı başkenti olmuş, ezeli rakipleri Manchester’ın dünyaca ünlü en büyük oyuncusu George Best bile Liverpool’a atıfta bulunularak kutsanmaya başlanmıştı: “Best, beşinci Beatle gibi güzel ve tanrısal”. Gerçekten de Best’le Man Utd arasına içki şişeleri, iskambil kağıtları ve dünya güzelleri girdikten sonra Beşinci Beatle şehri terk etmek zorunda kaldığında, sanki Manchester’ın tüm büyüsü kaçmış ve Busby’ye futbolda ilham perisi olan ruh, hemen en yakındaki şehir olan Liverpool’a göç etmişti.
Liverpool, Man Utd’dan beş sene sonra Şampiyon Kulüpler Kupası’nın yanında Manchester’lı ezeli rakipleri tarafından “Mickey Mouse kupası” olarak nitelen UEFA Kupası’nı kazandığında, Avrupa’da ilk kez büyük bir başarı kazanacaktı. Ama bu Manchester’ınki gibi uzun bir süre için son kupa olmayacaktı. Bill Shankley 1974’te “Çok yaşlandım, Liverpool’daki görevimi bırakmak tıpkı tekerlekli sandalyeye mahkum olmak gibi ama futbol ruhum daima Liverpool şehrini aydınlatacak” diyerek görevini bırakıp yerine yardımcısı Bob Paisley’i atadığında, tüm dünya bir zamanlar müzikle Beatles’ın eşanlamlı olduğu kadar futbol ile Liverpool’un bu kadar eş anlamlı olacağını farkında bile değildi.
Aynı yıl, Man Utd 2. lige düşerken, 2 yıl sonra Liverpool, Paisley yönetiminde hem lig, hem de UEFA Kupası şampiyonu olacaktı. Final maçında bilet alacak parası olmayan bir Liverpool taraftarı Shankley’nin ödediği para ile maça girerken ona “UEFA Kupası’nı kazanmak çok güzel ama ligde mutlaka Man Utd’ı yenmeliyiz çünkü birinci lige yeni çıktılar” diyecekti. Man Utd için ise 1970’lerin ikinci yarısından 1990’lara kadar Liverpool maçları tek var olma nedeni gibiydi. Bir aralar Demirören yöentiminde Beşiktaş’ın (maalesef!) sadece kupa maçlarında Fenerbahçe’yi yenerek mutlu olması gibi 1970’lerin ikinci yarısından 1990’ların başında Dalglish’in ayrılmasına kadar süren Liverpool altın çağında, Man Utd, Ferguson'un ilk yıllarındaki yönetiminde bile sadece “ötekileştirdiği” Liverpool’u yenerek var olduğunu hissedecekti.
1977 yılında Ada’da punk-rock fenomeni patlamış ve Liverpool hariç o güne kadar işçi sınıfı tarafından kutsanan tüm değerlerin içi boşaltılmıştı. Aynı yıl Liverpool’un kızılları B.Mönchengladbach’ı Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde yenerek muhafazakar Thatcher zamanı İngiltere İşçi Sınıfı’nın Gerileme Dönemi’nden önce Manchester’lıların bile takdirini kazanırken, aslında dünyada futbol ile eşanlamlı olmaya başlayacaktı. 1978 finalinde Liverpool, Club Brugge ile karşılaşmadan önce, Manchester’ın en ünlü televizyon kanalı olan Granada TV’nin en popüler programında Bay Manchester Tony Wilson yakasında Brugge arması ile boy gösterecek, hem futbolda hem de sosyo-kültürel yaşamda en büyük dekadansını yaşayan Manchester’ın son kalesi olacaktı.
1990’da Kenny Dalglish, artık aşırı baskıya dayanamayarak Liverpool’dan ayrıldığında Liverpool hem Avrupa’nın hem de İngiltere’nin en başarılı takımıydı. Üstelik bunu Liverpool’un sosyo-kültürel multietnik yapısında temel taşı olan İskoç, İrlandalı, ve Gallerli göçmenlerin iskeletini oluşturduğu bir takımla başarmıştı. Man Utd ise sadece kupalarda zaman zaman ezeli rakibine çelme atmayı başararak var olduğunu hissedecekti. 1990 yılına gelindiğinde sadece saha içindeki ezici üstünlüğüyle Liverpool ezeli rakibi karşısında 5-2 öne geçse de o yıldan itibaren bir daha İngiltere’de şampiyon olamayacak ve tarihi yarışta Manchester’ın çok gerilerine düşecekti.
1990 yılında Liverpool son kez şampiyon olmuştu ama artık dünyanın müzik başkenti Stone Roses, Happy Mondays, New Order’lı Manchester’dı. Manchester’da Tony Wilson’ın ektiği tohumlarla öylesine bir elektrik hasıl olacaktı ki Bay Manchester Tony Wilson'ın sözleriyle "O yıllarda Tanrı bile Manchester’lıydı!" Şehir kısa zamanda Manchester’dan “Madchester”lığa terfi ederken önce Tony Wilson sonra da Alex Ferguson rekabeti bambaşka boyutlara taşıyacaktı. Aslında Tony Wilson, Manchester ve Liverpool’un başını çektiği bir Kuzey Batı İngiltere’nin otonomisinin yılmaz bir savunucuydu ve Manchester şampiyon olmadığında Liverpool’u Londra takımları yerine şampiyon olarak görmeye yeğlerdi. Ama Ferguson bir zamanlar Busby ve sonra da Shankly’nin mirasına sahip çıkarak yerel gençlere dayalı bir takım kuracak, Liverpool efsanesi Alan Hansen’in “Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız” laflarını başta Hansen olmak üzere tüm Liverpool’a yedirecekti.
Nasıl bir zamanlar Beatles kasırgasından sonra Shankley ve Paisley, Liverpool’u dünya futbolunun başkentine dönüştürdüyse, başka bir İskoç futbol devrimcisi olan Ferguson da Man Utd’ı Madchester fenomeninden sonra futbolun Roma İmparatorluğu’na dönüştürecekti. Şampiyonluk dışında her türlü neticeyi “yenilgi” olarak algılayan ve ısrarla oyuncularına algılatan İskoç dahi, önce Ada sonra da Avrupa futbolunun çehresini değiştirirken Liverpool da Seba sonrası Beşiktaş misali bir istikrarlı istikrarsızlıktan dem vurup Manchester’lı düşman kardeşinin çok gerilerinde kalacaktı.
2001’de Liverpool hem UEFA, hem Lig Kupası, hem de FA Cup’ta şampiyon olurken 11 yıl sonra büyük bir geri dönüşü müjdeleyecek ama gerisi gelmeyecekti. Manchester'lılar için 1999 kazandıkları Şampiyonlar Ligi, FA Cup, İngiltere Ligi üçlemesinden sonra sadece bir “Mickey Mouse üçlemesi” olabilecek Liverpool geri dönüşü, sadece medyanın partizanca bir histerisinden başka bir şey değildi. Ama bir zamanlar Liverpool’un Çarşı’sı Kop’un ilahı olan Robbie Fowler, Manchester City formasıyla United filelerini havalandırdığında farklı düşünüyordu: 2006 kışında Man Utd’a golünü attığında elleriyle “Beş” işareti yaparak Liverpool’un kazandığı toplamdaki beş Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’na gönderme yapmış diğer eliyle de Manchester United’ın kazandığı “sadece” iki Avrupa’nın en büyük kupası şampiyonluğuyla alay etmişti.
Ama artık 17 yıldır İngiltere’de şampiyonluk yüzü görmeyen Liverpool’a Old Trafford’dan yükselen cevap bambaşkaydı: “Siz artık meşhur değilsiniz” Oyuncuları Park, sakatlığında United’ların yaptığı tezahürat ise Liverpool’la olan rekabetin en fanatik yüzüydü: “Boşver Park, sakatlanmak önemli değil, denize karşı Liverpool’lular gibi çürük fare eti yiyor da olabilirdin” Britanya ordusu ise Blair’in Amerikan yalakalığı sonucu Irak’a girdiğinde Liverpool’un cevabı gecikmedi: “Irak’ı rahat bırakın, Manchester’ı bombalayın” Old Trafford’daki cevap niteliğindeki, pankart ise körü körüne fanatizmde Anfield ile yarışıyordu: “Bir Liverpool’luyu temizlemek için bile üzerine işemem”
İşin aslı her iki, bir arada yaşayan halkların takımını da 2006’da Amerikalı yeni zenginler almış, önce Liverpool’lular Man Utd’la “Man USA” diyerek alay etmiş sonra da Man Utd’lılar Bruce Springsteen’in unutulmaz şarkısını Liverpool’lu ezeli düşmanlarına göre icra ederek “Sold to the USA – Amerika’ya satılmış”ı söylemişlerdi. İşin kötüsü her iki işçi sınıfının kızıl takımı Amerikan sermayesinin kontrolüne geçmiş Busby ve Shankley’nin kemikleri fena halde sızlamıştı. Bir zamanlar ikiye ayrılan Doğu Roma ve Batı Roma gibi Man Utd ve Liverpool, endüstriyel futbol konjonktüründe birbirlerinden daha da fazla korktukları için iyice nefret etmişlerdi. Ben ise bu satırları yazarken Fenerbahçe-Man Utd maçında Fenerbahçe’yi desteklemeye gelen Liverpool’luyu bir türlü unutamadım:
“İki takım arasındaki fark içtiğin içkiyle ölçülebilir, o filmde Liverpool fanatiği olan Robert Carlyle gibi ben de çok içip kızılları karıştırarak Manchester’lıların pub’ına dalmıştım. Beni de fena halde paralamışlardı ama ‘öteki’ olmasa Manchester olmasa Liverpool’un hiçbir anlamı olmaz, bu kadar basit!”
2 yorum:
4 Eylül 2009 tarihinde karalamışım.
http://theneretva.blogspot.com/2008/09/bir-liverpool-fc-filmi.html
Yine kralını hatırlattın bana. Sağol, varol. Eline sağlık...
Güzel filmdi cidden, o bara dalma sahnesi tam da derbinin sinema karesine sığdırılmış hali, değil mi? Bu Carlysle sonradan Rangers'lı çıktı ama olsun, Rangers'lı olacaksa bu adam gibi olsun. Carla'nın Şarkısı ve Trainspotting'teki Begbie karakterlerinden sonra hiç filmde oynamasa da olurdu. Cantona'nın sinemacı versiyonu gibi: Muazzam yetenekli ve bir o kadar da kendi doğrularının dört nala peşinde. Çok kıyak adam... Samuel'e de İskoç eteği yakışmıştı bence...
Yorum Gönder