5 Ekim 2009 Pazartesi

FourFourTwo 2009 Ekim sayısında başka neler var (Harry Kewell özel röportajından başka)


Tabii, bilmiyor değildim Harry Kewell'la yaptığımız röportaj ötesi görüşme çok konuşulacaktı ama açıkçası medyata'da pişmeyi de beklemiyordum. Hele beni sadece "hasta Beşiktaşlı Skytürk yorumcusu" olarak nitelemeleri açıkçası pişmiş güzel yemeğe biraz su katmak oldu ama olsun canları sağolsun, herkes herkesi satır satır tanımak zorunda değil... Açıkçası ben hiç o açıdan bakmamıştım, enteresan oldu: "Hasta Beşiktaşlı Ali Ece, Galatasaraylı Harry Kewell'la çok özel bir röportaj yaptı"

Başka türlü bir ülkede olsak en az Kewell kadar ses getirecek bir röportaj aslında Hilal Gülyurt'un Bursasporlu Ivan Ergiç'le Bursa tesislerinde yaptığı süper röportaj...
Malumunuz bir zamanlar Fenerbahçe'nin meşhur önliberosu Kemalettin de bir zamanlar İşçi Parti'li olduğunu açıklamış, o yıllarda 12 Eylül'ün açık saçık her türlü sol ve özgürlükçü düşünceye alerjik yetiştirilmiş toplumunda büyük yankı uyandırmıştı. (Bence Kemalettin önstoperdi önlibero değil tıpkı İşçi Partisi'nin asla evrensel anlamda solcu olmadığı gibi! Kesinlikle 1990'lardaki Türk futbolunun en önemli renklerinden biris olan Kemalettin'in emeğini küçümsemek için falan söylemiyorum, bir İngiliz arkadaşımla (Crystal Palace'lı İngilizce öğretmeni Richard, sahi okuyorsan bir alo de, sana özel O Şimdi Nerede yaptırma bana:))) Fenerbahçe - Galatasaray maçını izlerken o demişti: "Bu önlibero değil ama süper bir önstoper, biraz size ve biz İngilizlere uygun bir mevki sadece!")

Ergiç'inki başka türlü bir siyasi duruş. Menajerinin olmaması, asla pahalı arabalar almayı düşünmemesi, o paralarla Heidegger, Kafka, Marx kitapları alıp okuması bambaşka bir zenginlik... Kıyısından köşesinden annemizin güzel ama kendine yeterince güvenmeyen ligine de apayrı bir renk ve boyut katıyor...
Bursaspor röportajları daha sürecek onu söyleyeyim yeter, oynadıkları futbolla bunu fazlasıyla hak ediyorlar başka sebepler bir yana!

Ergiç'in siyasi görüşleri son derece net ve renkli de yıllardır Maocu olarak bilinen Paul Breitner hiç de öyle değilmiş meğerse... Neden askerden kaçtığı, nasıl kaçtığı konusu da süper... En az, Franco'cuların takımı olarak bilinen Real Madrid'de neden oynadığı kadar hem de....

İki ayrı futbol kabilesi olan Barcelona ve Real Madrid futbol savaşı, tarihi rekor transferle bambaşka bir boyut kazandı... Herkes üzerine çok şey yazdı çizdi, konuştu... Bilen bilir her ne kaar fanatik olmasam da Barış Tut'un yetiştirdiği bir Barça'lıyım Real Madrid'e karşı ama FourFourTwo bu sayısında efsanevi futbol rekabetini tüm boyutlarıyla inceledi. Aynı sayfada hem Puyol hem de Raul'un duygularını sözlerini okumak harika bir his... Raul ve Puyol, Kaka ve Iniesta, insan ayrı bir saygı duyuyor, El Classico'nun yani Real Madrid - Barcelona rekabetinin Real Madrid'den de Barcelona'dan da büyük olduğunu kanıtlıyor...

Serie A'nın can çekişme nedenleri ve tedavi yönetmleri de çok güzel bir dosya kanımca... Gerçekten de küçüklüğümüzün en güzel ligi nasıl bu hale geldi, hep böyle mi gidecek? Sanmıyorum ama uzun bir zaman Premier Lig'in gerisinde olmaya devam edecekler, ona eminim...

Serie A demişken, bence Livorno'nun Serie A şampiyonu olduğu gün İtalya futbolu ciddeb kökten bir şekilde tedavi olacak... O Livorno ki Adana'lara kadar geldi, bir tek televizyonumuz yayınlamadı, yazıklar olsun hepsine... Lafa gelince hepsi futbolsever ama hangi futbol... Biz çok uğraştık Skytürk'te yayınlansın diye ama maçın yayın hakkını alıp kendisi yayınlamayan ve başkasına da yayınlatmayanlara ne demeli? Lucarelli çarpsın hepsini... Neyse ki Lucarelli'yle beraber Sarper Diktaş da oradaydı, hatta yanında acar Adana muhabirimiz Hüseyin Ataş da vardı... Aslında kitaplara sığmaz o günkü Adana futbol masalı ama Sarper Diktaş kralını yazmış o ayrı!

Tesadüfün böylesi: Benle aynı siyah bantları takan Trabzonspor'lu Colman gayet güzel gitar çalıyormuş saha içindeki futbol sanatçılığının yanı sıra... Maradona ile ilgili sözleri de tek kelimeyle muhteşem!

Çok beğendiğim bir oyuncu olan Joshua Simpson, artık ligimizin yaşayan efsanesi olan Youla ve %100 maço egemen ülkemiz futbolunda çöpte açan çiçek misali Lale Ortaç röportajları... hepsi yine Hilal Gülyurt'un harika kaleminden...

Peki, ben ve Erdem Kabadayı bir Kewell'ı yapıp golü atıp yattık mı, hayır! Elton John'un Watford aşkı, Buca Juniors (Bildiğimiz Bucaspor yanlış yazmadım), ölümsüz futbol ikonu olarak Di Stefano (Maradona'ya göre bile ne Pele ne de El Diego varsa yoksa Realli Di Stefano) derken bir de benim kaleme aldığım son 25 yılın 10 efsanevi Türk takımı var... Orada lider Kocaelispor teknik direktörü Güvenç Kurtar ile Federasyon kupası şampiyonu Oğuz Çetin - Aykut Kocaman'lı Sakaryaspor'un öyle anlamlı fotoğrafları var ki, fazla söze de gerek kalmıyor Türk futbolunu analiz etmeye çalışırken...

4 yorum:

S.B dedi ki...

Hasta derece Beşiktaşlı olabilirsiniz. Ölüm döşeğindeki bir fenerbahçeliyi canlandırabilirsiniz. Liman takımı Liverpool diye tutturup yaşadığınız Mersin İdman Yurdunu elinizin tersiyle itebilirsiniz. Ama Ali Bey asla yaftalardan kurtulamazsınız. Biz Ali Eceyi tanıyoruz, gerisi mühim değil.

Bu arada Elton John'un Watford aşkı adına almak lazım bu sayıyı.

Adsız dedi ki...

Üst sınıflardaki arkadaşlarla konuştuğuzda mimarlık eğitiminde en sık verilen ödevlerden birinin okunan bir kitabı resme aktarmak ve kendi senaryonu o resme yüklemek olduğunu söylediler.Yazınızı okuduğumda aklıma geldi bu şekilde nasıl ifade edilebileceği.Mimarlıktan yola çıkınca binadan bağımsız bir somutlandırma olmaz diye düşündüm.Ve ilk aklıma gelen kocaman,karanlık ve 4 tane spot lamba bulunduran bir yer oldu.Spotlardan giriş kapısının üzerindeki yanıyor.Komşu duvarlardakilerse kısık kısık yanıp sönüyor.Tam karşıda duran zorla seçebildiğim çıkış kapısının üzerindekiyse yanmıyor.Yanmayan lambayı dikkate almayarak 3 spot da denebilirdi ama yazıdaki hakim düşünce olan var olanın iş görmemesi durumunu çağrıştıracak başka birşey gelmedi aklıma.Senaryoyu kısaca özetlersek;tahmin edeceğiniz gibi kahramanımızın korku filmlerindeki başrolleri hatırlatan sonsuz cesaretiyle girdiği kapı kendiliğinden kapanıp kilitlenince karşısındaki çıkışa doğru ilerlemesi gerektiğini anlar.Başta tek zorluk karanlık gibi görünse de ilk adımını attığı anda anlayacaktır ki çok daha büyük bir belayla baş etmek zorundadır.Çünkü mekanımızda tavan ve taban sürekli yer değiştirmektedir.Bir başka deyişle bizi ayakta tutan yer çekimi bir anda bizi ters çevirebilir hatta duvarların da bu tavan-taban sirkülasyonuna katılmasıyla yan yatırabilir.Kahramanımız bu zorluklarla baş edip çıkışa ulaştı mı yoksa zamanla sürat kazanan sirkülasyonun güçsüz bedeninde bıraktığı girdap etkisiyle savrulup durdu mu bilemiyorum.Total futbolun literatürümdeki karşılığı olan "sonuçtan değil süreçten haz almak gerekir" sözüne binayen ben de sürece dikkat çekmek istedim sadece.Hayatın sadece gemiyi limana getirip getiremediğimizle ilgilendiği,yol boyunca karşılaştığımız güçlükleri umursamadığı düşüncesine ısrarla katılmıyorum.Amaç gemiyi limana ulaştırmak değil ki sadece.Sonuçta o gemi limana demir atacak ve karada yaşam başlayacak tayfa için.Yolda öğrendiklerimizle sürdüreceğimiz bir hayat yani.
Evet hava biraz rüzgarlı,deniz de dalgalı haliyle.Bu yetmezmiş gibi kaptan dümenin başında uyuyakalmış olabilir.Hatta dengesizin teki olup dümeni kırmış bile olabilir...böyle durumlarda rüzgara güvenmek gerek galiba.Konudan biraz uzaklaşmış olabilirim,amacım yazıyı okurken hissettiğim boşluğa düşüyormuş hissini anlatabilmekti aslında.Kimbilir belkide bir kabustur,irkilerek uyanırım ve kendimi sıcacık yatağımda bulurum.(not:yazı kötü anlamında değil durum vahim anlamında "kabus"a benzettim:)

Ventisei26 dedi ki...

Ali abi Eskişehirsporlu futbolcularla röportaj yapmayı düşünüyormusunuz?

HÜSEYİN dedi ki...

abicim seni ilk dinlediğimde beşiktaşlı olduğunu anlayamadım(önemlide değil zaten)
yorumların çok güzel koyu bi bjkli olabilirsin ama bunu yorumlarına aktarmıyorsun onun için problem yok...başkaları tuttukları takımların amigoluğunu yapadursun seviyoruz senii