Tam 27 yıl sonra dedemin bembeyaz kapaklı "futbolun kutsal defteri"nin sayfalarını çeviriyorum: Yıllardan 1982… Son düdüğü mutlu sonla bitmese de tarihin en güzel futbol masallarından birisi başlamak üzere… İspanya 40 yıllık Franco zulmünden kurtulmasını 1982 Dünya Kupası’na ev sahipliği yaparak kutluyor… Hani “Futbol kitlelerin afyonudur” derler ya 1982 yazı da Türklerle beraber Avrupa’nın en futbol delisi halkı olan İspanyolları iyileştirecek, o futbol topunda gizli afyondan yapılan en güzel ilaç misali…Masal, 13 haziran 1982 günü Franco’dan en çok çeken İspanya vatandaşlarının, Katalanya’nın mabedi Nou Camp’ta start alıyor… Gerets’li Belçika’nın açılış sürprizlerine yakışır bir biçimde son şampiyon Arjantin’i yenmesiyle başlıyor her şey… Takvim yaprakları 13 haziran 1982’yi gösterirken aynı anda yine insanlık düşmanı askeri darbe diktası yüzünden tarifsiz acılar çeken bir yerde, Türkiye’de 15 yıl sonra Beşiktaş şampiyon oluyor… Tribünlerde Edip Akbayram’ın yasaklı şarkısı “Aldırma gönül aldırma” yankılanıyor. Fakat birkaç saat sonra Nou Camp’a asılan devasa pankartta yıllar önce Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış ama küçüklükten beri tuttuğu takımı asla unutmamış olan açılış maçının şeref konuklarından Viktorya Kamhi’nin gönlü fazlasıyla aldırıyor! Kamhi, yine bir askeri darbe sonucu asılan Deniz Gezmiş’in idamından önce son yapmak istediği şey sorulduğunda “Onun gitar konçertosunu dinlemek istiyorum” diyen “o” müthiş gitar üstadı Rodrigo’nun eşi…
Ama 15 yıl sonra gelen şampiyonlukla tepeden tırnağa siyah-beyaza dönen bizim evde, asıl kupa bir gün sonra 14 haziran 1982’de başlıyor… Birazdan santra yapacak olan Brezilya’nın teknik direktörü Tele Santana’yı ikizi gibi benzeyen rahmetli dedem şöyle buyuruyor:
“Türkiye yok bu kupada oğlum. Biz de biz askeri darbe mağduru Türkler’in Latin Amerika’daki ruh ikizi olan Brezilya’yı tutuyoruz”
“Ama onlar sarı-lacivert” diye çocukluğun iki karış aklıyla itiraz ediyorum “bizim Santana”ya, fakat o beni ikna etmenin en kestirme yolunu adı gibi biliyor:
“Bak bu sakallı var ya babana benzeyen, onun adı Socrates… Aynı zamanda beni iyileştirenler gibi doktor… Amcan gibi her daim iki dirhem bir çekirdek zarif Falcao ve hepsinin kralı Zico! Bak Zico’ya ‘Beyaz Pele’ diyorlar. Ben Pele’yi de seyrettim, eğer Zico Pele’den önce oynamış olsaydı, asıl Pele’ye ‘Siyah Zico’ derlerdi”
O andan itibaren doğduğu ülke Dünya Kupası’na katılamayan ama Socrates-Falcao-Zico üçlüsünü görme şansına erişen her çocuk gibi ben de sarı-lacivert, siyah-beyaz renk körlüğünü bırakıp doğuştan Brezilyalı kesiliyorum…
Dedemin sanki peygamberleri ya da dünyayı kurtaranları anlatıyormuşçasına kusursuz bir saygı ve karşılıksız bir sevgiyle adlarını andığı isimler, kulaklarımda yankılanıyor, İspanya’dan Göztepe’ye esen Dünya Kupası rüzgârına karışarak Brezilya sarısı güneşe doğru yükseliyor…
Başlama düdüğünden hemen önce dedem her şeyi yıllar sonra anlayacağım dille anlatmaya devam ediyor:
“Futbol bozuluyor artık, İtalyanlar, Almanlar, Sovyetler herkes makine gibi oynuyor; ruh yok, sanat yok, insan dokunuşu yok. Çirkin bir elbiseye dönüştü futbol, Zico da o elbisenin üstündeki küçük gözüken ama bakmasını bilene pırıl pırıl parlayan en güzel düğme… Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar futbolcu olsalardı bu Brezilya Milli Takımı’nda santrfor oynarlardı!”
O anda sesini duymamış olsak da takımın kaptanı olmasının ötesinde 1982 model Brezilya’nın sahaya yansıyan ruhu olan Socrates de meğerse dedemle aynı şeyleri söylüyormuş santradan birkaç saat önce:
“Bu takım, hayal gücü, idealizm ve şiirin birleşimi. İnsanlar onların hayallerini yansıttığımız için bizi izlemeye geliyorlar. Futbol sahasında güzellik, zaferlerden daha güzeldir!”
Gerçekten de Socrates & Zico ve arkadaşları bir çocuğun en saf gözlerinde görülen en renkli futbol rüyası olacaktı 1982 yazında… “Jogo Bonito” yani “Güzel Oyun”un mucitlerinden Tele Santana’nın takımı estetik açıdan herkesin yüzlerce ışık yılı ilerisindeydi. Öyle ki takımın iki stoperi Oscar ve Luisinho, çok rahat 1982’nin hatice fakiri ama netice şampiyonu İtalya Milli Takımı’nda 10 numara oynayabilecek kadar yetenekli teknik harikalardı… Savunmanın her iki kanadındaki Junior ve Leandro, günümüz futboluna damgasını vuran hücumcu beklerin öncüleri, Roberto Carlos-Cafu’dan Gökhan Gönül-Patrice Evra’lara uzanan hattın en hızlı şekilde başladığı futbol istasyonuydu… Cerezo-Socrates-Falcao-Zico dörtlüsü ise futbol dilencilerinin görme mutluluğuna eriştiği açık ara en estetik, en yaratıcı orta saha…
Socrates, adaşı olan felsefeci Sokrates’in krampon giymiş versiyonuysa, “cep dinamosu” Zico da Platon’un yeşil sahadaki mirasçısı; hatta onun kadar hızlı ve derin düşünürken, ondan bile daha hızlı bir şekilde düşüncesini eyleme yansıtan gelmiş geçmiş en kudretli “öncü” futbol filozoflarından birisi…
Yıllar sonra bizzat Zico’nun çalıştıracağı Fenerbahçe takımının başkanı Aziz Yıldırım’a nazire yaparcasına yürüyerek oynuyordu 1982 model Brezilya… Ve yine o Fenerbahçe gibi “yürüyerek şampiyon olması gerekirken” olamadı Socrates & Zico ve arkadaşları… Aslında başlarına gelecek uğursuzluğun belirtisi olarak oynadıkları ilk maçta ilk golü yiyen taraf da Brezilya’ydı… Sevilla’nın Ramon Sanchez Pizjuan Stadı’ndaki maçın 34. dakikasında ilk golü Sovyetler Birliği adına Andrei Bal atacaktı. Golü atan oyuncunun adı gibi tam anlamıyla “bal”ına bir goldü ama dedem sanki Brezilya’yı bizzat yönetiyormuşçasına kendinden emindi. Bütün bir yıl Türkiye’de tuttuğu takımın golcüleri Ziya Doğan ve Ali Kemal Denizci’nin gol atmasına dua etmesi için babaannemi secdesiyle yan odaya yollayan dedem, bu kez de Socrates ve Zico’nun galibiyet golleri için rahmetliyi o odaya yolladı.
Maçın bitimine 25 dakika kala Socrates sanki bizim arka bahçede oynuyormuş gibi rahat bir şekilde iki Sovyet oyuncuyu pazara yollayıp Sovyet kalesine yolladığı füzeyle skoru eşitledi. 88’de Eder’in ceza alanı dışında sol ayağının dışıyla zamanın en iyi kalecisi Dasaev’in koruduğu kaleye attığı galibiyet golü ise o güne kadar eşine az rastlanmış bir futbol konçertosunun en güzel solosu oldu. 2-1 Brezilya’nın galibiyetiyle biten maçtan sonra Socrates, 1988’de Malatyaspor’a imza attıp kulübün İstanbul’da olmadığını öğrenince bir maç oynayıp kaçacak olan Eder’in golünü şöyle betimleyecekti:
“Bu vuruşu Dünya Kupası’nda yapmaya cesaret bile etmiş olması, bir yerden sonra sonucu boş vererek oynadığımız oyundan ne kadar büyük zevk aldığımızın canlı timsali. Eder sadece Dünya Kupası’nın değil belki de futbol tarihinin en seksi golünü attı.”
Biz o zaman bırakın seksin nasıl yapıldığını bilmek, bizleri leyleklerin getirdiğini sanan çocuklar olarak, dört gün sonra Brezilya’nın İskoçya ile oynayacağı maça kadar mahalledeki hiç bitmeyen dünya kupasında “Ben Zico olacağım, ben Socrates olacağım” diye kavga ederek oyalanmıştık. Neyse ki dört gün sonra 18 haziran günü dedem mahalledeki kardeş kavgasını ayırdı ve hepimizi köşkün salonunda toplayarak kaldığı yerden devam etti:
“Futbol bu işte… Dünyanın en güzel oyunu… 11 kişinin beraber yarattığı kolektif bir sanat eseri… 9 kişi birden hücum ediyor, sürekli ‘kafiyeli kısa paslar’ vererek gol arıyorlar. Top ayağına gelince her Brezilyalı oyuncu kalem yerine kramponla şiir yazan Yahya Kemal’e dönüşüyor. Hele Socrates! Brezilya’nın kaptanı oyunu sanki kendisi yazmış gibi okuyan bir maestro”
2010 yılında Brezilya, İskoçya’yı 4-1 yense, maçın skoru en fazla iddaa bülteninde altyazı olarak geçen son derece normal bir sonuç olarak algılanırdı. Ama 1982 model İskoçya belki de Ada ülkeleri futbol tarihinin en iyi milli takımlarından birisiydi. “Ölüm Grubu” niteliğindeki 6. grupta maçlar sona erdiğinde averajla elenecek olan Cesur Yürekler, 1982’de şimdiki gibi taç kazanınca gol atmış gibi sevinen, 90 dakika sadece yüreklerini sahaya koyarak şerefli beraberlikler koparmaya çalışan bir takımdan çok daha ötesiydi. 1982 elemelerinde son iki Dünya Kupası’nın finalisti Hollanda’yı eleyerek final biletini söke söke almışlar, Liverpool’un o zamanki Carragher-Gerrard-Torres’i olan Hansen-Souness-Dalglish üçlüsüyle altı yılda dört kez İngiltere Ligi, üç kez de Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonu olmuş bir takımın iskeletine sahiptiler. Ama o gün sahada tek şampiyon vardı: O da Zico’nun orkestra şefliğinde müthiş bir “güzel oyun” serenadı yapan Brezilya…
1967’de Celtic’i Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonluğuna taşıyarak Ada’ya kulüp takımları düzeyindeki ilk Avrupa şampiyonluğunu getiren Jock Stein yönetimindeki İskoçya maçın hemen başında David Narey ile öne geçti. Ancak 54 dakika içinde Brezilya’nın Zico, Oscar, Eder ve Falcao’yla bulduğu goller sonucu maç 4-1 gibi farklı bir skorla sona erecekti. Neticenin ihtişamı bir yana haticede tüm futbol dilencilerini de bir daha asla silinmeyecek bir aşkla kendisine bağlayan Zico ve arkadaşları tıpkı ilk top oynadıkları günkü gibi şenlerdi! Futbol topu Zico-Falcao-Socrates üçlüsünün ayaklarında adeta işsiz bir gencin sokakta bulduğu paltonun içinden çıkan sahipsiz bir pırlanta misaliydi.
Beş gün sonra yine aynı statta 1982 model Brezilya futbol senfonisi kaldığı yerden devam etti. Bu kez rakip Yeni Zelanda, netice ise yine 4-1’di. İki Zico, bir Falcao derken araya bir de kaleci Waldir Peres’le beraber pırlantanın en zayıf halkası olarak gösterilen Serginho’nun golü eklenecekti. Altı yıl sonra yolu Malatayaspor formasıyla Türkiye Ligi’ne düşen Serginho, dönemin Nobre’si olmasa da son anda Santana’nın banko santrforu Careca’nın hesapta olmayan sakatlığı sonucu ilk 11’de kendisine yer bulmuş aslında pek de forma giymesi beklenmeyen bir yedek oyuncuydu.
2 temmuz günü finale yükselme grubundaki Latin Amerika derbisinde Brezilya, Arjantin’i Zico, Junior ve yine Serginho’nun golleriyle 3-1’le geçerken, dört yıl sonra dünyanın en kudretli futbol sanatçısına dönüşecek olan Diego Maradona, topu neredeyse hiç kaptırmayan Zico ve arkadaşlarının karşısında sinirine de yenilip oyundan atılacaktı. Maç iki farkla bitse de tüm otoriteler bir konuda hem fikirdi:
“Serginho’nun yerine Careca olsa, Brezilya en az 5 gol daha atardı!”
Gerçekten de attığının en az beş katını kaçıran Serginho ve maç başına kalesinde tek tehlike yaşayıp onu da açılıştaki Sovyet golünde en kötü şekilde gördüğümüz gibi adeta “yumurtlayan” Waldir’in yerine Brezilya’nın üç gün sonraki rakibinin adeta yarısı olan İtalyan Rossi ve Zoff olsaydı, 1982 model Brezilya’nın bileğini tarihte hiçbir futbol takımı bükemezdi.
5 Temmuz 1982’de finale kalacak takımı belirleyecek maç, sadece benim günlerce ağlamama, hayat boyu da haticenin boşverilip neticenin hatırlanacağı acısını öğrenmeme sebep olmayacaktı. Küçük bir çocuğun gözlerinden bakınca o gün dünyada aslında güzelliğin değil, fırsatçılığın hüküm sürdüğünü ilk kez anlayacaktım. Brezilya – İtalya maçının oynandığı sabah Beşiktaş’taki altyapı devrimine tüm hızıyla devam eden Serpil Hamdi Tüzün’ü zaman bir kez daha haklı çıkardı:
“Futbolcuları ‘golcüler, kaleciler ve diğerleri’ diye ayırmalıyız”Biz o zamanki iki karışlık çocuk aklımızla tabii ki ayıramadık ama o günkü efsanevi maç, bu teorinin en acı pratik deneyimi olarak futbol tarihine geçti. İtalyan orta sahasının hepsini toplasanız teknik açıdan Zico ya da Socrates’in kramponunu çivisi bile etmezlerdi. Ama Serginho vurdukça 40 yaşındaki kaleci Zoff ısrarla kurtardı, kontrataklarda ise İtalya santrforu Rossi üç kez vurdu, Waldir Peres üçünü de tutamadı. Brezilya Socrates ve Falcao ile iki kez maçı beraberliğe getirse de ısrarla geri çekilmeyip 5-0 yenikmiş gibi hücum etmeye devam etti. Halbuki Brezilya’nın finale çıkması için Santana’nın takımına beraberlik bile yetiyordu ama Socrates ve arkadaşları başka türlü düşünüyordu:
“Oynadığımız oyundan o kadar zevk alıyorduk ki attığımız her golde Dünya Kupası’nı kazanmış gibi seviniyorduk.”
İşin aslı turnuva sonrasında felsefe doktorası yapacak olan Socrates ve arkadaşları için Dünya Kupası’nda birinci olmak Dünya şampiyonu olmakla eş anlamlı değildi. Onlar için gerçekten dünya şampiyonu olmak güzel oyunu oynayarak futbol aracılığıyla “güzel”in yanında olmaktı. 1982 yazında 18 yıllık askeri diktatörlük dönemi bitiminde Brezilya’da düzenlenecek ilk serbest seçimlerde halkı oy vermeye çağırmak için “15’inde oy ver!” tişörtleriyle poz veren Socrates ve arkadaşları o yıl reklam yerinde “Demokrasi” yazan Corinthians formasıyla Sao Paulo eyalet şampiyon olmuşlardı. Tarihe “Corinthians Demokrasi” hareketi olarak geçen bu futbol aracılığıyla devrim projesinin son aşaması 1982 model Brezilya oldu.
“1982’nin Zidane”ı olarak anılan kaptan Socrates turnuva bitiminde şampiyon olamamalarına rağmen kendilerini şampiyonlar gibi karşılayan taraftarlara şöyle diyecekti:
“Savunmacılara çalım atmak diktatörlere çalım atmaktan daha kolay… Siz zoru başaracak, Brezilya’ya demokrasi şampiyonluğunu getireceksiniz!”2010 yılında ise Brezilya’nın futbol delisi devlet başkanı Lula o güne ithafen
“Ülkemiz gerçekten de demokratik bir ülkeyse Brezilya halkı 1982 takımına çok şey borçlu”dedi ve futbolu futbolun ötesine taşıyan kramponlu sanatçılara tarihi bir teşekkür mesajı verdi.
Yeşil sahada ise İtalya 3. kez Dünya Kupası şampiyonu olarak, Brezilya’nın rekorunu egale ederken taktiksel açıdan futbol tarihi radikal bir biçimde değişti. 1990’da bizzat İtalya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda İtalya ve biraz da şampiyon Almanya hariç herkes 1982 model İtalya gibi oynadı. Tarihin en kötü Dünya Kupası’nda herkes bir nevi küçük İtalya kesildi ve maçların sonuçlarını penaltı atışlarının kumarvari yayvanlığı belirlerdi. O kupadan sonra FIFA yeni düzenlemelere giderek kaleciye geri pası kaldırdı ve sertliğe karşı önlemler almaya başladı. Aynı kurallar 5 temmuz 1982 günkü İtalya –Brezilya maçında skorun çok daha farklı olacağını, en azından Zico’nun gölgesine dahi tekme atan Gentile’nin maçın hemen başında oyundan atılacağını Brezilyalılar değil bizzat İtalyanlar itiraf ediyorlar. Öyle ya da böyle, 1982 model Brezilya o dönemde dünyanın her yerindeki çocuklarım gördüğü en güzel futbol rüyası olarak sonsuza kadar hatırlanacak, hayırla anılacak… “Socrates, Zico, Falcao” adları geçince, yine elimizi kalbimize götüreceğiz ve onları bize izletme şansını bahçettiği için tanrıya binlerce kez daha şükredeceğiz.
Gentile'den tekme yemeyen büyük topçu değildir diye bir tez vardı aklıma o geldi
YanıtlaSilçok leziz yazı olmuş.. eline sağlık.
YanıtlaSilnormalde darala geliyor, okuyamıyorum çok uzun yazıları ama, başlayınca bırakamadım adeta..
muhteşem..
YanıtlaSilabi beyaz tilki Ravanelli'yi yazsan ne güzel olur:)
1982 Brezilya'sindan sonra, guzel futbolun cikabildigi en yuksek yerler hep bir, bazen de iki cok iyi oyuncunun takimini sirtlamasi, takimdaki digerlerini daha iyi gostermesi seklinde olmustur. "Abi siir gibi oynuyorlar" yorumunu hak eden bu takimlara bakin, hep aslinda bir belki de iki oyuncu sayesinde bunu hak etmislerdir. Butun bu takimlarda, cogu zaman bu bir iki yetenegin yanina, senin yazinda bahsettigin 1982 Italya tipi oyuncular monte edilmistir. Uzun zamandir da zaten takim yoneticiligi, aslinda bu karisimi tutturabilmeyle alakali aslinda. Yoksa 1982 Brezilyasi gibi hem bireysel olarak hem de takim olarak "guzel" oynama gayreti ve becerisi bir takimda bir daha kendini bulamamistir. Bugunlerde cok konusulan Barselona'nin kadrosuna bu gozle baktiginizda bircok eksiklikler gorebilirsiniz. Ozellikle bu karsilastirmayi 1982 Brezilya kadrosuyla yaptiginiz zaman bu cok daha bariz bir sekilde goz onune gelecektir. Maalesef, bu modern bir olay, ve futbolun geldigi ve gelecegi noktalarda 1982 Brezilyasi gibi takimi hayal etme utopya olur. Onun icin yasanmis, ve seyredilmis (simdilerde teknoloji sayesinde, seyretmeyenlerinde seyredebilecegi konuma gelmis) guzel, ama bir o kadar da bizlerin zevklerini belirleyici birer hatira olarak gecmiste kalmislardir.
YanıtlaSiliyi oynamak sanattır ama bu sanatı yapmak içinde alt yapı gerekmekte birde beyin gücü bunlaruı birleştir inançla da yoğur maradona neymiş
YanıtlaSilTabiki altyapı ve beyin gücü ama bir okadarda para ve reklam şart
YanıtlaSilHarika bir yazı olmuş, tüm duygularımıza tercüman olmuşsunuz.Bütün aileler aynı mı düşünmüş? Tüm yurt Brezilya'lı olmuştu..Ancak 1986'nın Maradona'sını da estetik Futbolumuza dahil edelim 82 ruhunu yansıtan yegane futbolcu Maradona'dır..
YanıtlaSil