“Hava döner kalpten eser, saplanır bulutlara, çünkü hayallerin kadar varsın bu zalim dünyada…”Fena şarkı sözü değil, ne dersiniz? Dinar Bandosu'nun ilk albümü "Saykodelikdeşik"te de yer alan bu sözleri efsanevi Fatsa belediye Başkanı Terzi Fikri’ye yazmıştım zamanında. Bizzat, hapishanedeki işkence günlerinde kendisini Afrikalı bir genç olarak hayal edip, futbol topunun peşinde kayıp hayallerine doğru nefes nefese koşan ve sonunda nefes darlığından ölen Fikri Sönmez’e…
Terzi Fikri’ye yazmamış olsa herhalde Marcel Desailly’ye yazardım bu sözleri… 15 yılda, insan hayatının tümüyle karşılaştırınca bir kelebeğin hayatı kadar kısa bir zaman diliminde bir futbolcunun yaşayabileceği –ve hayalini kurabileceği- tüm şampiyonlukları yaşamış ender oyunculardan birine… Gana’da, tenleri de kaderleri kadar kapkara Afrika’da milyonlarca gencecik insanın kurduğu rengarenk hayalleri gerçek hayatına dönüştürmüş yetim bir çocuğa…
2002 yılında Türkçe’ye çevrilen “Kaptan” adlı biyografisinde köklerinin bulanık sularında kaybolan ama sonunda kendini bulan, saha içindeki kişiliği ile saha dışındaki yaşamı bir bozuk paranın iki yüzü gibi olan Marcel’in yetimlikten, aynı takımda oynadığı herkesin “babalı”ğına dönüşümü futbol edebiyatının yüz akı bir eser: “Başka bir yaşamda adım Odenkey olabilirdi. Fransız olmayabilirdim ama şimdi ben mavi formalıların kaptanı, kolumda kaptanlık bandı, kalbimin üzerinde bir horoz.. Sanki Gana’da değil de Nice’te doğmuşum gibi…”
Zenginliğin su gibi saktığı, kimsenin çalışmadığı ama herkesin para saçtığı Nice’te değil, Nice’in tam tersi Gana’nın Akra’sında dünyaya gelir. 7 Eylül 1968 sabahı, Fransa’nın kendini aradığı o 10 sene gibi süren 68 yılında beyaz bir adamın zenci bir bebeği, Fransa için bir Afrikalı doğar. Adı klasik bir Fransız ismi, Türk isimlerinde Mustafa ya da Mehmet’e karşılık gelebilecek Marcel olur. Zaten nüfus cüzdanına göre babası da annesinin babası olacak yaşta beyaz bir Fransız’dır. Uzun zaman da babası olarak bu emekli diplomat Mösyö’yü bilir Marcel. Halbuki asıl babası, aşkın tadı kaçtığında annesini karnında küçük Marcel ve diğer kardeşleriyle yalnız bırakan siyahi bir Afrikalı’dır. Ruhu melez olsa da bedeni kapkaradır Marcel’in…
Ama Mösyö Desailly, Ganalı’dan çok Ganalı, Fransız’dan çok Fransız’dır tıpkı gerçek babasından çok daha fazla baba olduğu gibi: Hemen Nantes’a taşınılır, Akra her türlü sosyo-ekonomik çalkantı ile bulanmış, insanların büyük çoğunluğunun insanlık dışı şartlarda çoğu zaman yokluktan öldüğü, sadece kaçılabilinecek bir yerdir. Evde daha çok Ganaca ve İngilizce konuşulsa da Fransızlar’dan daha çok Fransız olunur: Marcel Desailly, şöyle özetler o günleri:
“Biz de diğerleri gibi sanki buzdan kulübelerinde yaşayan Eskimolar gibi sokağa mümkün olduğunca az çıkar, hemen evlerimize dönerdik”Fransa’da Fransız gibi yaşasa da Desailly ailesi kökleri gibi Afrikalı’dır: Marcel’in annesi ile arasındaki yaş farkının yanı sıra, emeklilik döneminde diplomatlık dönemine göre çektiği yoksunluk Mösyö’yü derin bir çöküntünün içine sokar. Ama kendisini hiç düşünmez, varsa yoksa çocuklar düşünülür. Siyah anne, emekli bir diplomatın eşidir ama herhalde o sıralarda dünyada başkalarının evlerine gündeliğe giden tek emekli diplomat eşidir. Ama çocukların diğer çocuklardan ten renkleri hariç hiçbir farkı yoktur: Bretagne kıyılarına gidilir, denize girilir, istakoz yenir, okula gidilir. Mösyö her ne kadar daha fazlasını yapamadığı için her geçen gün biraz daha kendini yiyip bitirse de başta küçük Marcel olmak üzere çocuklardan hepsinin keyifleri yerindedir. Ama Mösyö eldeki avuçtaki bitince, onların daha zor duruma düşmesinden korktuğu için her ne kadar fazla hazzetmese de büyük kardeş Seth ve küçük kardeş Marcel’in futbol okuluna yazılmalarına razı olur.
Marcel’in ilk antrenörü kolejden resim hocası Mösyö Ridel’dir. İçindeki çocuk hiç büyümeyen ve her özgür olduğunda topun peşinden kendisi ile beraber öğrencilerini de sürükleyen Mösyö Ridel sayesinde Marcel bir top delisi olur çıkar: Procé Park adlı hentbol sahasında maçın skoru tutulmadan yorgunluktan bayılıncaya kadar hiç durmadan oynanır.
Ama FC Nantes okulu adı üstünde bir “okul”dur ve asla Procé Park’ta oynanan oyunla aynı şey değildir: Kurallar, koşu idmanları, kültür-fizik… Marcel orayı da sever ama futbol tek aşkı değildir daha… Aklında hala tenis vardır. Belki de tenis hocası fazla sert birisi olmasa bugün Marcel Desailly ismi Boris Becker’lerin, Ivan Lendl’ların yanında olurdu, kim bilir?
Yine de hayatta örnek aldığı kişi, rol modeli abisi Seth gibi olmak ister Marcel. Nantes’ın hatta 1. ligin en önemli yıldızlarından Seth Adonkor, kendisinden 8 yaş büyük yarım kardeşi… Seth için Marcel biraz da annesinin son “vukuat”ından sonunda onun başına kalan bir derttir. Son model arabasında, son model mankenlerle takılmak yerine ufaklığı çalıştırmak zorunda olması başlı başına bir can sıkıntısıdır. Onun gibi saçlarını Bob Marley modeli yapar ama Marcel daha o yaşlarda hava toplarının tek hakimi bir savunmacı olduğundan her vuruşta saçları bozulur. Belki de o gün Seth olamayacağını daha iyi anlar Marcel. Ertesi gün Seth, Fransa’nın en büyük yıldızı Platini’ye sahayı dar eder, tüm stat “Adonkor, Adonkor, Adonkor” diye inlerken Marcel ayağa kalkıp “O benim kardeşim” diye haykırmak ister. Ama soyadları bile farklıdır zaten, haykırsa da kimse inanmaz zaten. Yolları da soyadları gibi apayrıdır. Seth, yıldızların şov maçına götürmez ufaklığı, ufaklık bagaja saklanır; bagajdan Marcel çıkınca Seth tokadı basar…
Önce top toplayıcılık, sonra altyapıda sürekli yükselme… Seth’in dünyası, her şeye rağmen Marcel’i daha da fazla futbola iter. Sonunda kolejde “Ne olmak istiyorsunuz?” anketinde “Ya futbolcu ya da pastacı” yazar. Baba Mösyö Desailly ise oğlu yükseldikçe futbolcu olmasını daha da az ister. Ama artık ok yaydan çıkmıştır.
Ama her şey o kadar da güzel değildir. Önce Mösyö rahmetli olur. Daha 14 yaşındayken hastane bekçisi Marcel’e “Mösyö Desailly” diye hitap eder. Dünyada kalan son “Mösyö Desailly” de ondan başkası değildir. Birkaç hafta hastanenin önünde bisikletiyle geçip binanın bacasından tüten dumanları seyredip “İşte orada, gökyüzüne uçuyor” der kendi kendine…
Daha da kötüsü, alkol ve aşırı hızın birbirine karıştığı “yıldızlar”a yaraşan bir kaza da Seth’i de kaybeder. Ne Nantes kulübü, ne Seth’in en yakın arkadaşı olarak gözüken siyahi Afrikalılar, kimse yardım bile etmez anne ve kardeşe. O gece Seth’in ölümünü Afrika usulü eğlenceli bir şekilde “kutlayan” Afrikalılar’dan da, oraya gelme bile zahmetine katlanmayan Seth’in takım arkadaşlarından da tiksinir küçük Marcel: “Bu mu harika futbol dünyası Seth?” diye haykırır. Ve sanki bir gecede 10 yaş birden büyür.
Bu iki ani ölümle, film hızlanır. İlk profesyonel maçında, Dünya Kupası’ndan dönen Jean Tigana’ya öyle bir müdahale yapar ki Tigana döner ve “Tamam çocuk, çok iyisin ama ben de Tigana’yım, biraz yavaş” diye bağırır. “Çocuk” sanılandan da iyidir. Havadan asla geçit vermez, fiziğine rağmen yerden hızlı, kendinden fazlasıyla emindir; sadece savunmacı değil, pasları gayet düzgün, topu fazla ayağında tutmadan oyunu okuduğu gibi kurabilen hem orta saha hem de savunmacı olarak meşhur Nantes akademisinin en verimli meyvalarından birisi…
18 yaşında 18 bin Frank maaş, “Petrol kralıydım” der daha sonra olacaklardan habersiz… Procé Park’ın orada bir daire alır, annesi sadece kendi evinde gündelik yapar, tüm kardeşleri de eline bakar… Ama Marcel’i motive eden bambaşka bir şeydir: O hem Seth, hem de Mösyö Desailly’nin bir karışımıdır. Yetenekli ama çalışkan, arzulu ama disiplinli…
Gana’ya bile gidilir, gerçek baba ile tanışılır ama asla “baba” olarak benimsenmez. Bunca yıl sonra ortaya çıkan “baba”nın tek isteği “oğlu”nun kendisine yardım etmesidir. İstemez ama eder. Bir an önce Fransa’ya dönmelidir. Artık Nantes’ın genç yıldızlığından önce Marsilya’ya oradan da Milli Takım’a terfi edilmiştir.
Marcel Desailly’nin Marsilya macerası aslında onun gerçek anlamda “profesyonel futbol” ile tanışmasıdır: Karanlık, entrikacı bir başkan; sürekli değişen teknik direktörler ve her türlü dedikodu… Marsilya söz konusu olunca futbol sadece futbol, başkan da sadece başkan değildir: Maçlardan önce, maçların devre arasında, maçların sonunda, antrenman sahasında sürekli “ora”dadır başkan. Bazen elinde ne idüğü belirsiz haplar (zararsız olduğunu kanıtlamak için tüm oyuncuların önünde kendisi de içer), savrulan tehditler, çoğu zaman oyuncuların parasını ödemek için karısının 16. yüzyıldan kalma tablolarını sattığını anlatan, kalp krizi geçirme taklitleri yapan, kendini yerden yere atan, her şekilde nasıl olursa olsun başarı isteyen garip bir adam. Oyuncuların adını bile bilmez, çoğu zaman onlardan “o şey” diye bahseder. Kendisine karşı gelen herkesi kovar, bitirir… Ona göre hakemler, Paris’teki futbolu yönetenler herkes ama herkes “mazlum” Marsilya’sının karşısındadır.
Ne şekilde olursa olsun bir şekilde en büyük başarılar gelir: Fransa şampiyonlukları, 1992’de Şampiyonlar Ligi Finali, 1993’te Milan’a karşı Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu… Aslında hepsi de tufandan önceki sessizliktir. Neyse ki Marcel her geçen gün daha da iyi oynar. Öyle ki artık Milan kendisinin peşindedir. 1993’te Marsilya’nın açıkça şike yaptığı ispatlandığı için lig şampiyonlukları sayılmaz ve küme düşürülür. Ama zaten Marcel çoktan en üst kümeye, 90’ların ilk yarsının tartışmasız en büyüğü Milan’a kadar çıkmıştır.
Şimdilerde Marsilya başkanı olan o zaman Desailly’nin menejeri Pape Diouf önce Milanlı yöneticilere “Çok teşekkürler bizi bu güzel şehre özel uçağınızla getirdiniz, ağırladınız ancak bu dediğiniz rakama kargalar bile güler. Marcel Desailly bu!” Kargaların güleceği rakam, Marcel’in Marsilya’da aldığının neredeyse 2 katıdır. O an Marcel, Pape Diouf’u öldürmeyi bile düşünür. Ama İtalya’da transferin kapanmasına sadece 20 dakika vardır. Milanlı yöneticiler 5 dakika sonra geri dönerler ve ilk tekliflerinin yaklaşık 2 katı bir ücrete imzalar atılır.
Artık Capello’nun has adamı “Marcello”dur o. Önliberoda, Baresi ve Costacurta’nın önünden topu süpürüp Saviçeviç’e aktarmaktır tüm yapacağı. Bununla kalmaz tabii Marcello. 1994 finalinde bu kez Milan formasıyla asrın takımı olarak gösterilen Barcelona’yı 4-1 ile ezip geçtiklerinde sahanın asıl yıldızıdır. 2 yıl üst üste hem de ayrı takımların forması ile Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan ilk oyuncu olur. İlerleyen yıllarda işler biraz sarpa sarsa da, Milan Milan’dır, Marcello da Marcello… Şampiyonluklar, Berlusconi ile özel yemekler, Sacchi’nin gelmesi ile asıl yeri olan savunmanın ortasına geri dönüş derken 90’lı yıllarda dünyanın en ünlü savunma oyuncusu olmuştur Marcel Desailly.
Ama asıl Desailly efsanesi Fransa forması ile yeniden yazılır. Houllier’li, Cantona’lı, Ginola’lı çalkantılı yıllardan sonra Aimé Jacquet ile yeniden “takım”laşan Fransa’nın belkemiğidir Desailly… Önce 98 Dünya Kupası’nda neredeyse santrforsuz oynayarak kendilerinden çok daha iyi birçok takımı eleyerek Dünya Şampiyonu olunacaktır. Tabii ki Zidane vardır sahada ama Zidane Bordeaux’da da, Juve’de de vardır. Fransa’da ise adeta Marcel ve yakın dostu Deschamps’ın sahadaki futbol kişiliklerinde vücut bulan tam anlamıyla bir takım vardır. Euro 2000’de kral yine Fransa olur. Kısıtlı hücum silahlarına rağmen, 90 dakika tam saha pres yapan, takım haline hücuma kalkıp, takım halinde savunmaya çekilen geminin 2. kaptanı Marcel’dir. Kadim dostu Deschamps Milli Takımı bırakınca 1. kaptanlığa terfi edecektir. Thuram tarafından kırılana kadar 116 maçla en fazla Fransa Milli Takımı’nda oynama rekoru onun olacak, Milli Takımı bıraktıktan sonra ise bıraktığı boşluk asla doldurulamayacaktır.
Milan’dan sonra yetmezmiş gibi bir de İngiltere Ligi’nin yolunu tutan “Kaptan”, önce Ada’daki aşırı hızlı futbola alışamaz. Ama 6 ay sonra Chelsea’nin “kayası”na dönüşüverir. Tıpkı “babası” olarak gördüğü Mösyö Desailly gibi bir su gibidir ve girdiği şişenin şeklini alır, bir gün buharlaşıp gökyüzüne karışıp tekrar yağacağı günü bekleyen, sadece hayallerinin peşinde koşan tüm insanlar gibi… İngiltere Ligi’nde sıradan bir takımlıktan büyük takım hüviyetine terfi eden Chelsea’nin bu dönüşüm sürecinde Marcel Desailly’nin oynadığı rol yadsınamaz. Zaten halen Chelsea taraftarlarının kalbinde bambaşka bir yeri vardır. Sadece şimdiki kaptan Terry’yi yetiştirmesi bile Desailly’nin futbola katkısını en güzel özetleyen örneklerden birisidir.
Profesyonel futbolcu olarak son yıllarını Katar’da geçiren “Kaptan” bugünlerde kökleri ile hüzünlü hesaplaşmasına kaldığı yerden devam etmeye hazırlanıyor. Çok yakın bir zamanda Gana’nın başına teknik direktör olarak geçecek. Bugüne kadar hiç yanlışı olmadı. Stoichkov kendisine en iğrenç ırkçı hakaretlerde bulunduğunda bile olması gereken bir profesyonel gibi davrandı ve hepimize harika dersler verdi. Profesyonelliği sadece parasını almaktan ibaret zanneden birçok genç Türk futbolcusu için Marcel Desailly çok büyük bir ders niteliğinedir. Gana’da doğan, sonra Fransa’da, İtalya’da, İngiltere’de girdiği şişelerin şeklini alan ama hep kendisi olarak kalan bu futbol seli, en yakın zamanda yine kaldığı yerden yağmaya devam edecektir. Keşke herkes senin gibi olsa Marcel!
abi bunları "f" için yazıyordun değil mi? mustafa denizli'yi falan okuduğumu hatırlıyorum.
YanıtlaSilnedense Zvonomir Boban la fazlaca özdeşleştirmişim Desailly'i. Ne Fransa, ne Chelsea günleri, akla kazıyan Milan olmuş bence Desailly'i.
YanıtlaSilAbi gene döktürmüşsün süper bir yazı olmuş ellerine sağlık.
YanıtlaSilDesailly'yi Milan günlerinde izlemek nasip olmadı ama Chelsea günlerinde kendisine hayrandım.
Gerçekten tam bir profesyonel.
Bu arada abisinin ünlü bir futbolcu olduğunuda öğrenmiş olduk.
@aliece
YanıtlaSilÇok sağolasın Desailly postu için. Bir Milan aşığı olarak eski günleri yad ettim. Her ne kadar post için biraz emrivaki yapmış olsam da :)yine döktürmüşsün. Bu arada Marsilya o adamdan yıllar geçti hala kurtulamadı. Ne pis bir adammış ya bu Pape
Yine harika. Bir kulüp oyuncusuna kaptanlığı vermeden önce, bir oyuncuda kaptanlık bandını taktıktan sonra hemen 'KAPTAN' ı okumalıdır ki kulüp doğru kişiyi seçsin, oyuncu da o şerefe layık olabilsin.
YanıtlaSilBu film seansı da hairkaydı.. Her post ayrı bir roman tadında..Redondo'yu sabırsızlıkla bekliyorum:))
YanıtlaSilpeki o zaman Redondo'yu koyalım F dergiye yazdığım eski yazılarımdan
YanıtlaSilhazır f dergi arşivine dalmışken ryan giggs yazısını da burda görmek isteriz, üstad kariyerinin son demlerinde hala oha derecesinde maçlar çıkarırken..
YanıtlaSil"best'ten bile iyi"
saygılar..
yazıyı 2. kez okudum. nefis bir yazı olmuş.
YanıtlaSil"kaptan" çok özel bir oyucuydu gerçekten... Yaşım itibariyle Milan günlerini izleyememiş olmak büyük şanssızlık.
Ellerine sağlık Ali abi...
arladaşlar yıllardır bu kitabı arıyorum fakat basılmadığı için ulaşamıyorum lütfen kütüphanelrinde bulunan arkadaşlar bana ulaşabilirmi belirli bir ücret karşılığında satın almak istiyorumm çok acil bana esr.esn@hotmail.com adresinden ulaşabilirsinizzz..şimdiden teşekkür ederimmm
YanıtlaSilarladaşlar yıllardır bu kitabı arıyorum fakat basılmadığı için ulaşamıyorum lütfen kütüphanelrinde bulunan arkadaşlar bana ulaşabilirmi belirli bir ücret karşılığında satın almak istiyorumm çok acil bana esr.esn@hotmail.com adresinden ulaşabilirsinizzz..şimdiden teşekkür ederimmm
YanıtlaSilarladaşlar yıllardır bu kitabı arıyorum fakat basılmadığı için ulaşamıyorum lütfen kütüphanelrinde bulunan arkadaşlar bana ulaşabilirmi belirli bir ücret karşılığında satın almak istiyorumm çok acil bana esr.esn@hotmail.com adresinden ulaşabilirsinizzz..şimdiden teşekkür ederimmm
YanıtlaSilarladaşlar yıllardır bu kitabı arıyorum fakat basılmadığı için ulaşamıyorum lütfen kütüphanelrinde bulunan arkadaşlar bana ulaşabilirmi belirli bir ücret karşılığında satın almak istiyorumm çok acil bana esr.esn@hotmail.com adresinden ulaşabilirsinizzz..şimdiden teşekkür ederimmm
YanıtlaSil