19 Haziran 2008 Perşembe

Galatasaray ve Fenerbahçe neden birbirinden nefret eder: FB-GS dünya derbisi ise Barça-R.Madrid feza derbisi mi?


Sadece Türkiye’de “dünya derbisi” muamelesi gören bizim yerel derbiyi izlerken, bir kez daha neden Fenerbahçe ve Galatasaraylıların birbirlerinden bu kadar nefret ettiğini anlamaya çalıştım. İki takımımız arasında en küçük bir siyasi dava yoktu, her ikisi de Kurtuluş Savaşı’nda kendince mücadele etmiş, hiçbiri ne sağın sembolü Menderes’in ne de solun idolü Deniz Gezmiş’in asılmalarına en ufak bir kurumsal tepki göstermemişti. Aleviler özellikle Galatasaray ya da Fenerbahçe’yi tutmuyordu. İşçiler ve patronlar, ev sahipleri ve kiracılar sosyal sınıf savaşında esirgedikleri mücadeleyi her iki takımın formalarını eşit bir şekilde giydiklerinde ölümüne sergiliyorlardı. Bir kez daha anladım ki Türkiye’de futbol sadece futboldu ve de sadece potansiyel şiddet dozu yüksek olduğu için “dünya derbisi” olduğunu sandığımız FB-GS yerel derbisi bunun en somut örneğiydi.

Skor basınımız her ne kadar FB-GS ezeli rekabetine trajikomik bir şekilde “dünya derbisi” misyonunu yüklemeye çalışsa da aslında bizim derbi tıpkı Liverpool-Manchester United derbisinde olduğu gibi sadece bir skor rekabeti, daha fazlası değil… Maçtan sonra yapılan tüm espriler, yorumlar da skortif karakterliydi: Evet, Feldkamp’ın beğenmediği Orkun kalesinde devleşmese Fenerbahçe yine tarihi bir fark atabilirdi ama skor tabelasındaki fark, dünyanın geri kalanını sadece bir dakikalık bir özet görüntüye sığacak kadar ilgilendiriyor. Dünya derbisi deyince skor sadece bir ayrıntıdır çünkü bir dünya derbisinde önemli olan iki ezeli rakibin birbirini kaç farkla yendiği değil, hangi farklı görüşü, hangi farklı dünyayı, hangi farklı futbol dinini temsil ettikleridir.

Eğer FB-GS derbisi, skor basınımızın Türk’e Türklük propogandası yaparak iddia ettiği gibi bir dünya derbisiyse, o zaman Barcelona-Real Madrid arasındaki ezeli rekabet “El Classico” derbisi tüm evreni, uzayı ilgilendiren bir tarihsel varoluş meselesidir. Dünyayı durdurmaya çalışan muhafazakarlarla, değişmeyen tek şey olan değişimin kendisini daha da hızlandırmaya çalışan başka bir dünyayı talep edenler için futbol sadece futbol değildir, bir hayat memat meselesinden bile çok daha önemlidir. Barcelona teknik direktörlerinden Bobby Robson’ın bir zamanlar dediği gibi Barselona şehri bağımsız bir futbol ülkesidir ve FC Barcelona da onun ordusudur. Madalyonun diğer yüzündeki Real Madrid de tüm çabalarına rağmen ateşli silahların başaramadığını silahlar yerine paha biçilmez futbol ayaklarının, kafalarının, taktiklerinin Barcelona karşısına diktiği tarihsel futbol ordusudur.



Tarihsel açıdan önce Real Madrid’in tohumları futbol dünyasına atılır. Madrid’e futbolu getirenler başını Cambridge’li ve Oxford’lu Britanyalı öğrencilerin çektiği gençlerin kurduğu Football Sky kulübüdür. O zaman Madrid’de futbol öylesine büyük bir yeniliktir ki futbol da sadece futboldan ibarettir. 1920’ye kadar birçok kez kendi içinde defalarca bölünen ve isim değiştiren “Futbol Gökyüzü” takımı 1920’de Real Madrid’e dönüştüğü andan itibaren artık Madrid’de futbol sadece futbol olmaktan çıkmış, iç savaşın eşiğindeki İspanya’da kral ve kraldan çok kralcılar bir zamanların futbol delisi öğrencilerin takımını kralcıların futbol gücü olarak kutsamıştır. 16. yüzyılda dünya tarihinin ilk modern anlamda global imparatorluğu olan sömürgeci İspanya’nın merkezi Kastilya bölgesindeki kral ve diğer tutucu siyasi güçler, futbolun içinde barındırdığı toplumsal gücü keşfedip Real Madrid’i evlat edindiklerinde iç savaşın arifesinde Pandora’nın kutusu gibi tehlikeli futbol savaşını da başlatmış olurlar.

Diğer yandan İspanya’nın bir zamanlar en ileri bölgesi olan Katalonya, Fransız Devrimleri’den sonra kendisini yeniden keşfetmekle meşguldur. Ekonomik bağlamda Kastilya ve Madrid’den hiçbir eksiği olmayan bölgenin ruhsal başkenti Barcelona, iç savaş öncesinde bambaşka bir dünyayı soluyordur. Avrupa kıtasındaki ikinci bir kültürel, siyasi rönesansın merkezi olan şehir, Avrupa’nın tüm maceracı ruhlarının toplandığı uçsuz bucaksız bir düşünce tarlasıdır. Bu Barcelona’ya göç eden maceraperestlerden en ünlüsü olan Hans Gamper, şehre geldikten kısa bir süre sonra Barselona’ya duyduğu aşk yüzünden adını bir Katalan ismi olan Joan Gamper’le değiştirdiğinde FC Barcelona’nın temelleri atılmış olur. “Sürgündekiler” anlamına gelen Los Deportes gazetesine verdiği ilanda Barselona şehrine yakışır bir futbol takımı kurmak istediğini ilan eder. İlana cevap veren aralarından birinin adının Carles Puyol olduğu sporcularla bir araya geldiğinde, 29 Kasım 1899’da FC Barcelona efsanesi doğar. İlk yıllarında diğer takımlara göre son derece fakir olan kulüp, yok olma aşamasına geldiğinde kulübü kurtaracak olan yine Joan Gamper’dir: “Barcelona’nın ölmesine asla izin veremem, bu takım bir kulüpten çok daha ötesidir. FC Barcelona, ruhsal merkezi Barselona olan Katalonya’nın, ‘öteki İspanya’nın ta kendisidir. FC Barcelona’nın misyonu Katalonya’ya, insanlığın özgürlük savaşına hizmet etmektir. Bu misyonu gerçekleştirmek için başkan oluyorum”

Artık Barcelona takımı, şehrin ruhunda doğan ve İspanya’nın kalanına yayılan cumhuriyetçilik, demokrasi, insan hakları, laiklik, bölgesel otonomi, kültürel özerklik, sosyalizm, sendikalizm, hümanist anarşizm gibi modern dünyanın en anlamlı çığlıklarını haykıran bir futbol ülkesidir. Buna karşın kralın ve kraldan çok kralcıların merkezi olan Kastilya’dakilerin bağrına bastıkları Real Madrid, %100 İspanyolluğun, merkeziyetçiliğin, muhafazakarlığın, kilisenin, Katolikliğin ve Rivera’nın kilise soslu askeri diktatörlüğünün temsilcisine dönüşür.

1936’da İspanya İç Savaşı başladığında ise artık her iki futbol takımı arasındaki rekabet tarihin geri kalan bölümünde asla sadece futbol topuna sığmayacak kadar büyümüştür. Barselona’da filizlenen solcu Halk Cephesi, Rivera diktatörlüğünü devirip cumhuriyeti ve başta Katalonya olmak üzere İspanya’yı oluşturan tüm bölgelerin otonomisini ilan ettiklerinde, Kastilya’daki muhafazakar geleneklerin hepsi sağcı general Franco’nun etrafında toplanır. Aslında kimse Real Madrid’de oynayanlara ya da kulübü yönetenlere “Franco mu, Cumhuriyet mi?” diye sorma zahmetine bile katlanmamıştır. O zamanki Real Madrid başkanı olan Cumhuriyetçi’leri destekleyen solcu Rafael Guerra da Barcelona başkanı Josep Sunyol gibi Franco’nun karanlık güçlerinin işkence odalarında aynı acı kaderi paylaşacaktır.



Ama bu olay, her iki kulüp arasındaki son ortak noktadır. Cumhuriyetçiler, Franco zulmüne karşı dünyanın dört bir yanından aralarına katılan gönüllüler ile beraber mücadele ederken FC Barcelona’yı “İspanya Cumhuriyeti’nin elçisi” sıfatıyla Meksika ve Amerika’ya gönderirler. Takımın başında İrlandalı bir cumhuriyetçi olan teknik direktör Patrick O’Connell vardır. 1925 yılında bir maçtan önce Barcelona taraftarları Kralcı İspanya marşını yuhaladığında başkan olan Gampar, Rivera diktatörlüğü tarafından “İspanya’nın düşmanı dış mihrak” ilan edilerek sınır dışı edilmişti. Bu olaydan sonra kulübün menfaatlerini kendi hayatının önünde tutarak istifa eden ve İsviçre’ye dönen Gampar intihar ettiğinde kulüp ekonomik olarak çok zor bir döneme girmişti. O’Connell yönetiminde Meksika ve Amerika’da oynadığı maçların hasılatıyla ayakta kalan Barcelona bir kez daha küllerinden doğarken, O’Connell da Gamper’le aynı kaderi paylaşarak Londra’da bir sokakta beş parasız açlıktan ölecekti.

İspanya İç Savaşı’nda bir milyona yakın insan hayatını en acı şekilde kaybederken, Madrid’de doğmasına rağmen uzun süre Barselona’da yaşayan ve adı Katalonya direnişiyle özdeşleşen Picasso, savaşın resmini, efsanevi Guernica tablosunu yapacaktı. Picasso’ya göre resmi “yapan” kendisi değil Franco ve ona yardım eden Naziler’di. Başta Katalonya olmak üzere iç savaşın yaraladığı tüm yüreklerde direniş Guernica ve FC Barcelona’nın bayraklarında sonsuza kadar sürecekti.

Nazilerden fazlasıyla yardım alan Franco, iç savaşı kazanıp diktatörlüğünü ilan ettiğinde başta Katalanca olmak üzere Barselona’yı temsil eden ve Barselona’nın temsil ettiği her şey yasaklanmıştı. Yasakları delmeyi düşünmenin bile sonucu idamdı. Daha önce kralcı marşı yuhaladığı için başkanı sınır dışı edilen, puanları silinen FC Barcelona için o günler bile Franco rejiminin yanında kulübün altın çağıydı. 8 sezonda 6 kez Katalanya şampiyonu olmuşlar ama Real Madrid’le oynadıkları resmi maçların sadece 4’ünü kazanabilirken 13’ünde sahadan yenik ayrılmışlardı. Franco, demir yumruğunu ilk olarak İspanya’daki “bölücü Katalan isyanı”nın merkezi olarak gördüğü FC Barcelona’ya indirmiş, önce kulübün sosyal tesislerini bombalatmış, sonra da Cumhuriyetçi iktidar zamanında İspanya’nın elçisi sıfatıyla Amerika turnesine giden takımda forma giyen oyuncuları vatandaşlıktan atmıştı.

Buna karşın, Real Madrid’in içindeki tüm kendisine muhalif unsurları yok eden Franco, kulübün yönetimine de kendi adamlarını yerleştirdi. Tüm İspanya’da Katalanca ve Katalan isimler yasaklanırken, Nou Camp’tan önce FC Barcelona’nın mabedi olan Les Corts, Katalanca’nın gizli de olsa konuşulduğu tek yer olmaya başladı. 1943’teki İspanya Kral Kupası yarı finalinde Barcelona, Real Madrid’le eşleşecek ve ilk maçı 3-0 kazanacaktı. Rövanş maçından önce ise Franco’nun devlet güvenliği direktörü, Barcelona oyuncularını yanına çağırdı: “Size bir hatırlatma yapmak istiyorum. Unutmayın ki sizlere hayatınız bağışlandıysa ve futbol oynamanıza izin veriliyorsa, bunların hepsi de Franco’nun insani cömertliği sayesinde. Rövanşta merhametimizi zorlamayın”

Rövanş maçı, Franco’nun “uyarısı”ndan sonra 11-1 Real Madrid’in üstünlüğüyle sonuçlandı! Santiago Bernabeu, 1945’te Franco’ya yakın çevrelerin önerisiyle Real Madrid başkanlığına getirilmiş, kulüp İspanya’daki tüm takımların toplamı kadar büyük bir bütçeye sahip olmuştu. Buna rağmen Real 1954’e kadar tam 20 sene La Liga’da şampiyonluk yüzü görmedi. Aslında o zamanlar dünyanın en büyük futbolcusu olan Di Stefano’yu son anda Barcelona’nın elinden “çalmasalardı”, 1954’te de şampiyon olamayabilirlerdi. Arjantinli futbol virtüözü, 1953 yazında Barcelona’yla anlaşmış, kulübü Millonarios, çetin geçen pazarlıklardan sonra o zamanlar dünyanın en büyük futbolcusu olan oyuncularını Barcelona’ya satmıştı. Di Stefano, Barcelona’ya imza attığında FIFA bu transferi onaylayacak ancak son anda İspanya Futbol Federasyonu bu transfere engel olacaktı. Federasyon önce, yabancı oyuncuların İspanya’da forma giymesinin yasak olduğunu ileri sürdü, Barcelona federasyonla görüşürken ise Santiago Bernabeu devreye girerek Di Stefano’yu Real Madrid’e transfer etti. Arjantinli futbol virtüözü, bir hafta sonra Real formasıyla Barça’ya 3 gol atarken, Franco rejimi bir kez daha Barça’nın hayallerini çalmış ve “kendi” takımları olan Real’e Di Stefano’yu hediye ederek, 1954 ve 1955’in La Liga şampiyonunu önceden belirlemişti.



İspanya Federasyonu’nun Di Stefano “darbesine” rağmen 1950’li yıllarda Barcelona, Real’e meydan okumaya devam edecek, her iki ezeli rakip 4’er kez La Liga şampiyonu olacaktı. Bunda iç savaştan sonra insanların yüreğinde tam ortadan ikiye bölünen İspanya’daki soğuk savaşın da büyük etkisi vardı. Artık her İspanyalı, önce kendi takımını sonra da Real ve Barça’dan bir tanesini tutuyordu. Solcular, özerklik yanlıları, insan hakları savunucuları için Barça’nın Real’e attığı her gol, Franco diktatörlüğünün duvarına vurulan bir çekiçti. Diğer yandan ise Real Madrid’in başarıları, tarihi imparatorluğun, merkezin, krallığın “bölücü asiler”in kafasına indirdiği balyozdu.

1960’lı yıllar Barça tarihinin “Celali isyanları” dönemi oldu, kulüp öncelikle Di Stefano transferinden kaynaklanan iç çalkantılar ile istikrarlı bir istikrarsızlığa mahkum olurken, “can düşmanı” Real Madrid, Di Stefano’nun yanına eklediği Puşkaş, Gento gibi gelmiş geçmiş en büyük futbol sanatçılarından oluşan kadrosuyla fırtına gibi esti. 1960’lar aynı zamanda “El Classico”nun Avrupa Kupaları’nda da eşsiz bir futbol rekabetine dönüşmesine tanıklık etti. Barça, Real’le “daha eşit şartlarda karşılaştıkları” Avrupa Kupaları’nda, bir kez rakibini yenerek Avrupa şampiyon olmuş, buna karşın Real o yıllarda yaşadığı sayısız Avrupa şampiyonluklarından birini Barça’yı yenerek kazanmıştı.

Real kasırgası başta İspanya olmak üzere tüm Avrupa’da tüm şiddetiyle eserken La Liga’da en son 1960 yılında şampiyon olan Barça, 1974’te yeniden doğacaktı. El Classico tarihinin en büyük rövanşını bizzat Johann Cruyff olabilecek en anlamlı şekilde aldı. O yıl, dünyanın en iyi futbolcusu olarak gösterilen Hollandalı futbol tanrısı, Real Madrid kendisini ısrarla transfer etmek istemesine rağmen, herkesi şaşırtarak Barcelona’ya imza attı. “Asla, ne kadar para verirlerse versinler, Franco gibi bir katilin takımında oynamam” diyerek İspanya’ya gelen Cruyff, önce muhteşem futboluyla Barcelona’yı 14 yıl sonra şampiyonluğa taşıyacak sonra da oğluna Barselona şehrinin azizi Jordi’nin adını vererek tarihin akışını değiştirecekti. Barça, Santiago Bernabeu’da Real’i Cruyff’un tanrısal yeteneğiyle 5-0’lık hezimete uğrattığında tarih yeniden yazılıyordu. Cruyff, Franco’ya hayatında yediği en anlamlı tokadı atmış, çatırdamakta olan diktatörlüğü ilk olarak futbol sahasında devirmişti. Aynı günlerde Franco’nun hastalanması ve bir sene sonra ölmesi Barça’lılar için son derece anlamlıydı: “Cruyff o kadar güzel oynadı ki Franco acısından öldü.”



Franco’nun ölümünden sonra Juan Carlos’un İspanya’yı demokratikleştirme sürecinde her iki kulüp arasındaki rekabet azalmadı hatta artarak devam etti. Endüstriyel futbol çağında Barça ve Real, dünyanın en zengin ve en başarılı iki takımına dönüştü. 2000 yılında Barça kaptanı olan Portekizli Figo’nun daha fazla para uğruna Real’e transfer olmasından sonra Barcelona’lıların Figo’ya fırlattıkları kesik domuz başı karşılıklı nefretin en somut görüntüsü oldu. Her ne olursa olsun, futbol sanatı adına en güzel maçlar hep Real Madrid-Barcelona arasında oynandı. Bu sonsuz rekabet, İspanya’nın önce askeri darbecileri yargılayıp mahkum ederek başlattığı demokratikleşme ve bölgeler arası eşitliği Avrupa’nın kalanına örnek teşkil edecek bir biçimde yeniden tesis etme sürecinde Avrupa’nın en güzel futbol oynanan ligini yarattı.

Biz küçükken Santillana’lı, Butragueno’lu Real Madrid fırtınası vardı. Cruyff bir kez daha bu kez teknik direktör olarak Barça’ya dönüp, futbol sanatı adına gelmiş geçmiş en görkemli futbol takımını yaratana kadar Real Madrid’i oynadığı futboldan dolayı severdik; o zamanlar Franco’dan haberimiz bile yoktu. Sonra bir gün kendi babalarımızın da bizim Franco’muz olan Kenan Evren’in zindanlarında uğradığı eziyetleri öğrendiğimizde, tarih yüzümüze çok fena bir tokat attı. Redondo’ya, Roberto Carlos’a, Zidane’a rağmen Real’i sevmeyi ayıp saydık, bir anda en fanatik Barça’lı olduk. Halbuki bir zamanlar, Real Madrid başkanı olan Rafael Guerra da Franco zulmüne maruz kalmış, babalarımız gibi ülkesinden sürülmüş, vatandaşlıktan çıkartılmıştı. Bir El Classico’da Figo’nun kafasına atılan kesik domuz başının gölgesinde Guerra’ların, O’Connell’ların, Gamper’lerin, Sunyol’ların, Di Stefano’ların başrolde olduğu hiç bitmeyecek en güzel futbol filmine tanıklık ederken Fenerbahçe ve Galatasaray’lıların birbirinden neden bu kadar nefret ettiğini boşuna anlamaya çalıştık.

2 yorum:

kişisel depresyon anları dedi ki...

Geçen gün şirkette arkadaşlarla aynı muhabbet olmuştu. Galatasaray Fenerbahçe derbisi dünya derbisiymiş. Ben duymadım hiç bir dünya ülkesinde Fenerbahçe ve Galatasar maçı izlensin zevk alınsın. Lakin bir İspanya derbisini, bir İngiltere derbisini tüm dünya izliyor, günlerce konuşuyor. Çok abartıyoruz herşeyi.
Bu arada blog için çok sevindim. Pekte anlamadığım futbola farklı bir yaklaşım satırları okumama sebebiyet verdi. Ellerine sağlık. Kolay gelsin abicim.. :)

Malvinas dedi ki...

Aslında Barça-Real olayı bizim tamamen derbilere bakış açımızla ilgili bir sonuca dalalet eder. Ancak derbinin büyüklüğü nasıl klasife edilmelidir sorusuna cevap verdiğimiz zaman büyük derbi sorusuna da cevap bulabiliriz. Barça-Real ya da Celtic-Rangers derbileri gibi siyasi, dini, tarihsel kısacası futbol dışında bir anlamı olan mücadeleler mi? yoksa Boca-River, Galatasaray-Fenerbahçe gibi fakir ülke halklarının kendilerini stadlarda ıspatlama çabasının sonucu olan sportif-ekonomik mücadele mi? Aslında burada asıl sorun bir klişe olan futbolun futbol için olup olmadığı gerçeğine verilecek cevaptır. İspanya ve İskoçya gibi ekonomik olarak daha güçlü olan ülkeler futbol savaşlarını spor dışı bir çok sebebe dayandırarak yapıyorlar. Türkiye ve Arjantin gibi fakir ülkeler ise neredeyse ne için savaştıklarını bilmeden bir kavganın içindeler ve sonucu sportif başarıya bağlıyorlar. Bu dört derbi üzerinden örnek vermemin sebebi dünyadaki tüm derbi istatistikleri listesinin en tepesinde bu mücadeleler olmasıdır. sıralama değişse de isimler hep aynıdır ve tam da konuya mukabil ortadan ikiye bölünmüşlerdir. o yüzden net sonuç için nasıl bir derbi aradığımızı cevaplandırmalıyız diye düşünüyorum...

Barça ve Real meselesine gelirsek... Bu konu aslında çok ciddi münazaralara sebebiyet verecek kadar önemlidir. Zira dünya üzerinde hasıl olmuş olan "ezilen Barça ve Katalunya, ezen Madrid" hadisesi aslında olayları görmeye çalıştığımız penecerenin şeklinden ileri gelir. Zira Katalunya özerk bölgesi İspanya devlet sınırları içinde en rahat ve özgür yaşayabilen halktır. İspanya'nın üniter yapısına rağmen Katalunya ve Katalan halkına verdiği bu ayrıcalıklar dünya üzerinde çok az ülkede bulunabilecek sosyo-kültürel haklardır. Her ülkede çok doğal olarak bulunması normal olan aşırı milliyetçi kanadın bu durumdan hoşnut olmamasını da normal karşılamak gerekirken bu milliyetçi cepheyi tüm Madrid halkı ve Barnebau ahalisiyle bağdaştırmak da son derece yanlıştır. Bu ikili arasındaki nefret Franco döneminden kalan ve Franco'nun milliyetçi bir diktatör olarak Katalan oluşumunu tanımak istememesi(ki gayet doğaldır) sonucunda Katalanlar'a sizin Barça'nız varsa benim de Real'im var diyerek Real Madrid'i belki hiç istenmemesine rağmen böyle bir mücadelenin içine sokmasından kaynaklıdır. Franco'nun ölümü ve İspanya'nın demokratikleşme süreci her yıl biraz daha artarak Katalan haklarından yana ivmelenmiştir. Günümüze gelindiğinde Katalunya sadece vergi geliri ve düzenli ordudan muhaf bir ulus devlet olarak yaşamını sürdürmektedir. Ancak yıllardır sürdürülen ezilmiş Katalunya projesi de sistemli bir şekilde devam ediyor.

Asıl yanlış bilinen konu Katalanlar'ın sosyalist-devrimci kimliğe sahip olduklarıdır. Tarih boyunca yurt ve bağımsızlık arayışı içinde olan Katalanlar'ın bu uğurda yapabileceklerinden biridir sosyalizm kisvesi. Aslında kendi sınırları dahilinde İspanyolca konuşulmasına bile tahammül edemeyecek, İspanyolca sipariş veren müşterilere yemek vermeyecek kadar da milliyetçi çizgilerde dolaşırlar. Madrid halkının bu duruma tepki göstermesini hala doğal karşılamayanlar için ülkemizden çok basit bir örnek vermek gerekir. Tıpkı Katalan halkı gibi tarihten beri yurt ve bağımsızlık arayışında olan Kürt kaviminin Kuzey Irak ve Güney Doğu Türkiye hayalini hatırlayalım. Katlanlar'ın elde ettiklerinin yüzde birine bile sahip olmayan milliyetçi Kürtler'e bakış açımızı düşünelim. Onlar da tıpkı Katalanlar gibi sosyalizmden bahsetmiyorlar mı? "Kurdish Rebels" cümlesine tahammül sınırlarımız çok muğlakken Katalan sempatizanlığı aslında biraz çelişkimizdendir...
Bunları anlatma sebebim Katalan ya da Barça düşmanı olduğumdan değil Madrid'in bu kadar zalim, Katalanlar'ın da bu kadar masum olmadıklarını ortada paylaşılamayanların iki tarafında bitmek bilmeyen hırslarından kaynaklandığını anlatmaktır.
saygılar.