17 Nisan 2010 Cumartesi

DANİMARKA DİNAMİTİ 1986


DANİMARKA DİNAMİTİ

1986’da tarihinde ilk kez Dünya Kupası’na katılan Sepp Piontek’in Danimarkası, sadece katılmakla kalmadı. Daha ilk denemesinde tarihten asla silinmeyecek bir biçimde gönüllerin şampiyonu oldu…



Sepp Piontek, 1979 yılında henüz 39 yaşındayken iş görüşmesi için Danimarka Futbol Federasyonu’na adımını attığında, milli takımlar düzeyindeki tek deneyimi 1976–78 yılları arasında Haiti’yi çalıştırmaktan ibaretti. Kısa bir süre sonra anlaşacağı Danimarka ise milli takımlar düzeyinde Avrupa’nın Haiti’sinden farksızdı. Avrupa tarihinin en şanslı kurası sonucu kıtanın futbol cüceleri Lüksemburg, Malta ve Arnavutluk’u eleyerek finallere katılmaya hak kazandıkları Euro 1964’ü saymazsak, profesyonel futbolda başarı ve Danimarka Milli Takımı birbirine Jüpiter ve Uranüs kadar uzaklardı: 1971’e kadar sadece amatör lisanslı oyuncuların milli takım formasını giydiği Danimarka’da profesyonel lig ilk kez 1978’de kurulmuştu.

Piontek’in Danimarka’dan sonra bizim yöneticilerin olabilecek en amatör şekilde yönettiği profesyonel futbolumuzun başına geçmesi aslında hiç de tesadüf değil, aksine Piontek’in macera dolu kariyerinin kaçınılmaz sonucu. 1971-76 yılları arasında Werder Bremen ve F. Dusseldorf gibi takımları çalıştırdıktan sonra bir anda Haiti’de soluğu alan Alman hoca o 1980’li yıllarda Avrupa’nın en maceraperest, en Yılmaz Vuralvari teknik adamıydı. Diktatör Doc’un yönetimindeki Haiti’de kendine has teknik adamlık tarzıyla Uganda diktatörü Idi Amin’den Steaua Bükreş’in menajeri olan Çavuşesku’nun oğlu Nicolae’ye birçok futbol tutkunu yöneticiyi derinden etkileyen Piontek, Danimarka’dan önce son bir kulüp macerası yaşadı. Feyenoord, Rapid Wien, Köln, M’Gladbach gibi dönemin en kudretli takımlarından gelen teklifleri ısrarla reddeden nevi şahsına münhasır teknik adam “başka bir futbol”un temsilcisi St Pauli’yi çalıştırmayı tercih etti.


Yeni misyonu ise o federasyonda toplantıya geldiği gün binanın barında birini söndürürken diğerini yaktıkları sigaraları içerken federasyona sponsor olan Carlsberg biralarını yudumlayan oyunculardan kurulu bir milli takımla Avrupa’nın devlerine kafa tutmaktı. Alman hoca disiplinsizlikleri ve aşırı rahatlılarıyla ünlü Danimarkalılara planlarını açıkladığında “Bu oyunculardan hiçbir şey olmaz, asla disipline edilemezler. Eleme grubunda sonuncu olmayalım bize yeter de artar” cevabını alacaktı. Ancak o gün maceraperest Alman’a “deli” muamelesi yapanlar 7 yıl sonra yaşanacaklardan sonra Piontek’in İskandinavya Adası’na gelmiş geçmiş en büyük dâhi olduğunu söyleyecekler, onu yere göğe sığdıramayacaklardı.


Çok değil, iki yıl sonra Danimarka, Dünya Kupası elemelerinde finallerde şampiyon olacak İtalya’yı 3-1 devirerek catenaccio krallarına şampiyonluğa uzanan yoldaki tek mağlubiyetini yaşatacak, 1981’de oynadığı dokuz karşılaşmadan sekizinde sahadan galip olarak ayrılacaktı. Bir anda hiç kimse bu hızlı değişime bir anlam veremezken, Piontek hedef olarak önce Euro 84 sonra da 1986 Dünya Kupası finallerini gösterdi. İlk önce içinde tek bir televizyon ve telefonun bulunmadığı maç kamplarını düzenleyen Piontek’le ters düşen takımın “kaşarlar”ı tek tek kadrodan çıkarıldılar ve yerlerine Alman hocanın “yurt dışında oynama”larını şart koştuğu Michael Laudrup, Jesper Olsen, Soren Lerby, Frank Arnesen gibi genç yıldızlar monte edilmeye başlandı. “İsteyen sigara ve bira içmeye devam edebilir ama herkes günde 4 saat oksijen çadırına girerken onlar ekstradan 2 saat daha kalma şartıyla” diyen Piontek’in asıl radikal değişikliği ise taktikler bağlamında oldu. Görevi devraldığı teknik adam Kurt Nielsen, Danimarka futbol tarihini anlatan “Og Det Var Denmark” belgeselinde maç taktiğinde sorulduğunda, “Taktik olarak önemli olan gol atmak” diyordu! Piontek ise maçlardan önce oyuncularla 4 saatlik taktik toplantılar düzenlerken, Danimarkalılar’ın saha içinde Alman disiplinine uyamayacaklarını adı gibi bildiği için yeni bir sentez geliştirdi. Sadece Piontek jenerasyonunun değil Danimarka futbol tarihinin en büyük teknik harikası olan Michael Laudrup’un “Avrupa’nın Brezilya’ya cevabı” olarak nitelediği oyun tarzı tam anlamıyla 1974’ün Total Futbol’cu Hollanda’sıyla 1982’nin dripling cambazı Brezilya’nın bir senteziydi.

Piontek’in elindeki oyuncu malzemesiyle oynanabilecek en verimli futbol tarzı da şüphesiz buydu ki daha önce profesyonel futbolda esamisi bile okunmayan Danimarka Euro 84’e katılmakla kalmadı, Zico’lu Brezilya’nın 1982 Dünya Kupası’nda yarattığı etkiyi yaratarak 1984’ün en güzel kaybedeni oldu. Yarı finalde penaltılar sonucu İspanya’ya elenen Danimarka, Cruyff’un Hollanda’sından bile daha hızlı, daha hücumcu bir futbol sergilemiş, tüm estetik futbol romantiklerini ihya etmişti. Bunu başarırken de 1977’de Ballon d’Or ödülünü alıp 1983’te 3. sırayı alan Allan Simonsen’den henüz ilk maçta bacağı kırıldığı için mahrum kalmıştı. Avrupa futbol tarihinde Şampiyon Kulüpler, UEFA ve Kupa Galipleri kupaları finallerinde gol atmayı başarmış tek futbolcu olan “Danimarka futbolunun Cruyff’u” Simonsen, sakatlığını atlatsa da 1986’da aynı Simonsen’in yarısı bile olamayacaktı. Ama turnuvadan sonra Piontek, “Euro 84 sadece 1986 Dünya Kupası’nın antrenmanıydı” derken, 5 milyon nüfusluk bir ülkeyle dünyanın geri kalanına meydan okuyordu.


Euro 84’ün bitiminden üç ay sonra başlayan Dünya Kupası Avrupa elemelerinde Danimarka en zorlu grup olan 6. grupta SSCB, İrlanda Cumhuriyeti, Norveç ve İsviçre’yle eşleşti, 8 maçta 17 gole imza atarak grubu mutlak favori Lobanovsky’nin Sovyet Rusya’sı önünde lider tamamlayarak finallere katılma hakkını kazandı. Meksika’daki finallerde ise olabilecek en kötü kurayı çektiler: “Ölüm Grubu” olarak adlandırılan E grubunda Alex Ferguson yönetimindeki Souness’lı İskoçya, Beckenbauer yönetimindeki Matthaeus’lu Batı Almanya ve Zidane’ın idolü Francescoli’li Uruguay’la eşleşen Danimarka’ya hiç kimse 2. tur şansı vermezken 2000 yılından beri Danimarka Milli Takımı’nı çalıştıran 1986 kadrosunun kaptanı Morten Olsen başka türlü düşünüyordu: “Turnuvadan önce yaptığımız 8 saatlik genel taktik toplantısında tek tek tüm maçları taktik tahtasında oynamıştık. Almanları 2-0 yenecektik çünkü bizde onlarda olmayan bir şey vardı: Biz Danimarkalıydık ve tüm Danimarkalılar gibi yaptığımız işten zevk alıyorsak onu dünyada herkesten iyi yapabilirdik. Biz zevk alıyor, disiplinle özgürlüğü sentezliyorduk böylece hepimiz yeteneklerimizin %100’ünü sahada sergiliyorduk, rakiplerimiz ise aşırı disiplin yüzünden yeteneklerinin yarısını bile sahaya yansıtamıyorlardı. Sırrımız buydu! Tabii bir de 17-20 yaş aralığında Ajax’a gidip orada Cruyff’un tedrisatından geçen Soren Lerby, Jesper Olsen, Jan Molby ve Frank Arnesen gibi yıldızların takıma kazandırdığı bambaşka bir futbol kimyası vardı. Hayatının en büyük acısı 1974’te Almanya’ya yenilmek olan Cruyff’tan başta Almanların nasıl alt edileceği üzerine futbolun tüm sırlarını öğrenmişlerdi.”



“Euro 84 başlamadan önce gruptan çıkarsak tüm oyunculara sabah 5’e kadar içmeleri için izin vereceğimi söylemiştim. 1986’da da ‘prim sistemim’ benzerdi. Başka türlüsü de olamazdı çünkü Danimarka’da futbolun profesyonel olmasını sağlayan da bir bira üreticisi olan Carlsberg’di!” diyordu Piontek. Alman hoca, 1980’li yıllara damgasını vuran tamamen neticeye odaklı aşırı disiplinli futbol yerine oyuncuların sürekli soyunma odasında dinlediği Pink Floyd’dan ilham alarak bir takım kimyası kurmuştu: “Herkesi en çok zevk alacağı ve böylece verimli olacağı yerde çalışılmış bir doğaçlama kurgusunda görevlendirmek. Eser bitince de hep beraber o eserin tadını çıkarmak!” “Hep beraberlik” durumu kâğıt üstündeki bir klişe değildi. Danimarka’nın taraftarları da oyuncuları gibiydi. O yıllarda azılı İngiliz holiganlarının anti-tezi olan Danimarkalı “roliganlar”, maç bitiminde oyuncularla bir araya geliyor, tezahürat yapıyor, şarkılar söylüyor ve mutlaka iki tek atıyorlardı! 1984’te UNESCO Fair Play ödülüne layık görülen roliganlar tam anlamıyla Danimarka sosyal devlet kültürünün yansımasıydılar. İngilizlerden bile çok içmelerine rağmen asla olay çıkarmayan, kavgaya karışmayan, takımları yenik düşse de sürekli gülümseyen ve sadece takımlarını destekliyor olmaktan zevk alan roliganlar Meksika 1986’nın da yıldızı oldular.


4 Haziran 1986 günü Neza 86 Stadı’nda oynanan İskoçya – Danimarka karşılaşmasındaki atmosferi Meksikalı spiker şöyle anlatıyordu: “Beyler, bayanlar bu hem saha içinde hem de tribünlerde halka açık bir futbol fiestası var!” Gerçekten de 57. dakikada Elkjaer Preben Larsen’in golüyle Danimarka’nın kazandığı karşılaşma, en az Meksika’daki hava kadar sıcak ve güzeldi. 1984 yarı finalinde kaçırdığı temdit penaltısıyla İspanya’ya elenmelerine sebep olduktan sonra üzüntüden şortunu yırtan Elkjaer, tribünlerin en çok bağırlarına bastığı isim oldu. Hemen arkasında serbest oyun kurucu olarak oynayan o zamanların süper genç yeteneği Michael Laudrup’la muhteşem bir ikili olan Elkjaer, günde iki paket sigara içmesine rağmen müthiş bir hücum pres gücüne sahipti. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle tarihin ilk patlayıcı forvet örneklerinden birisiydi. Platini’nin üst üste iki kez Ballon d’Or’u kazandığı 1984 ve 1985’te 3. ve 2. sırayı alan Elkjaer, İskoçya maçından sonra da duşunu alır almaz soluğu roliganların sokak partisinde alacaktı. 1977-78’de Köln’le Bundesliga şampiyonluğu yaşayan çılgın forvet, “Cruyff dönüşü” olarak adlandırılan ani dönüş hareketini, Barbados Adası’nda yerli çocuklarla beraber top niyetine Hindistan ceviziyle oynarken daha da geliştirmiş, tarihindeki tek Serie A şampiyonluğunu kazandırdığı Verona’dayken kramponu ayağından çıkmasına rağmen dönemin en sağlam savunmasına sahip Juventus’un oyuncularını geçip efsanevi bir gole imza atmıştı.


Tabii ki Danimarka tek adamlık bir takım değildi. 1986’daki kadrosunda Danimarka şampiyonundan tek bir oyuncu dahi yer almayan kırmızı-beyazlılarda Almanya, İtalya, İngiltere, Belçika ve Hollanda şampiyonlarının en önemli yıldızları olan oyuncular forma giyiyordu. 1986 Dünya Kupası’nda Bronz Top Ödülü’nü kazanarak turnuvanın en iyi 3. oyuncusu seçilecek Elkjaer’in yanı sıra 1986 Danimarka’sının tüm kozları uzun yıllar Avrupa futboluna damgasını vuracak kalibrede yeteneklerdi. Elkjaer’in forvetteki partneri Michael Laudrup, Barcelona ve R. Madrid’in ikisininde de forma giyip her iki ezeli rakibin taraftarlarınca sevilmeyi başaracak, üst üste beş La Liga şampiyonluğu yaşayacak tek isimdi. Josep Guardiola’nın beraber oynadıkları dönemde “Dünyanın en iyi oyuncusu”, Raul’un ise “Beraber oynadığım en klas oyuncu” olarak nitelediği Laudrup’un yanı sıra şimdilerde Chelsea’nin futbol direktörü olan Frank Arnesen ile beraber iki oyun kurucuyla mücadele eden Danimarka’nın Zico-Socrates-Falcao üçlüsüyle aşık atacak Man Utd’lı Jesper Olsen, Bayern Münih’li Soren Lerby gibi dripling ustaları üzerine kurulu bir hücum planı vardı. 1986’dan sonra Arnesen – Lerby ikilisi yanlarına Ivan Nielsen’i de alarak PSV’de üç yıl üst üste Hollanda şampiyonluğu yaşarken Guus Hiddink efsanesinin doğuşuna da büyük katkıda bulundular.


8 Haziran 1986 günü, Danimarka yine Neza 86 Stadı’nda Dünya Kupası tarihinin en unutulmaz galibiyetlerinden birine imza attı. Elkjaer’in üç, Laudrup, Lerby ve Jesper Olsen’in birer golüyle Francescoli’li Uruguay’a tarihi bir hezimet yaşatan Piontek’in takımı, ikinci maç sonunda gruptan çıkmayı garantileyecekti. Başka bir takım aynı durumda olsa beş gün sonra Batı Almanya ile oynanacak maça yedekleriyle çıkar hatta maçı bilerek kaybeder ve ikinci turda İspanya yerine Fas’la eşleşmeyi bin kere tercih ederdi. Ancak tarihinde ilk kez Dünya Kupası’na katılan Danimarkalılar başka türlü düşünüyorlardı. “Almanya’yı yenmedikten sonra dünya şampiyonu olmanın ne önemi var ki?” diyen Piontek 7 yıl içinde hiçbir Danimarkalı’nın rüyasında bile göremeyeceği bir başarıya imza atarak Fransa, İtalya, İngiltere, SSCB ve Uruguay’dan sonra bir başka futbol devini, 1971’de amatörler düzeyinde oynanan bir karşılaşma hariç hiçbir zaman yenemedikleri Batı Almanya’yı 2-0’la devireceklerdi.


“Maçtan önce bir toplantı yaptık ve kaybetmekten hiç zevk almayacağımızı düşündüğümüz için her maçta olduğu gibi mutlak galibiyet parolasıyla sahaya çıktık.” diyor Jan Molby, “Piontek, ilk 11’den sadece sarı kartı olan Nielsen ve Bergreen’i oynatmamaya karar verdi. Sonuçta Almanya’yı Jesper Olsen ve Eriksen’in golleriyle 2-0’la devirdik ve grubu 9 gol atıp sadece bir gol yiyerek lider tamamladık. 2. turda Fas yerine İspanya ile eşleşmiş olmamız umurumuzda bile değildi. Sonuçta Almanya’yı yenmiştik ya, sabaha kadar taraftarlarla beraber içip şarkılar söyledik. Dünyanın en mutlu insanlarıydık, bundan da daha önemli hiçbir şey yoktu!”


İşin aslı o anda Meksika’da dünyanın en mutlu insanlarından olmayan bir Danimarkalı vardı:

Frank Arnesen, Almanya maçından önce bir telefondan acı bir haber almıştı: “Maalesef eşin çok hasta, büyük ihtimalle menenjit oldu”. Maç boyunca normaldekine göre aşırı gergin olan Arnesen Danimarka 2-0 öndeyken maçın bitimine iki dakika kala ikinci sarı karttan kırmızı kart gördü ve 2. tur maçında cezalı duruma düştü. Hiç kimse bu duruma bir anlam verememiş hatta Arnesen oyundan çıkarken Almanya yedek kulübesindeki Dieter Hoeness yanına gelip “Bunu neden yaptın ki?” diye sorunca hiçbir cevap alamamıştı.


18 Haziran günü La Corregidora Stadı’nda İspanya ile karşılaşan Danimarka, Arnesen’in yokluğuna rağmen ilk yarıda üstün olan taraftı hatta 33. dakikada Jesper Olsen’in penaltı golüyle öne de geçtiler. Ancak devrenin bitmesine 2 dakika kala aynı Jesper Olsen tarihin en meşhur hatalı geri paslarından birini verince, bir anda her şey tepetaklak olacaktı. Her zamanki gibi kendinden son derece emin bir şekilde pasını kalecisi Hogh’e vermeye çalışan Olsen’in ayağından çıkan top bir anda İspanyolların o dönemdeki Raul’u olan Butragueno’ya geldi ve skor 1-1 oldu!


Ya gerisi? Gerisi kelimenin tam anlamıyla çorap söküğü gibi geldi ve bir anda o yazın en güzel futbol rüyası tarihi bir kabusa dönüştü. İkinci devreye de haticede iyi başlayan taraf Danimarka’ydı ancak Elkjaer’in üst üste kaçırdığı iki fırsattan sonra Butragueno bir kontra topta İspanya’yı öne geçirdi. Maç bittiğinde skor İspanya lehine 5-1’di! Butragueno’nun 4 gol kaydettiği maç sonucunda Danimarka, 1954’teki Türkiye’den sonra üst üste oynanan iki maçta bu kadar farklı kazanıp sonrasında bu kadar farklı yenilen ilk takım oluverdi!

Birçok kişi bu durumu İskandinavların Meksika sıcağına adapte olamamalarına bağlarken o yazın en güzel kaybeden takımının mimarı
Piontek başka türlü düşünüyordu: “Tüm mesele asla değişmeyecek Danimarka mentalitesinden kaynaklandı. Almanya maçından sonra oyuncuların taraftarlardan hiçbir farkı kalmadı. Hepsi de ‘Şu ana kadar müthiş işler yaptık, bundan sonra hiçbir şey yapamasak da kimse bizi eleştiremez o yüzden keyfimize bakıp eğlenelim, tadını çıkaralım’ düşüncesine kapıldılar. Bu da çok normaldi çünkü onlar benim gibi Alman değillerdi!”


Sonra ne mi oldu? O yaz Danimarka’nın 2-0 yendiği Almanya finalde Maradona’nın Arjantin’ine rakip oldu ve şampiyonluğu kılpayı kaçırdı. Euro 88’de üç maçını da kaybeden ekip dağıldı gitti. Piontek Türkiye’ye gelirken, yardımcısı Richard Möller Nielsen yönetimindeki ekip Euro 92’de tarihin en sürpriz şampiyonu oldular. Jesper Olsen mi? Halen Danimarka parlamentosunda yanlış bir şey yapan devlet bakanı bile eleştirilirken “Jesper Olsen’lik yapma!” deniyor…

4 yorum:

  1. yazı mis gibi oldu. 15 gün çevirip, çevirip bir şeyler kaparız.bunlar kitap olup, beyin damarlarımıza nüfuz etmeli...

    YanıtlaSil
  2. En sevdiğim iki milli takımdır Danimarka ve Hollanda. Total Futbol esintilerini taşır Danimarka Dinamati.

    YanıtlaSil
  3. Sevgili Ali Ece ,

    Su ana kadar milli takimlar duzeyinde cok iyi takimlar gordum , hatta cok cok iyi takimlar da gordum . Ama 3 tane cok guzel ama cok guzel takim seyrettim . 74 hollanda (mac bitince hunugr hungur agladim) , 82 brezilya (nedense kaltz ve hrubesh'li almanyayi destekledim :) ve 84-86 Danimarka (ozellikle morten olsen , arnesen ve lerby !!!! ) .. futbolun guzel olmaya calisitigi donemdi .. simdi ise basarili olan Mourinho ve cirkin oyunu ile Inter...

    YanıtlaSil