25 Aralık 2009 Cuma
Son 10 Yılın En İyi Beşiktaş 11'i üzerinden son 10 yılın siyah-beyaz bilançosu
Kaleci: Cordoba
Ara sıra garip hatalar yapsa da mükemmele yakın kaleciydi. 100. yıl şampiyonluğu kadar 101. yıldaki Chelsea zaferinde Sergen'e yaptığı asistle ömür boyu unutulmayacak bir kaleci. Modern futbolun gerektirdiği kalecinin oyun kurması ve oyunun aktif parçası olması konusunda Taffarel ile beraber Türkiye Ligi'ne damgasını vurdu.
Sağ bek: Zago
Aslında stoper olduğunu ben de biliyorum ama hem 2000'li yıllarda Beşiktaş'ın sağ bekleri hep stoperden bozmaydı (Mustafa Doğan, İbrahim Toraman) hem de Roma'da sağ bek oynamışlığı vardır. Sadece kesiciliğiyle değil baskı altındayken savunmayı rahatlatan top taşıyıcı özelliğiyle de takımın en önemli kozlarındandı.
Sol Bek: Münch
Nouma'nın ilk sezonunda yaptığı asistler, Rıza Çalımbay'dan beri en lezzetli muz ortalar. Alman oyuncu gittiğinden beri İbrahim Üzülmez'in insan üstü emeklerine rağmen Beşiktaş'ın sol kanadı bir yerden sonra hep güdük kaldı.
Stoper: Ferrari
Transfer hatalarıyla dolu Demirören yönetiminin Ernst'le beraber en doğru transferi. Tepeden tırnağa kaliteli bir İtalyan defansif orta saha sanatçıcı.
Stoper/libero: Ronaldo
Gökhan Keskin'den beri Beşiktaş savunmasına gelen en teknik savunmacı. Çok hızlı olmasa da üstün oyun zekası ve oyun kuruculuğuyla Beşiktaş'a çok şey kattı. Attığı sürpriz goller de cabası.
Orta Saha: Ernst
Şu anda Beşiktaş formasını giyen en komple futbolcu: Profesyonellik abidesi, 40 yıllık Beşiktaşlı gibi savaşçı ve fedakar... Bir o kadar da usta!
Orta Saha: Giunti
Önlibero mevkisinin fizik gücü ve top kesici özellikleri yanı sıra oyun zekası ve yönlendiricilik de gerektirdiğini en güzel kanıtlayan isimlerden. 100. yıl şampiyonluğunun gizli kahramanı.
Orta Saha: Karhan
Scala - Daum arasındaki sancılı geçiş döneminde güme giden örnek bir görev adamı. Harika bir takım oyuncusuydu. Birden fazla mevkide aynı başarıyla oynasa da orta sahanın ortasında hala büyük bir usta. Özleyenler Bundesliga'da Mainz formasıyla ya da bu yaz Slovakya formasıyla Güney Afrika'da izleyip hasret giderebilirler.
Forvet arkası 10 numara: Sergen
Disiplinsizlik timsali olsa da her şeye rağmen Yusuf Tunaoğlu'yla beraber Beşiktaş tarihine gelen en teknik ve en izlenilesi oyuncu. İstediği zaman Mattheus'a bacak arası atacak, Roman Abramovich'in Chelsea'sini tek başına dize getirecek kadar kudretli yeteneklerle donanmış bir futbol bienali.
Santrfor: İlhan Mansız
Halen yeri dolmadı. Stil, estetik, savaşçı ruh, üst düzey takım arkadaşlığı ruhunun sahaya yansıyan sureti... Attığı gollerin, Tsubasa'ya kramponunu ters giydiren hareketlerin ötesinde zor günler geçiren kaleci Fevzi'ye destek olmak için formasının altına onun formasını giymesi ve gol atınca herkese göstermesi başlı başına bir futbol efsanesi
Santrfor: Pascal Nouma
Efsanevi kişiliği ve sansasyonel hareketleri bir yana Beşiktaş formasını giyen en patlayıcı forvet oyuncusu. Dinamo Kiev'e attığı gol aslında ne kadar yetenekli bir forvet olduğunun en canlı kanıtıydı. Taraftar onu yeteneğinin ötesinde bir takım ruhu taşıdığı için bu kadar çok sevdi.
BEST OF BEŞİKTAŞ 2000'LER ÜZERİNDEN TESPİTLER:
1- Beşiktaş bir daha 100. ve 101. yılın ilk yarısındaki kadro kalitesini yakalayamadı. 90'ların efsane oyuncularından Recep Çetin de "Biz o zamanki halimizle 2009 şampiyonu takıma fark atarız, sadece 100. yıl takımı bizle boy ölçüşebilir" demesi de bu tezimi güçlendiriyor sanki.
2- Son 10 yılda Beşiktaş forvet hattına İlhan Mansız haricinde Metin-Ali-Feyyaz kalibresinde yerli bir yıldız golcü gelmedi. İlhan da zamanından çok önce kendini harcadı ya da harcattı bunun da sebebi Metin-Ali-Feyyaz'ın profesyonel futbol mentalitesinde olmamasıydı. Ahmet Dursun belki İlhan kadar yetenekli değildi ama en çok da bu mental sorunlarından kaybetti...
3- Daha da kötüsü son 10 yılda Beşiktaş formasını giyen Türk oyunculardan çok azı takımı taşıyacak, oyunun kaderini belirleyecek oyunculardı. Bunun da ana sebebinin 2000'den itibaren kulübün altyapısının çökmesi olduğunu düşünüyorum. Son Sergen Yalçın olayları da yönetimsel bazda altyapıya zerre kadar önem verilmediğini gösteriyor. Özellikle Sinan Vardar'ın yönetimden ayrılmasından sonra altyapı tamamen kaderine terk edilmiş gibi. Beşiktaş'ın altyapı patronu Mehmet Ekşi'nin 3. kademede mücadele eden Sarıyer'in başına geçmek için görevinden ayrılması da bunun en önemli somut göstergesi.
4- Beşiktaş son 10 yılda maalese sadece altyapıdan değil üstyapıdan da yerli oyuncular konusunda kaybetti. Lucescu, İbrahim Altınsay, Erdil Arpacı üçlüsünün beraber çalıştığı dönem hariç genellikle yerli oyuncu transferinde baltayı taşa vurduk.
Özellikle Süleyman Seba ve çocuklarına bıraktığı kadar miras payını Beşiktaş'a bırakan Şevket Belgin'in çay kaşığıyla biriktirdiği paralar, Serdar Bilgili göreve gelir gelmez çorba kepçesiyle harcandı. 2000 yılında Beşiktaş'ın ilk aldığı yerli oyuncuları şöyle bir hatırlatıyım, durumun vahameti daha net ortaya çıksın: Antalyaspor'dan Fazlı Ulusal, Ümit Bozkurt (saha dışında harika bir insandır ama futbol yeteneği asla Beşiktaş klasında değildir) ve taraftara kafa attıktan sonra yollanan Erman.
5- Scala ile başlayıp Daum ile devam edilen 2000-01 sezonundan sonra Bilgili yönetimi maalesef yabancı oyuncuların da kalitesini düşürecek transferler yaptı. Şu anda hala Mainz ve Slovakya Milli Takımı'nda başarıyla forma giyen, orta sahada liderlik özellikleri fazlasıyla gelişmiş Miroslav Karhan ve takımın asist kralı sol kanat oyuncusu Markus Münch'ü yollamak büyük hataydı. Özellikle Karhan uzun vadede Beşiktaş'ın orta sahasını istikrarlı bir şekilde sırtında taşıyacak bir isimdi. Beşiktaş'tan sonra uzun yıllar Wolfsburg'da parmak ısırtan bir performans sergiledi. Münch'ten sonra ise bu sezon İsmail Köybaşı gelene kadar İbrahim Üzülmez'in sol kanatta tek bir alternatifi dahi olmadı. 2000 yazındaki efsanevi Barcelona zaferini hatırlayalım: Üzülmez ve Münch solda harika bir ikili olarak birbirlerini tamamlıyorlardı. Münch hücumda mükemmel ortalar yaparken Üzülmez de takım savunmasına müyhiş bir katkı yapıyordu.
6- 2000'den itibaren Beşiktaş savunmasına hiç takımı taşıyabilecek kalibrede yerli bir savunma oyuncusu gelmedi. Barça maçında Scala yönetiminde 3-5-2 oynayan Beşiktaş'ta Üzülmez sol iç, Münch ise sol kanat beki pozisyonundaydı.
Aslında o kadroda tek eksik iyi bir savunma hattıydı. Leeds hezimeti Beşiktaş tarihinin en kötü savunma hattına denk geldi. Daha sonra Ronaldo'nun gelişiyle savunma hattı toparlanmaya başlasa da savunmanın özellikle sağ kanadı çok zayıf kaldı. Aslında 90'ların ikinci yarısında yıldızı parlayan altyapı mahsulü Salih uzun yıllar Beşiktaş'ı sağda ihya edebilecek yetenekte bir oyuncuydu ama halen muamma olan bir sebepten dolayı çok erken yaşta soldu gitti!
Sadece 100. yılda aslında bir forvet olan Kaan Dobrovski'nin Luce tarafından sağ kanat bekine kaydırılmasıyla oraya geçici bir çözüm bulundu. 101. yıla Luce bu soruna radikal bir çözüm üretti ve Okan Koç'u transfer etti. Yetenekleri açısından Beşiktaş kalitesinde olan ama mentalitesi ve davranış bozukluklarıyla profesyonel futbol dünyasının üst tabakasında yeri olmayan Okan Koç, 2000'lerin en büyük hayal kırıklıklarından birisi oldu.
Bu sezon Mustafa Denizli'nin sağ kanada 3 oyuncu birden transfer etmesi de uzun vadede sürekli Beşiktaş'ın karşısına çıkan bu sorunu kökünden halletme çabası. İbrahim Kaş, son yıllarda altyapıdan çıkan en kaliteli savunma oyuncusu ancak asıl mevkisi stoper. Rıdvan ise çok yetenekli, hızlı ve modern futbola uygun bir isim, inşallah en yakın zamanda sakatlığını atlatıp kendisine çeki düzen vererek yetenekleri ölçüsünde bir performans sergiler. Erhan Güven ise iyi bir yedek ama şimdiye kadar sergilediği performansla daha fazlası değil maalesef.
7- Son 10 yılın en iyi 11'inin orta sahası biraz defansif ağırlıklı, orası kesin. Bu 11 klasik anlamda açık oyuncusu olmayan bir takım. Çünkü maalesef Metin Tekin'den Holosko'ya kadar Beşiktaş'ın iyi bir sağ açığı olmadığı gibi, çok parlak sol açıkları da olmadı. (aslında Tümer Metin'den harika bir sol açık olurdu ama 10 numara olmaya endekslenmiş egosu buna izin vermedi) Zaten bir ara Bayram Bektaş ve Murat Alaçayır kanatların kurtarıcısı olarak transfer edilmişti, daha ne olsun?
8- Ne olursa olsun burada yer alan 11 oyuncu Beşiktaş'a büyük katkılar sağladılar ve asla unutulmayacaklar. Eğer Şifo Mehmet'i 2000'lerin takımına koymadıysam bunun ana sebebi Şifo'nun 90'ların en büyük yıldızlarından olması ve 2000'lerde çok kısa oynayıp eski performansından uzak bir görüntü çizmiş olması. Yoksa büyük usta Şifo Mehmet'in başımın üstünde yeri var.
9- Beşiktaş ne yapıp yapıp altyapısını yeniden organize etmeli. Gerekirse bunun için 80'ler ve 90'larda Beşiktaş'ın en büyük gücü olan altyapı devrimini yapan Serpil Hamdi Tüzün hocadan danışman olarak faydalanılmalı.
10- Yönetim mi? Boşverin hiç konuyu açmayayım da mutlu bir yıla girin!
22 Aralık 2009 Salı
BARCELONA 2009: TARİHİN EN GÜZEL TAKIMI?
Tarihi bir altıda altıya imza atan Barcelona, hem istatistik hem de estetik açısından 2009’un açık ara en başarılı takımı oldu. Cruyff’un bıraktığı futbol mirasından yola çıkıp eski talebesi Guardiola yönetiminde modern zamanlarda tüm rekorları alt üst eden Katalanya futbol ordusu, kimilerince sadece bu sezonun değil futbol tarihinin en güzel takımı olarak değerlendiriliyor.
Bu satırlar yazılmadan 66 yıl önce… 1943 İspanya Kral Kupası yarı finali… İlk maçta Barcelona, 66 yıl sonraki Rüya Takım’ın öncüsü olarak fahri Barselonalı Pablo Picasso’nun fırçasından çıkmışçasına bir futbol resitali sergiliyor. Sonuç Barça: 3 – Real Madrid: 0. Ertesi gün ise İspanya diktatörü Franco’nun devlet güvenliği direktörü, Barcelona takımını sarayına davet ediyor ve kısa kesiyor: “Size bir hatırlatma yapmak istiyorum. Unutmayın ki sizlere hayatınız bağışlandıysa ve futbol oynamanıza izin veriliyorsa, bunların hepsi de Franco’nun ‘insanüstü cömertliği’ sayesinde! Rövanşta merhametimizi zorlamayın!”
Rövanş kaç kaç mı bitti? Real Madrid: 11 – Barcelona: 1!
O günden sonra Katalanya’da futbolun sadece futbol olarak kalması imkânsızdı. 53 yıl sonra İngiliz teknik adam Bobby Robson’ın söyleyeceği gibi artık FC Barcelona başka bir futbol gezegeniydi ve ateşli silahlar yerine meşin yuvarlak aracılığıyla savaşan Katalanya ordusuydu. Savaşı başlatan ve Nazilerle işbirliği yaparak kendi ülkesini bombalayan Franco’nun tüm zulümlerini yazmaya kalksak, goal.com’un sayfaları yetmez. Bilmeyenler varsa, dünyanın en iyi tablosu olarak addedilen Picasso’nun “Guernica”suna baksınlar yeter. O yıllarda Barça forması giymiş oyuncuları vatandaşlıktan çıkartan, Barcelona sosyal tesislerini bombalatan Franco’nun en büyük sportif günahı Real Madrid’i kanatları altına alıp hakemler ve federasyonun da sapına kadar Madridista moru olduğu bir futbol rejimi kurmasıydı. Aslında suç, kendisi gasp etmeden önce başkanına işkence yaptırttığı Real Madrid’de değil, onu bu kadar sevendeydi! Bu şartlar altında Barcelona, futbolun dünyanın en popüler sporu olmaya başladığı 60’lı yıllarda sadece bir kez 1960’ta La Liga şampiyonu olmayı başarırken, iki kez de hakemlerin La Liga’ya göre çok daha adil olduğu Fuar Şehirleri Kupası şampiyonu olmakla teselli bulacaktı.
Franco 1970’lerde çaptan düştükçe, futbol rejimi yumuşadı. Bu süreçte, Johan Cruyff Katalanların kaderini değiştiren isim oldu. 1974’te 14 yıllık hasretten sonra gelen La Liga şampiyonluğunun ötesinde, Barça Hollandalı futbol mucizesi öncülüğünde Bernabeu’da Real Madrid’i 5-0’lık tarihi bir hezimete uğrattığında Barcelona gerçek anlamda yeniden doğacaktı. Tarihçilere göre çatırdamakta olan Franco diktatörlüğü ilk olarak futbol sahasında çökmüştü. O maçtan kısa bir süre sonra Franco’nun hastalanması ve yaklaşık bir yıl sonra ölmesi Barcelona’lılar için son derece manidardı:
“Cruyff o kadar güzel oynadı ki, Franco kahrından öldü!”
1980’lerde Maradona’nın varlığına rağmen sadece iki kez Kupa Galipleri Kupası’nı müzesine götürebilen Barcelona için asıl futbol rüyası 1988’de Cruyff’un bu kez teknik direktör olarak şehre dönüşüyle başlayacaktı. Dördü Cruyff yönetiminde üst üste olmak üzere 1990’larda kazanılan altı La Liga şampiyonluğu ve yine Cruyff döneminde kazanılan Şampiyon Kulüpler Kupası’ndan sonra Josep Guardiola’nın da yer aldığı kadro, “Rüya Takım” olarak adlandırılmaya başlandı.
2000’lerin başında, bir ara rüya kâbusa dönüşür gibi olsa da Cruyff’un Ajax’tan öğrencisi Frank Rijkaard yönetimindeki Ronaldinho’lu kadro 2005 ve 2006’da üst üste La Liga’yı kazanıp 2006 Şampiyonlar Ligi şampiyonu olurken, birçok otorite yeni bir rüya takımdan bahsetmeye başladı. Ancak bu sezon tarihi bir üçlemeye imza atarak hem La Liga, hem Kral Kupası, hem de Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan takım sadece Barcelona tarihinin değil, tüm dünya tarihinin en güzel futbol rüyası olarak gösteriliyor.
1960’ların Barça’sının Iniesta’sı Luis Suarez “Bunlar daha bir şey değil, Guardiola ve öğrencileri daha yeni başladılar. Devamı gelecek” derken 1970’lerde Cruyff’la beraber takımın en büyük yıldızı olan Carles Rexach, Guardiola’nın takımını rüyaya dönüştüren baş etkenin Cruyff’un futbol felsefesinin devamı olduğunun altını çiziyor. “Devler Ligi finalinde döktüren, Alex Ferguson’u bile hiç olmadığı kadar çaresiz bırakan takımın sırrı, ilk 11’deki 7 oyuncusunun (Messi, Pique, Xavi, Iniesta, Valdes, Busquets, Puyol) altyapı mahsulü olmasında” diyor Rexach.
“Guardiola, Cruyff’un bir zamanlar en gözde talebesi, saha içindeki beyniydi. Pep, 70’lerin isyankâr Barça ruhunu, 90’ların zaferleri ve kendine güveniyle süsleyerek 2000’lere taşıyan ve sonsuza kadar uzatan bir köprü inşa etti.”diye devam ediyor 33 yılını Barça’ya adamış olan Rexach,
“Örneğin Dani Alves’in olağanüstü performansını bu bakış açısıyla değerlendirmek gerek. Zamanında Ronald Koeman örneğinde olduğu gibi bu sezon yeni gelen Brezilyalı 40 yıldır Barcelona’da oynuyormuş hissini uyandırıyor.”
1992’de Guardiola’nın da forma giydiği ve Cruyff’un oyuncularına sahaya çıkmadan önce “Sizden tek isteğim var, bugün kazansak da kaybetsek de kendi felsefemize uygun olarak oynayın. Bu gece kaybetsek bile bu felsefeye sadık kalırsak, gelecekte sürekli kazanan biz olacağız” dediği gece yardımcı antrenör olan Rexach’a göre bu sezonki üç kupa aslında 8 Mayıs 2008 günü kazanılmış! O gün kulüp başkanı Joan Laporta, Johan Cruyff’la bir araya gelmiş ve Rijkaard’ın yerine kimin gelmesinin doğru olacağını sormuş. Cruyff hiç tereddüt etmeden
“Barcelona B’nin hocası, eski talebem Josep Guardiola. Eğer Guardiola’nın eski takım arkadaşı olan sportif direktörümüz Txixi Begiristain’a da uygunsa, hemen Pep’i göreve getirin”dedi. Eski bir avukat olan Laporta için de en uygun isim hukuk eğitimi almış olan Pep Guardiola’dan başkası değildi. Basına eleştiri malzemesi olabilecek deneyim eksikliği konusunda ise son sözü Begiristain söyledi:
“Guardiola, Barcelona’yı çalıştırabilecek teknik direktörler arasında açık ara en deneyimli olanı çünkü o daha futbolcuyken sahadaki teknik direktörümüzdü!”
Guardiola’nın 1.5 milyon euro’luk yıllık maaşı sadece Barcelona teknik direktörlüğü için değil La Liga standartlarında da son derece düşük bir meblağdı ama o maaş ve tazminat yerine başarılara endeksli prim sistemini tercih etti. Sezon sonunda da 600 bin euro La Liga şampiyonluğu, 400 bin euro Kral Kupası, 1 milyon euro da Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu için aldığı primlerle İspanya’nın en çok kazanan hocası olmayı başardı. Guardiola, futbolculuğu döneminde Barcelona’da her şeyi yaşamıştı: Cruyff, Robson, Van Gaal; Hagi, Laudrup, Ronaldo, Figo olayları; en büyük başarılar ve en acı günler… Bu yüzden 32 kişilik ekibiyle beraber çoktan göreve hazırdı. Günümüz futbolundaki fizik kondisyon gereksinimi için biçilmiş kaftan olan 12 kişilik bir kondisyoner ordusu, Cruyff’tan miras taktiksel kültürü geliştirecek beş teknik yardımcı, rakipleri izleyip raporlayacak beş scout ve aralarında sağ kolu Tito Vilanova’nın da yer aldığı birçok yardımcı hoca.
İlk iş olarak Ronaldinho ve Deco gibi kendi egoları lehine takımın ahengini bozan oyuncularla yollar ayrıldı. Dört ayrı dili anadili gibi konuşan çiçeği burnunda hoca, başta Alves ve Keita olmak üzere yeni yabancıları kısa bir süre içinde takıma adapte etmeyi başardı ve 6 ayda modern zamanların en izlenmeye doyulamayan takımını yarattı. Bu takım gerçekten de bambaşkaydı çünkü ilk kez istatistik ve estetik birbirlerini bu kadar tamamlamışlardı. La Liga’nın ilk devresi sona erdiğinde bahis şirketleri Barça’nın şampiyonluğuna oynayanlara paralarını ödemeye başladılar. Bu arada geçen sezon ligi 18 puan arkalarında tamamladıkları ezeli düşman Real Madrid’e 12 puan fark atılmış, yerel derbideki rakip Espanyol’un 17 gole imza atmayı başardığı dönemde Barcelona’nın sadece direkten dönen toplam pozisyonunun sayısı 17 olmuştu!
16 maç üst üste mağlubiyet yaşanmazken, bu istatistiğe bir de Franco diktatörlüğü döneminde 1961 model Real Madrid ulaşabilmişti. Tarih bir kez daha “En iyi savunma biçimi hücum edip topa sahip olmaktır” diyen Cruyff’u haklı çıkarmıştı. La Liga’da ilk devre sonu itibarıyla Barcelona, Real Madrid’e göre toplamda bir maç süresinden daha fazla (101 dakika) süre topa sahip olmuştu! İstatistiklerin ötesinde, Santander’le 1-1 berabere kalınan maçta Guardiola’nın yardımcısı Tito Vilanova “Bu sezonki en iyi performansımızdı, böyle oynarsak üç kupayı da alırız” diyecekti.
Sadece futbol tarihinin en usta taktisyenlerinden Hiddink yönetimindeki Chelsea ile 0-0 berabere kalınınca, bazı otoriteler Barça’nın durdurulabileceğini iddia ettiler. 90’lar Barcelona’sının Henry’si Hristo Stoichkov, o maçtan sonra şöyle diyecekti: “Guardiola’nın takımı bizimki kadar kudretli değil. Bizim takımda işler sarpa sarınca Koeman, Nadal ve Stoichkov sahneye çıkıp takımı kurtarırlardı. Bu takım oyun biraz sertleşince mental açıdan çok naifleşiyor ve büyüsü kaçıyor. Chelsea ile Nou Camp’ta oynanan maçta bunu yakından gördük.”
Ancak Stoichkov tarihsel bir gerçeği ıskalıyordu: Barcelona, bir İngiliz ekibiyle ilk maçı kendi sahasında oynadıktan sonra turu en son 1960’ta geçmeyi başarmıştı. Zaten sonunda da haklı çıkan Stoichkov değil, 2009 model Barça’nın sergilediği futbolu “Play Station takımlarından bile daha mükemmel” olarak niteleyen bir başka eski Barcelona’lı şimdilerin Bordeaux teknik direktörü Laurent Blanc oldu. 1980’lerin Maradona’lı Barça’sının Puyol’u olan Migueli’ye göre bu takım naif falan değildi; Guardiola, selefi Rijkaard’dan farklı olarak bir futbol takımının en önemli yapıtaşı olan alçakgönüllüğü Barcelona’ya geri kazandırmıştı. Bu takımın ihtiyacı Stoichkov ya da Nadal değildi çünkü kulüp tarihinde ilk kez bu kadar çok sayıda özkaynak mahsulü yıldız oyuncu başrolde oynarken, onların en mütevazıları olarak nitelendirilen Iniesta ve Xavi, bu takımın rakiplerinden en büyük farkıydı:
“Iniesta-Xavi ikilisi, taraftarların kendilerini gördükleri tarihsel aynalar. Mesela ben artık sade bir taraftar olarak onları öz kardeşim gibi görüyorum. Onlara tekme atılınca, bana atılmış gibi hissediyorum”
Gerçekten de Migueli’nin haklı olarak yere göğe sığdıramadığı ikili, her ne kadar sezon boyunca Messi’nin ihtişamının gölgesinde kalsalar da 2009 model Barcelona’yı bu kadar güzel bir futbol rüyasına dönüştüren de bizzat bu ikili oldu. Alex Ferguson’un “O ikisinin ayaklarından topu hayatları boyunca kimse alamamıştır” dediği Xavi ve Iniesta sezon boyunca başta Chelsea ve Real Madrid maçları olmak üzere “Rüya, kâbusa dönüyor” denilen anlarda hep sahneye çıktılar. O kader anlarında bir teknikolor rüya jeneratörü gibi devreye girdiler ve hatice ile netice arasında kopmak üzere olan bağlantıyı yeniden kurmayı başardılar.
Kuşkusuz Messi-Iniesta-Xavi üçlüsü bu rengârenk Barcelona futbol karnavalının en güzel, en göz alıcı renkleri… Ancak halen Barelona formasını en çok giyen oyuncu olma rekorunu elinde bulunduran Migueli’ye göre asıl gizli kalan kahraman “Sanırım, o benim öz oğlum” dediği kaptan Carles Puyol. 1899’da Barcelona’yı kuran 11 oyuncudan birisiyle adaş ve soydaş olan Puyol, Şampiyonlar Ligi finalinde altyapıda kendisini yetiştiren hocalarının A takımın o zamanki patronu Louis Van Gaal’e söylediklerini bir kez daha haklı çıkardı:
“Siz bizden bir sağ bek, bir stoper, bir de önlibero istemiştiniz; alın size Puyol!”
Gerçekten de her oyuncunun sahanın her mevkisinde aynı başarıyla oynayabildiği Cruyff’un “total futbol” pratiği Puyol örneğinde olduğu gibi sezon boyunca Guardiola’nın can simidi oldu. Devler Ligi finalinde Dani Alves ve Abidal’in yokluğunda tam dört kilit oyuncusunun (Puyol, Messi, Yaya Toure, Eto’o) mevkilerini değiştirmek zorunda kalan ama yine aynı lezzette bir futbol ziyafeti sunan Katalan hoca da Cruyff’un hakkını Cruyff’a teslim ediyor:
“Bu güzel bebeğin babaları Cruyff ve Rexach, annesi de onların futbol mirası. Belki tarihin en iyi takımı olmadığımızı söyleyenler olabilir ama futbol tarihinin en iyi sezon performansını bizim sergilediğimizi kimse inkâr edemez. Aslında Cruyff’un dediği gibi futbol basit bir oyun, zor olan futbolu basit oynamak. Bu bağlamda en zoru bizim başardığımızı söyleyebilirim!”
Sezonun son kısmında bir aylık bir süre zarfında önce La Liga şampiyonluğunun kaderini belirleyecek maçta deplasmanda Real Madrid’e altı çekmek, Kral Kupası finalinde Bilbao’ya fark atmak ve Devler Ligi finalinde Alex Ferguson’un takımına top göstermemek zoru başarmanın da ötesi. Peki, Katalan Barcelona daha önce hiçbir İspanyol takımının yani dolayısıyla Real Madrid’in yapamadığını başararak tarihi bir altıda altıya imza attığı bu 2009’da 1943’teki 11-1’in rövanşını almış mı oldu? İşin aslı o rövanş çoktan alınmış, Bernabeu’daki 6-2’lik tarihi zaferden birkaç hafta sonraki La Liga şampiyonluk kutlamasında perçinlenmişti.
O gece, altyapıdan yetişen Arjantinli Messi’den, 10 aylık Barcelona’lı olan Brezilyalı Alves’e kadar herkes bir zamanlar Franco’nun yasakladığı Katalanca dilinde konuştu. Mikrofon bir diğer altyapıdan yetişmiş oyuncu olan Pique’nin eline geçtiğinde ise yer yerinden oynadı. Tribünlerdeki 90 bin Barcelona taraftarıyla beraber “Zıpla, zıpla; zıplamayan Real’li!” diye bağıran Pique, başkan Laporta’nın oturduğu tribüne doğru yöneldiğinde kutlamaları naklen yayınlayan yüzlerce dünya televizyonunun kameramanları öylece bakakaldı. Laporta da taraftarlarla beraber zıplıyor, hemen birkaç sıra arkasındaki Johan Cruyff’a bakıyordu. Önce gülümseyen sonra gözleri dolan Cruyff da zıplıyordu. Kim bilir, belki de 1943’te Franco’nun silah zoruyla futbol oynamaları engellenen 11 Barcelona’lı oyuncunun da onlarla beraber mezarlarında zıpladıklarını düşünüyordu.
Tam o esnada kaptan Puyol’un ortaya çıkıp biraz da kızarak “Real dahi olsa, Barcelona rakibini aşağılamaz” edasıyla mikrofonu elinden alması 1943’ün asıl tarihi rövanşıydı. Ne de olsa zamanında Real Madrid başkanı Rafael Sanchez Guerra da Barcelona başkanı avukat Josep Sunyol gibi sadece futbolu çok sevdiği için Franco’nun zindanlarında ölümüne işkence görmüştü.
8 Aralık 2009 Salı
Artık goal.com'dayız...
Bundan sonra günlük haftalık yorumlar için adresimiz www.goal.com/tr olacak. Total Futbol blogu ise daha çok gündem dışı, arşivlik tarihsel yazılarla devam edecek. İnsanın aşkının işi olması böyle sürprizlerle dolu... her gün goal.com'da, haftada bir günde Total Futbol blogunda görüşmek üzere...
Bu arada tabii ki blogger milleti olarak bir yere gittik mi takımca gidiyoruz malumunuz... Başta Fırat İşbecer, Mayıslar Bizim, PC Lion olmak üzere blog kardeşlerimizin bazılarını da zaman zaman goal.com'da okuyabilirsiniz... Hepsi ayrıca bloglarına devam edecek tabii ki, bu bloglar bizim yaşama nedenimiz...
"Sorun ne içeride ne de dışarıda, hedeflerin ta kendisinde!"
"Aziz Yıldırım öncesi Fenerbahçe'yi hatırlayalım: Günlük skorlara endeksli, her an içeriden kaynamaya hazır, şov yapmak isteyen yöneticiler tarafından manipüle edilen Türkiye'nin en popüler kulübü. Bugün ise Fenerbahçe'de o günlerle karşılaştırınca olağanüstü bir değişim söz konusu: Sarı-lacivertliler, Zico dönemindeki Şampiyonlar Ligi çeyrek final başarısından sonra bu kez de Europa Ligi'nde grubu lider tamamladılar, önleri alabildiğine açık! Ancak başta boyalı skor basını olmak üzere kimse bu başarıdan bahsetmiyor, yerel ligdeki skorlara endekslenerek ligdeki formsuzluğu krize dönüştürüp nemalanmanın, daha fazla gazete satmanın (daha doğrusu kakalamanın) yollarını arıyorlar. Onların ekmeğine yağ süren ise maalesef Aziz Yıldırım'ın kendisi. Kulübü bu kadar modernleştirdikten sonra, Avrupa'daki makus talihini olabilecek en parlak şekilde değiştirdikten sonra sezon başında "Hedef üç yıl üst üste yerel şampiyonluk" açıklamasını yapması tarihi bir hata! Bir önceki sezonun hayal kırıklığının etkisiyle yapılan bu açıklama, Daum ve oyuncuların üstünde Demokles'in kılıcı gibi sallanıyor, önlerini göremiyor, haftalık yaşamak zorunda kalıyorlar. Önlerini görebilseler zaten üst üste rekor galibiyetlerin alındığı haftalarda oynanan oyunun parlak olmadığı fark ederler ve bunu geliştirmek için taktiksel, mental önlemler alırlardı. Bu şartlarda değil Daum, Trapattoni, Ferguson gibi ölümsüz ustalar dahi göreve getirilse daha iyisi olamazdı. Aykut Kocaman gibi bir değerin bu suni kaosta harcanmasının düşünülmesi zaten Türk futbolunun en amansız, ölümcül hastalığı. Fenerbahçe'nin parlak tarihinin en parlak sayfası olan Aykut Kocaman, aynı zamanda Fenerbahçe'nin geleceği de! Ama hedefi üç yıl üst üste yerel lig şampiyonluğu olan bu Fenerbahçe'nin değil. Bu Fenerbahçe sadece Aziz Yıldırım'ın sinirlerini bozuyor ve ani çıkışlarla sonradan pişman olabileceği hareketler yapmasına sebep oluyor.
Saha içine kısaca bakarsak da sorun hücum sisteminin %90'ının Alex ve Emre üzerine kurulu olmasından kaynaklanıyor. Bu oranın %60'a inip Semih, Özer, Mehmet Topuz gibi isimlerin %40'lık katkıyı üstlenmesiyle çözülebilir. Güiza'dan ise hiçbir umudum yok. Allah Daum'a kolaylık versin cidden, böyle bir adama CM, FM oynamaya yeni başlayan bir genç bile katlanamaz, anında kadro dışı bırakır ancak gerçek hayatta ödenmiş bir 13 milyon euro var ki CM, FM'de bile bu yüzden adamı tefe koyarlar."
23 Kasım 2009 Pazartesi
ÖLÜMSÜZ USTA GIOVANNI TRAPATTONI
Ne demişti ölümsüz futbol filozofu Liverpool’lu Bill Shankley:
“Eğer teknik direktörseniz ne yaparsanız yapın, ölene kadar hep son maçta aldığınız skorla hatırlanırsınız”
“Shankley yerden göğe kadar haklı çünkü insanlar bir kere şekerin tadını alınca bir daha tuz yemek istemezler”diyerek 35 yıllık teknik adamlık macerasını özetliyor Giovanni Trapattoni,
“Sen de bizzat teknik direktör olarak artık o taraftarlar gibisindir; şampiyonluklar, kupalar, başarı öyle tatlıdır ki sen de farkında olmadan onlar gibi şeker bağımlısı olmuşsundur. 70’ine merdiven dayadığında bile kendini 35 yaşında işe ilk başladığın günkü gibi hisseder, dünyanın bir ucundan diğer ucuna başarının peşinde sürüklenir durursun; sadece başarılı olamadığın zaman 35 yaşında olmadığını, artık ömrünün sonuna geldiğini ve tüm bir hayatının o başarının peşinde yitip gittiğini fark edersin.”
Dile kolay, Trapattoni’nin antrenörlük yaşamı, bu satırların yazarının hayatından daha uzun… 35 yıl, 20 kupa ve 3000 klasik müzik CD’si! Juventus, Platini, Inter, Mattheus, Vivaldi, Puccini, Verdi… Belki de başta opera olmak üzere klasik müziğe bu kadar delice tutkun olduğu için Trapattoni takımlarına asla Keeganvari “Napolyon futbolu” veya Gullit gibi “Monica Belluci futbolu” oynatmaz. Çoğu zaman, Trapattoni’nin takımı sahasına hapsolmuş, oyunu geride kabul etmiş gibi gizlenirken belki de o Vivaldi’nin en güzel eserlerinde tüm orkestra düşük tempoda devam ederken aniden ortaya çıkıp yükselen kemanlar gibi bir anda farkı açar; 90 dakikanın en doğru zamanında en doğru yerinde başlayan konçerto, 35 yılın sonunda en görkemli futbol operalarından birisine dönüşür.
Bir başka ihtimal, 23 yıllık futbol kariyeri boyunca 284 maç oynamış olmasına rağmen sadece 3 gol atmasıdır, Trapattoni’nin önce savunmayı sağlama alan oyun planlarının hareket noktası. 1939 yılında Milano’da doğup 20 yaşından itibaren 12 sezon boyunca doğup büyüdüğü şehrin AC Milan’ında orta sahanın defansif kısmını kimselere bırakmayan Trapattoni, futbol oynayanlar eğer İtalyan ise golün ne kadar zor atıldığını herkesten iyi anladığından kendine özgü savunmanın, hücum hattının en ilerisindeki presle başladığı futbol tarzını icat eder. Kendisinden sadece iki yaş küçük olan Alex Ferguson, kazandığı onca kupaya ve yıllardır Manchester’ın Kırmızı yakasına hep en şekerli futbolu izlettirmesine rağmen Trapattoni’den fazlasıyla etkilendiğini gizlemiyor:
“Sacchi’nin dediği gibi iyi bir teknik adam olmadan önce iyi bir futbolcu olmak gibi bir zorunluluk yok, çünkü hiçbir şampiyon jokey, daha önce at olarak yarışlara katılıp şampiyon olmamış. Ama yine de Trapattoni gibi hem futbolculuğunda hem de antrenörlüğünde Avrupa Şampiyonu olmak başlı başına büyük bir ayrıcalık. Futbolculuğu ile teknik adamlığı arasındaki devamlılık da bizzat futbolcuyken oynadığı oyuna teknik direktör olarak bakabilmesinden kaynaklanıyor. 1980’lerde futbolda yaşanan değişimin en büyük mimarlarından birisi olarak İtalya’da ilk hücum prese dayalı oyun tarzını başlatan Trapattoni’dir, Lippi ve Capello onun açtığı yoldan ilerleyerek bu kadar başarılı oldular. Birçok zaman Trapattoni’yi sadece Trapattoni yenebilir.”
Bir de tabii başta benimki olmak üzere birçok futbol aşığının yüreğinde uzun süre iyileşmesi imkansıza yakın bir acı olan Henry gibilerin sahtekarlıkları... 2002'de ev sahibi olduğu için Güney Kore kayırılırken, canı yakılan yine Trapattoni'den başkası değildi tıpkı Euro 2004'teki son grup maçlarında İskandinav kumpasına kurban edildiği gibi. Hayatında İtalya'yı tutmamış, desteklememiş birisi olarak itiraf ediyorum: 18 kasım günü asla büyümeyecek kadar küçülen Henry'nin eli benim de suratıma bir tokattır zamanında İtalya'nın uğradığı haksızlıklara isyan etmediğim için...
Yine de arşivde boğulmayıp tarihe, ölümsüz ustaya dönelim: Milan’da geçen 12 yıllık futbolculuk yaşamından sonra, sadece 10 maçlığına Varese formasını giyen Giovanni Trapattoni, Maldini gibi olmamasının sebebini de Milan’a olan sevgisinin azlığına bağlamaz; aksine onun için asıl aşkından bir süre uzaklaşmak, yeni sulara yelken açmak, aşkı tazeleyen bir dönüm noktasıdır:
“Varese’de tabii ki Milan’daki kadar iyi olamayacağımı biliyordum, herkes de bunu söylüyordu zaten ama bunu gidip kendim görmeliydim. Zaten futbolu bırakır bırakmaz soluğu yine Milan’da bu sefer genç takımın teknik direktörü olarak aldım.”
Tabii ki Trapattoni’nin gönlünde Milan’ın yeri Rıza Çalımbay için Beşiktaş’ın yeri ya da kendisiyle beraber hem futbolcu hem de teknik adam olarak Avrupa Şampiyonluğu yaşamış beş isimden birisi olan Johann Cruyff’ın gönlünde Barcelona’nın olduğu yerdir. Ama Cruyff’tan çok Rıza Çalımbayvari bir başlangıç yapar Trapattoni. Henüz çok da fazla bir deneyimi yokken alınan istikrarsız sonuçlar üzerine eski takım arkadaşı Paolo Barison’un yerine göreve getirilir. İlk önce aldığı iyi sonuçlar üzerine göreve kalıcı olarak getirilirken, 1974-1975 sezonunun İtalya Kupası’nda takımını finale kadar taşıyınca kulübün tarihinin en zor günlerinde biraz olsun nefes almasını sağlamış, teknik direktör olarak rüştünü tam anlamıyla ispatlamıştır. Finalde Fiorentina karşısında alınan yenilgi ise bir kez daha Shankley’i haklı çıkaracak, Trapattoni bir dahaki sezona final maçının yenik adamı olarak başlayacaktır.
1975-76 sezonunda o zamanların en iyi orta saha oyuncularından birisi olan Fabio Capello’yu Juventus’tan transfer etmesine rağmen bir kez daha bekleneni veremeyen takımın faturası Rıza Çalımbay örneğinde olduğu gibi “bizim oğlan” konumundaki Giovanni Trapattoni’ye çıkartılır ve “henüz büyük bir takımı çalıştıracak kalibrede olmadığı” gerekçesiyle görevinden alınır. Trapattoni’den sonra Milan, 1986’da Berlusconi kulübü satın alana kadar iflah olamazken, hatta bir süre ikinci ligde mücadele etmek zorunda kalırken, Milan’ın en büyük rakiplerinden Juventus, Milan’ın kovduğu genç teknik adamı göreve getirerek tarihinin en altın çağını yaşayacaktır. 1976 yılında Juventus’un başına geçen Trapattoni 1986’a kadar görev yaparak sadece İtalya tarihinin bir takımda en uzun süre görev yapan teknik direktörü olmakla kalmayacak hem İtalya’da hem de Avrupa’da tüm kupaları kazanarak, Juventus’un İtalya tarihinin en başarılı takımına dönüşmesi sürecinde tarihi bir rol oynayacaktır.
Henüz ilk sezonunda Juventus’u lig şampiyonluğuna taşıyan Trapattoni, Scirea ve şimdilerde İrlanda Milli Takımı'nda yardımcısı olan Marco Tardelli üzerine kurduğu hücum prese dayalı futbolla İtalyan futbolunda yeni bir çağı başlatır. Aynı yıl, 1976-77 sezonunda kazanılan UEFA Şampiyonluğu da Avrupa futboluna damgasını vuracak olan İtalyan futbol çağının miladı niteliğindedir. Finalin kahramanı yine Marco Tardelli olur. Kendisi gibi orta sahada savunmaya dönük oynayan Tardelli’yi yıllar sonra Mattheus’u dönüştüreceği gibi çok yönlü bir futbol makinesine dönüştüren Trapattoni, bir sonraki sezon manevi evladı gibi gördüğü o zamanların genç yıldızının performansı ile 1978 yılında üst üste ikinci kez Juventus’u Serie A şampiyonluğuna taşır.
1979’da İtalya Kupası’nı kazanan Trapattoni’li Juventus, 1980’de ligi ikinci bitirdiğinde kadroda revizyona gider. Henüz futbolcu izleme komitelerinin fazla kök salmadığı Kıta Avrupası’nda o zamanlardan sadece kendi liginin değil, dünyanın dört bir yanındaki oyuncuları avucunun içi gibi bilen Trapattoni, orta sahada Tardelli’nin kaptığı topları değerlendirebilecek hücum prese yatkın bir 10 numara olan ama Juventus’a karşı oynadığı iki maç dışında İtalya’da pek de tanınmayan Liam Brady’yi transfer eder. Kağıt üzerinde Brady’nin transferi büyük bir kumar olsa da Trapattoni’nin başta İtalya olmak üzere tüm dünyaya tanıttığı Brady’nin sol ayağı, adeta 1981 ve 1982’de üst üste iki sezon kazanacağı Serie A şampiyonluklarının kapısını açan eşsiz bir futbol anahtarıdır. Sağ iç ve sol iç ayrımlarını kaldıran Trapattoni’nin uzun yıllar Avrupa futboluna egemen olan baklava orta saha modeliyle yeni bir çığır açmış, oyuncularını sisteme göre kullanmak yerine elindeki malzemeye göre yeni bir taktik anlayış geliştirmişti.
1982’de İtalya sürpriz bir şekilde Dünya Kupası Şampiyonu olurken, sergilediği rakibin oyununu bozmaya dayalı tatlı sert presli oyun anlayışı, tamamen Trapattoni’li Juventus’un iki sezon üst üste şampiyonluğa taşımış olan formülün milli takıma uygulanmış versiyonudur. Trapattoni’nin manevi oğlu gibi olan Tardelli turnuvanın en iyi oyuncularından birisine dönüşürken, final maçında şampiyonluğu getiren gole de imzasını atacaktır. Ama asıl 1982 Dünya Kupası’ndaki Trapattoni damgası, çok yakın bir zamanda Juventus’ta beraber oynatacağı Platini ve Boniek ikilisi olur. O zamanlar Bosman futbolcuların ayaklarındaki prangaları kırmamış olduğu İtalya’da yabancı oyuncusu sınırlaması hüküm sürdüğü için Brady satılmak zorunda kalınır.
Yerine transfer edilen Platini, İtalya’daki ilk günlerinde zorlanırken, Trapattoni bir kez daha insan yönetimi sanatının, teknik direktörlüğün en önemli boyutu olduğunu vurgularcasına Platini’yle görüşerek sıkıntılarını masaya yatırır. Platini, takımın oynadığı oyunun Boniek ve kendisine uymadığını, takımdan ayrılmak istediğini söylediğinde Trapattoni ders vermez, ders alır.
1983’te Serie A ikincisi ve Şampiyon Kulüpler finalisti olan Juventus, sadece İtalya Kupası şampiyonluğuyla yetinir. Ama aslında kısa vadede kaybetmiş gibi gözüken Trapattoni, uzun vadede İtalyan futbolunun gerçek imparatoruna dönüşecektir. Platini sorununu çözerken aldığı ders, siyah-beyazlılara oynattığı futbola yansıyan Trapattoni 1984’te Juventus’u Serie A, Kupa Galipleri Kupası ve Avrupa Süper Kupası’nda şampiyon yapar. 1985’te Juventus’u Şampiyon Kulüpler Kupası ve Kıtalararası Kupa şampiyonluklarına taşıyan teknik adam, 1986’da bir kez daha siyah-beyazlıları Serie A şampiyonu yaptıktan sonra İtalya’nın en pahalı teknik direktörü olarak Inter’in yolunu tutar:
“Juve’deki onuncu yılımın sonunda artık daha fazla kazanabileceğimiz bir şey kalmamıştı. Yine de o on sezon boyunca kazandığım para hayatımın sonuna kadar torunlarıma bile yeterdi ve ben Inter’e kesinlikle para için gitmemiştim. Önemli olan İtalya’nın en pahalı teknik direktörü olmak değildi, herkesin çalıştırılması, düzeltilmesi imkansız bir takım olarak andığı Inter’de başarılı olabilmekti”
En başlarda Trapattoni’nin işi sandığından da zordur. Herkes ilk sezonun sonunda Trapattoni’nin de kendisinden önceki teknik adamlar gibi harcanıp gideceğinden eminken, Trapattoni ilk önce sabırla kendi futbol felsefesini kulüp yönetimine benimsetir. Daha sonra ise Mattheus’u transfer ederek, Avrupa’nın en iyi oyuncularından birisi olarak gösterilen Alman futbol makinesine aslında daha öğrenecek çok şeyi olduğunu anlatarak yoluna devam eder. İlk olarak Alman yıldızın sadece sol ayağını çalıştırır, daha sonra ise onun kalibresinde bir oyuncunun maç boyunca oyunun her iki yönünü de oynamak zorunda olduğunu ve bunun takımın kaderini belirleyecek en önemli nokta olduğunu açıklayarak antrenmanlarda kendisini savunmada oynatır. Inter ilk önce 1989’da 10 yıl sonra Serie A şampiyonu olurken, Mattheus yılın futbolcusu seçilir. 1990 Dünya Kupası’nda ise Almanya’nın şampiyon olmasında başrolde olan Mattheus bir kez daha Trapattoni’nin kendisini baştan yarattığı kabul edecek ve 38 yaşına kadar futbol oynamasının İtalyan hoca sayesinde olduğunu birçok kez tekrarlayacaktır.
1991-1994 yılları arasında ikinci kez Juventus’un başına geçen Trapattoni, eski gücünden uzak olan ve Berlusconi’nin Milan’ının gölgesinde kalan siyah-beyazlıları tekrar şampiyonluğa oynayan bir takıma dönüştürse de sadece 1993’teki UEFA Kupası şampiyonluğuyla yetinmek zorunda kalır, 1992 ve 1994’te ligi ikinci sırada tamamladığında ise Bill Shankley bir kez daha haklı çıkar: “Birinciysen insanların gözünde her şeysin ama eğer ikinciysen sadece hiçbir şeysin”
1994-95 sezonunda Bayern Münih’in başına geçen Trapattoni, Almanya’daki ilk deneyiminde daha çok saha dışı etkenler yüzünden başarılı olamazken bir sezonluğuna Cagliari’nin başında İtalya’ya geri döner. Ama Trapattoni’nin asıl muhteşem dönüşü 1996’da yine Bayern Münih’e olacaktır. 1996-97 sezonunda Bayern’i Bundesliga şampiyonluğuna taşıyan Trap, 1997-98 sezonunda da Almanya Kupası’nı kulübün müzesine götürürken bir kez daha “fazla İtalyan” birisi olarak saha dışında Alman futbol kültürüyle çatışmasının kurbanı olacaktır. Bir maçtan sonra kendisinin bile bazı futbolculardan daha çok koştuğunu söylemesi, oyuncularını içi boş şişelere benzetmesi Trapattoni ile Alman devinin yollarının ayrılmasına sebep oldu. Ama yine de sadece o yılların en yetenekli Alman yıldızlarından Mario Basler’i Lucescu’nun Sergen’i oynatması gibi hiç kimsenin beceremediği kadar iyi oynatması onun Almanya’da da kendine has bir repütasyon oluşturmasını sağlayacak, uzun yıllar Almanya’nın birçok kulübünden teklifler alacaktı.
Yine de Almanya’ya bir kez daha dönene kadar ilk önce Fiorentina’yı çalıştıran ve elindeki kısıtlı kadroya rağmen Floransa ekibinin İtalya’nın dev ekipleri arasından sıyrılarak Şampiyonlar Ligi’ne katılmasını sağlayan Trapattoni, 2000 yılında hayatı boyunca hayalini kurduğu göreve getirildi. 2000-2004 yılları arasında İtalya Milli Takımı’nı çalıştıran kurt hoca, 2002 Dünya Kupası’nda Güney Kore maçında gözleri Steve Wonder’dan bile daha az gören hakemlerin kurbanı olurken, 2004 Avrupa Şampiyonası’nda İskandinav kumpasının ve kendi kendisinin kurbanı olacaktı. Daha önceleri kendisini, Almanya ve İtalya gibi Avrupa’nın en zor liglerinde başarıya taşıyan defans ağırlıklı futbol, İtalyanların tarihleri boyunca en iyi oynadıkları oyun tarzı olsa da en iyi savunma oynatan İtalyan teknik direktör olarak milli takımda büyük bir hayalkırıklığı yarattı.
2004-2005 sezonunda Portekiz’in Benfica ekibinin başına geçen ve orada geçirdiği tek sezonda takımını lig şampiyonluğuna taşıyan yaşlı kurt, Avrupa’nın üç ayrı liginde şampiyonluk yaşayarak tarihi bir başarıya imza attı. Bir kez daha Almanya’dan gelen ısrarlı teklifleri reddedemeyen Trapattoni, 2005-06 sezonunda Stuttgart’ın başına geçtiğinde beklentiler büyüktü. Ancak bu kez Stuttgart’ın en büyük iki hücum silahı olan Danimarkalı forvet oyuncuları Tomasson ve Gronkjaer’le arasına oynattığı savunma ağırlıklı futbol yüzünden kara kedi giren kurt hoca, sadece 20 maç sonra görevinden alındı. Tomasson ve Gronkjaer, Trapattoni’yi “hücum yapmaktan korkmak”la suçlarken, Stuttgart yönetimi iki yıldız forveti yedek kulübesine mahkum eden Trapattoni’yi “Kulübün hedefleri”yle uyuşmadığı için kovdu.
2006 yılında dünyanın en zengin adamlarından birisi olan Salzburg başkanı Dietrich Mateschitz’ın teklifi üzerine futbol direktörü olarak Avusturya takımının başına geçen yaşlı kurt, ilk sezonunda takımın başına eski talebesi Mattheus’u getirdi. İşler istendiği gibi gitmeyince bizzat takımın başına geçen Trap, 2006-2007’de Salzburg’u Avusturya Bundesliga’sında şampiyonluğa taşıyarak dört farklı ligde şampiyonluk yaşamış oldu.
Ama asıl teknik adamlık dehasını 11 yeteneksiz ama kimsenin olmadığı kadar mangal yürekli gençle mücadele eden İrlanda Milli Takımı'nda gösterdi. İtalya ve Bulgaristan'ın olduğu en alt torbadan Dejan Saviçeviç'in Yugoslavya mirası Karadağ'ın yer aldığı grupta dünyanın en güzel futbolunu oynamasalar da eldeki malzemeye göre çok büyük iş başararak hiç yenilmeden play-off'a kalan İrlanda Cumhuriyeti, olabilecek en çirkin şekilde Henry'nin eline yenildi.
O gün 70 yaşında oyuncularıyla beraber ağlayan Trapattoni, kişiliği ve eserleriyle ki (en büyüğü kazandığı tüm rekor mertebesindeki kupaların üzerinde o geceki takımı yaratmaktır) oynattığı futbolun çok daha ötesinde futbolun en güzel yüzlerinden birisi. Benim de bu vesileyle Henry'ye söylemek istediğim bir şey var Cantona kadar ustaca sözler olmasa da Henry asla duymayacak olsa da:
"Senin hiç hayallerin oldu mu? Hiç hayallerini biriktirip yüreğine sığmayınca ay ışığına astığın oldu mu? Sahi sen hiç hayal kurdun mu? Eğer kurmuş olsaydın, sadece ölümsüz ustaya hürmetinden gider bu gol el değimiş, iptal et derdin! Artık herhagi birisin, herhangi bir hırsızsın!"Binlerce kez daha teşekkürler Trapattoni dede, dünyanın en güzel, en şerefli kaybeden takımını yarattığın için!
20 Kasım 2009 Cuma
Beşiktaş - Fenerbahçe DERBİ EFSANELERİ
BEŞİKTAŞ'ın Fenerbahçe'ye karşı ilkleri, enleri
Şeytanın bacağını 5. maçta kırdılar
Siyah-beyazlılar, Fenerbahçe'ye karşı oynadıkları 5. maçlarında tarihlerindeki ilk galibiyetlerini aldılar. İstanbul Amatör Ligi'nde oynanan 26 Ekim 1928'de oynanan maçta Beşiktaş, ezeli rakibini 4-2'lik skorla mağlup etmeyi başardı. 23 Mart 1941'de oynanan maçta ise siyah-beyazlılar sahadan 7-1 galip ayrılarak Fenerbahçe karşısındaki en farklı galibiyetini elde etti.
Fenerbahçe'yi yenemediği en uzun dönem
"Takvim sayfaları ve Molnar'ın gözyaşları"
Beşiktaş, 1954'ten ile Ocak 1960'a kadar Fenerbahçe'yi 17 maç boyunca yenmeyi başaramamıştı. 1959-60 sezonunun başında ise medya yine Beşiktaş'a hiç şans tanımıyor, “Bu takım üç maç dahi dayanamaz” manşetleri atıyordu. Ancak ilk yarının son maçını Fenerbahçe ile oynayacak olan Kara Kartallar, ilk 18 maç sonucunda namağlup lider olarak sahaya çıkıyor ve “Bu yıl bizim yılımız” dercesine rakiplerine takvim sayfaları atıyorlardı. Maç boyunca Fenerbahçe daha üstün bir oyun sergilerken Beşiktaş kalecisi Necmi sayısız kurtarışlarıyla maçın yıldızı oldu ve siyah-beyazlılar 1-0'la ezeli rakiplerinin bileğini büktüler. Maçın son düdüğüyle Beşiktaşlı taraftarlar önce sahayı sonra da soyunma odasına dalarak başta ekstradan 500 lira prim kazanan Necmi olmak üzere tüm oyuncuları uzun süre omuzlara aldılar. Fenerbahçe soyunma odasında ise çok iyi oynanmasına rağmen 6 yıl sonra kaybetmenin üzüntüsü hâkimdi. Yavuz Bayraktar, Milliyet'teki yazısında şöyle yazıyordu: “Türkiye Milli Takımı'nı da çalıştıran Fenerbahçe'nin hocası Molnar gözyaşlarını saklamak için cebinden mendilini çıkarıp yüzünü örttü”
Fenerbahçe'ye karşı ligdeki en farklı galibiyet
"Beş dedi, beş attık!"
Beşiktaş, ezeli rakibi karşısında profesyonel lig tarihindeki en farklı galibiyetini 6 Ocak 1990 tarihinde Metin-Ali-Feyyaz üçlüsünün dört gol kaydettiği maçta Fenerbahçe'yi deplasmanda 5-1 yenerek aldı. Maça damgasını vuran Gordon Milne'li siyah-beyazlılar muhteşem futbolundan çok, Fenerbahçe teknik direktörü Todor Veselinoviç'in maçtan önce yarattığı beş polemiği oldu. Bir sezon önce Fenerbahçe'yi gol rekorlarını alt üst ederek şampiyonluğa taşıyan Yugoslav hoca, maçtan önce kaldığı odanın balkonundan basın mensuplarına "5" işareti yaparken maç 5-1 bitince altılı ganyanda 5 numaralı ata oynadığını işaret ettiği rivayet edilse de karşılaşmadan hemen sonra siyah-beyazlıların sağ beki Recep Çetin'in sözleri tarihi skora damgasını vurdu: "Veysel hoca maçtan önce 5 istedi, 5 attık; 6 istese 6 atardık!"
Fenerbahçe'ye en çok gol atan Beşiktaşlı
“Üzgünüm Arsenal, ben Beşiktaşlıyım!”
1931 yılında Karagümrük'teyken Zeki Rıza Sporel tarafından Fenerbahçe'ye kazandırılmak istenen Hakkı Yeten, 58 maçta attığı 32 golle Beşiktaş'ın sarı-lacivertlilere en çok gol atan ismi. Daha onra Arsenal'in teklifini kabul etmeyerek hayatını siyah-beyaza adayan hukuk fakültesi mezunu Baba Hakkı, bir Fenerbahçe maçında Beşiktaşlı taraftarların rakiplerine küfür etmesi üzerine top ayağındayken durmuş, tribüne bakmış ve bir bakışıyla anında küfürü kesmeyi başarmışlığıyla ezeli rekabetin en kült figürlerinden birisi. Bir başka derbi maçında Beşiktaş iki farkla öndeyken Fenerbahçe kaptanına söyledikleri derbinin şanının en güzel özeti: “Sizinkilere söyle, bu maç böyle hiç zevkli değil, hemen toparlanmanız lazım. Bu kadar kişi sizi izlemeye gelmiş, siz sapır sapır dökülüyorsunuz, yakışıyor mu hiç?”
Fenerbahçe'ye karşı en çok forma giyen Beşiktaşlı
“Rıdvan'la birbirimizi teselli ederdik”
Rıza Çalımbay, ilki Cemil Turan'ın 1980'deki jübile maçı olmak üzere 62 maçta siyah-beyazlı formayla Fenerbahçe'ye karşı mücadele etti: "O zamanki hava çok farklıydı, maç nerede oynanırsa oynansın tribünler hep yarı yarıyaydı yani gerçek anlamda derbiydi!" Daha da güzel olan ise Beşiktaş'ın efsanevi kaptanının Fenerbahçe'nin süper starı Rıdvan Dilmen'le ev arkadaşı olmasıydı: "Rıdvan'la aynı evden çıkıp ayrı kamplara giderdik. Eve dönüp yeniden buluştuğumuzda ise birbirimizi teselli ederdik." Bir diğer çarpıcı Rıza Çalımbay istatistiği ise Beşiktaş'ın ligde son kez Fenerbahçe'yi yendiği karşılaşma olan 17 Nisan 2005'teki "Pancu maçı"nda siyah-beyazlıların teknik direktörünün Rıza Çalımbay olması!
FENERBAHÇE'NİN DERBİ EFSANELERİ
Beşiktaş'a karşı ilk galibiyet
Kazanan Galatasaray oldu!
28 Kasım 1924'te oynanan ilk Fenerbahçe - Beşiktaş derbisi bir özel maçtı. Taksim Stadı'nda oynanan karşılaşmada Zeki Rıza Sporel'in iki golünün yanı sıra Cafer Çağatay ve Alaaddin Baydar'ın Beşiktaş filelerine bıraktıkları gollerle Fenerbahçe 4-0 galip geldi. Aslında derbinin ilk randevusu 22 Nisan 1921'de Kadıköy'de oynanacaktı. Ancak “Galatasaray Bayramı” kapsamında sarı-kırmızılılar tarafından düzenlenen turnuvada Galatasaray'ın itirazı üzerine Beşiktaş Bekir ve Refik Osman'ı oynatamayınca Beşiktaş çekilmişti.
Beşiktaş'a karşı Türkiye Ligi'ndeki ilk galibiyet
"Bir olsun bizim olsun"
1959 yılının bahar ayında 8'er takımdan iki grup halinde oynanmaya başlanan ligde, Beyaz grupta Fenerbahçe ve Beşiktaş birbirlerine rakip oldular. 18 Mart 1959'da oynanan Türkiye Ligi'ndeki ilk derbi Avni Kalkavan'ın golüyle 1-0 Fenerbahçe lehine sonuçlandı. Fenerbahçe, Beyaz grubu o sezon bir kez daha yenmeyi başardığı Beşiktaş'ın 8 puan önünde 1. sırada tamamladı ve iki ayaklı finalde Kırmızı grubun lideri Galatasaray'ı geçerek Türkiye Ligi'nin ilk şampiyonu oldu. Avni Kalkavan, o sezon tek golünü Beşiktaş'a attı.
Beşiktaş'a karşı en farklı skorla galibiyet
Aladdin'in tarihi hediyeleri…
6 Aralık 1958'de İnönü Stadı'nda oynanan özel maçta Fenerbahçe ezeli rakibini 7-0'lık bir hezimete uğrattı. Maçın ertesi günü Türkiye A ve B milli takımları Ankara ve Filibe'de Bulgaristan'la karşılaşacağı için her iki takım da son derece eksik kadrolarıyla 2-3-5 dizilişiyle sahaya çıktılar. Gol perdesini 17. dakikada Mikro Mustafa açarken Fenerbahçe 30 dakikaya toplam yedi gol sığdırdı. Namık Sevik maç yazısında Beşiktaş'ın 3. kalecisi Aladdin'in “hediye”lerini eleştirirken yazısının sonunda Fenerbahçe'nin 7 golle öne geçtikten sonra ezeli rakibinin üzerine gitmemesine dikkat çekiyordu.
Beşiktaş'a karşı ligde en farklı galibiyet
"Bir oğlum olacak, adı Cemil olacak"
7 Mart 1976'da 42.226 seyircinin 931.270 lira ödeyerek izlediği maça damgasını vuran sarı-lacivertliler adına hat-trick yapan Cemil Turan'dı. 3-0 biten maçtan iki gün önce Cemil Turan'ın takım arkadaşı Serkan Acar, eşi “Ayşecik” Zeynep Değirmencioğlu'yla dünyaya getirdiği oğullarına bu tarihi zaferin hatırasına “Cemil” adını vereceklerdi. Maçtan sonra Fenerbahçe teknik direktörü Abdullah Gegiç “Renklerimizden ilham aldık, rakibimizi orta saha boğduk” açıklamasını yaparken Beşiktaş efsanesi Şükrü Gülesin köşe yazısında maçı şöyle yorumladı: “Kendi küçük adı büyük maçta Beşiktaş o kadar ikramda bulundu ki gol atmamak Fenerbahçe için kabalık olurdu.”
Beşiktaş'a en çok gol atan
“Üç golü de üzüle üzüle attım!”
Şener Şen'in “Neşeli Günler” filmindeki efsanevi jilet pazarlama sahnesine Pele ve Beckenbauer'le beraber ilham olacak kadar kudretli bir gol sanatçısı olan Cemil Turan, 1972 - 1980 yılları arasında sarı-lacivert formayla Beşiktaş ağlarını 19 kez sarsarak Fenerbahçe adına Beşiktaş derbilerinde en çok gol atan oyuncu oldu. Cemil Turan, Fenerbahçe'nin Beşiktaş'a karşı ligdeki en farklı galibiyetini aldığı 1976'da hat-trick yaptığı maçtan sonra şöyle diyecekti: “Beşiktaş'ı perişan etmek istemezdim, 3 golü de üzüle üzüle attım.” Daha sonraki yıllarda Cemil Turan'ın yeğeni Yasin Sülün, uzun süre Beşiktaş forması giydi.
Beşiktaş'ı yenemediği en uzun dönem
Uche geldi, Milne gitti
Fenerbahçe çeşitli dönemlerde Beşiktaş karşısında 3 kez (Mayıs 1943 - Kasım 1945, Ocak 1984 - Ağustos 1986, Mayıs 1990 - Aralık 1993) 12 maç üst üste galip gelemeyerek, taraftarlarına derbi galibiyeti hasreti çektirdi. 11 Aralık 1993'teki karşılaşmada sarı-lacivertliler adına şeytanın bacağını İlker Yağcıoğlu ve o sezon Fenerbahçe'ye transfer olan Uche Okechukwu'nun attığı goller kırdı. Bu maç siyah-beyazlıların başında uzun yıllar Fenerbahçe derbilerinde büyük üstünlük kuran Gordon Milne'in de son derbi maçı oldu.
EN BÜYÜK EFSANE!
ŞENOL-BİROL GOL!
Tümer ve Rüştü daha portakalda vitaminlerken ezeli rekabetin üstüne benzin döken efsanevi bir ikili vardı. Edebiyat mezunu gol sanatçısı Şenol Birol ile kadife bilekli, doğma büyme Kadıköylü Birol Pekel, ilk önce İnönü'yü her maçta inim inim inlettiler: "Şenol-Birol-Gol" Aslında ilk önce 1959 yılında başlamıştı Fenerbahçe ile Beşiktaş arasındaki gol transferi savaşı! O dönem Sarıyer'i uçuran Şenol, önce siyah-beyazlıları seçip Birol'la buluştu. 1963'te ise ikinci Şenol-Birol savaşı yaşandı... Parasızlıktan efsane ikilisini ezeli rakibine kaptıran Beşiktaşlılar gözyaşları içinde Birol'u suçladılar, "Şenol'u da o ayarttı!" diye. Baba Hakkı ise "Mecburen sattık ama Şenol-Birol gider Yusuf-Sanlı gelir" diyerek siyah-beyazlılar adına son noktayı koydu. O yıldan sonra üst üste iki kez Şenol-Birol'lu Fenerbahçe, sonraki iki sezon ise Yusuf-Sanlı'lı Beşiktaş şampiyon oldu.
Yine de İnönü'den "Şenol-Birol bizimdir" sesleri eksik olmadı. 2000'e kadar ezeli rekabetin transfer şampiyonu hep Fenerbahçe oldu. Süleyman Seba'dan sonra ise siyah-beyazlılar, daha önce sarı-lacivert formayı giymiş 10 ismi kadrosuna katarak transferdeki ezeli rekabete başka türlü bir boyut kazandırdı.
15 Kasım 2009 Pazar
HER TÜRK TEKNİK DİREKTÖR DOĞAR!..
Özel olarak Millwall taraftarı falan değilim, bilakis taraftar lideri Türk olsa da zaman zaman ırkçılıkla itham edildikleri için çok da sevdiğim bir takım değildir Millwall. Londra'da sempati duyduğum bir takım varsa o da Arsenal'dir, Arsenal Wenger'dir.
Ancak olay menajerlik oldu mu akan sular duruyor bende... Empati kurmak, rakibimi anlamak uğruna Rangers'ı, Real Madrid'i çalıştırmışlığım da var, askerde bir genci mutlu etmek için Fenerbahçe'yi çalıştırıp Beşiktaş'ı yenmişliğim de...
Çok sevdiğim İlker Duralı çok sever Millwall'u... Hem onun hatırına hem de küçük fakir takım çalıştıran hocalarla daha fazla empati kurabilmek için çalıştırdım Millwall'u... Oyunun versiyonu arayüz olarak CM 2001-02 ama database'i, veritabanı 2009-2010, http://www.cmfmfan.com ya da http://www.champman0102.co.uk/forum/ adreslerinden siz de indirip update edip oynayabilirsiniz bu versiyonla.
alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5404422414188832114" />
İlk kez küçük mütevazı fakir bir takımı çalıştırdığımda 1996 yılıydı, o zamanlar 3. kümede olan Wigan'la FA Cup'ı kazanmıştım, 6 ay sonra gerçek dünyada yolum Wigan'a düştüğünde FA Cup'ı kazandırmış hoca olarak heykelimi aradım ilçe meydanında... Aradan 13 yıl geçti hala değişmemişim, aynı çocuğum; ama zaten futbol hiç büyümek istemeyen çocukların oyunu değil mi? O zaman sevgili dostum İlker Duralı'ya hediyem olsun bu UEFA Kupası... Kim bilir, belki bir gün beraber Londra'ya gider Millwall mahallesinde heykelimi ararız beraber!.. Bu arada bakmayın UEFA Kupası ve Premier Lig 2.liğine, takımı buralara getirene kadar antrenmana hiç gelmeyen topçu bozuntusundan yıldızı parlar parlamaz Chelsea'ye giden genç yeteneğine neler neler yaşamadım! Allah tüm fakir takımları çalıştıran hocalara sonsuz sabır versin! Bizim fmcm.com'dakiler çok daha büyük başarılara imza atmışlardır, o ayrı... 31 yaşında ancak bu kadar oluyor!
12 Kasım 2009 Perşembe
FORZA ERKAN CAN!.. FORZA FUTBOL!..
Beşiktaş dergisine röportaj veren Erkan abimiz "Takım tutmak rahatlatır" demiş... Beşiktaş'ı tutuyor diye özellikle sevmedim Erkan abimizi... Kimler kimler Beşiktaş'ı tutuyor, birini sadece Beşiktaş'ı tutuyor diye sevmek, futbolu sevmemek bence... 70 kilo fazlası olan mafya bozuntusu Beşiktaşlı da var, Rıza Çalımbay gibi tepeden tırnağa insanlığın yüz akı bir Beşiktaşlı da var... Ben Beşiktaşlı diye Rıza Çalımbay'ı seviyor değilim ama Rıza Çalımbay'dan dolayı Beşiktaş'ı bu kadar çok seviyorum...
Erkan Abi'nin Beşiktaşlılığı da benzer bir yaşama sevinci, hesapsız bir neşe yaratıyor içimde... Zeki Demirkubuz'un, Zafer Algöz'ün Beşiktaşlı olmasındaki gibi... Benim için önemli olan en çok para alan yorumcu olmak değil, Zeki Demirkubuz'un sevdiği bir yorumcu olmak... Belki de hayatımın en güzel anlarından birisiydi Zeki Demirkubuz'un beni arayıp ne kadar sevdiğini, benim küçük de olsa etkimle de Beşiktaş'a daha bağlandığını söyleyince koltuktan düşmemek için masaya tutunmuştum! Akraba bir hissiyat söz konusu ama tüm para pul, araba, ününü 100000 ışık yılı üzerinde bir his:)))
Bu yüzden açtım FourFourTwo arşivimizi, hayatımın en güzel röportaj deneyimlerinden olan Erkan Can söyleşisini sizlerle paylaşmak istedim... Forza Dinamo Mesken, Forza Erkan Can, Forza Liverpool, Forza Livorno, Forza Celtic, Forza Zeki Demirkubuz, Forza Baba Hakkı, Forza Metin Oktay, Forza Uche-Högh, Forza Şenol-Birol-Gol, Forza Barcelona, Forza FUTBOL!...
1970’lerin ortasında başlayan ama 1980’lerde yarım kalan futbol rüyası kaldığı yerden devam ediyor. Erkan Can’lı Dinamo Mesken artık FourFourTwo’nun da dünya ahiret kardeş takımı!
Erkan Can’la ruhani kalesinde, Cihangir’de buluştuk. İlk karşılaşma anından itibaren Cihangir sokakları uçsuz bucaksız bir futbol sahasına dönüştü. Erkan Can’ın her bir sözünde, jestinde içimizden “Helal olsun içindeki insan sevgisi”ne diye haykırmak, her bir cümleden sonra şampiyonluk golü atmış gibi sevinmek, tezahürat yapmak istedik. Cihangir kepçe, biz kazan herkesin galip olduğu bir maçta Dinamo Mesken ekseninde futbol topunun içindeki gizli dünyada dolaştık durduk…
Erkan Can, ilk önce topa FourFourTwo’nun Ocak 2009 sayısının sayfalarını karıştırarak girdi. Törkiş Fight Club sayfasını gördüğünde kafamızdaki futbol topunu şöyle bir göğsüyle yumuşatıp önüne aldı: “Pascal tabii ya, Beşiktaş bu adamı çok sevdi. Ne deli adamdı, helal olsun valla. Ben de çok sevdim. Zaten Beşiktaşlıyım, aslında şöyle desem daha doğru olur ve Anadolu’ya ayıp olmaz: İstanbul’un üçbüyükleri arasında futbol kalbim Beşiktaş’ta. Aslında ben futbolun oynanışını doğru dürüst bilmem, oynayamam. Sinemacı tayfasında bu işin kralı Zafer Algöz’dür. İstese en kralından futbolcu olurdu. Sahanın her yerinde Cruyff zamanı Hollandalısı gibi oynar, tam bir takım oyuncusudur ki bu yüzden de bu kadar başarılı bir tiyatrocu. Ben de onun gibi takım olmak ne demek bilirim, hissederim. Bir film seti de kurgucusundan çaycısına kadar bir takımdır. Her şeyin başı empatidir, takım olmanın da temeli empatidir."
‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da teknik direktör çaycıya ‘Futbol asla sadece futbol değildir’ der. Olayın sırrı şudur: Futbol şahsi beceri gerektirir ama istediğin kadar yetenekli ol iyi bir takımın yoksa mantarlarsın. Bizim birçok yıldızın da dramı burada saklıdır. Şimdiki futbolda artık o ideal takım ruhu yok. ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da da bunu anlatmaya çalışıyoruz. Futbol her şeyden önce mahalle sporudur. Futbol oynamak için çok fazla şeye ihtiyacınız yoktur. ‘Hadi oynayalım’ denir, icabında gazete kağıtlarından top yapılıp oynanır. Yani futbol zenginlerden çok en alttakilerin, mahallelilerin oyunudur. Ben mesela sahada neredeyse hiç oynamadım ama hep takımın içindeydim. Çünkü benim için mahalle demek takım demektir. Ben 1970’lerde Ertuğrul Gazi’de kurduğumuz Dinamo Mesken kulübünde getir götür işlerinden amigoluğa kadar her şeyi yapardım. Takımın asıl adı tabii Dinamo Mesken değildi ama sonra öyle kaldı. Ertuğrul Gazi Meskenspor adıyla kuruldu takım.
Dinamo ismi efsanevi Sovyet takımı Dinamo Kiev’in Bursa’ya gelip oynamasından geliyor. O gün Bursaspor maçı kaybetmişti ama Bursa futbolu çok şey kazandı, Dinamo Kiev’in temsil ettiklerine aşık oldu, ismini ondan aldı. Dinamo Mesken ise bizim lakabımız oldu. Dinamo demek ‘bitmeyen enerji, devamlı enerji’ demektir. Biz de takımı kurduğumuzda Dinamo’ya olan hayranlığımızdan ‘Dinamo Mesken’ diye bağırdık. ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ın altmetninde de Dinamo Mesken’den etkiler vardır. Asıl durum mahalle futbolu vaziyetleridir. O dönemde aslında tüm amatör kulüplerin hikayeleri aynıdır, hatta sadece Türkiye’de böyle değildir, evrensel bir durum söz konusudur.
Ken Loach’un da ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’a akraba filmleri vardır. ‘Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ benim çok severek oynadığım bir filmdir. Bugün de Dinamo Mesken’i yeniden kurmamızda 25 yıl önce attığımız temellerin etkisi büyük. Benimkisi yine amigoluk, manevi olarak mahalle takımımızın yanında olmak. Yakında kongre var, hiçbir şeye aday değilim ama her göreve hazırım! Bu projede işi bilenlere, ağabeylerimize bırakmak lazım diye düşünüyorum. Dışarıdan destek de değil benimkisi, sadece gönül meselesi! En büyük destekçilerimizden birisi Bursaspor’ın efsanevi oyuncusu Sedat 3 ağabeyimizdir. Futbol dışında diğer branşlarımız da var. 1970’lerde çok başarılı olduğumuz pinpon ve hentbol başta olmak üzere birçok spor dalında yeniden faaliyete geçmeye hazırlanıyoruz. Dinamo Mesken spor haricinde kültürel faaliyetlerde de bulunacak: Bir kütüphanemiz var, onu geliştirmeyi çok istiyoruz.
Bizim Ertuğrulgazi Meskenspor yani namı diğer Dinamo Mesken tamamen gönül işidir, biz bu bayrağı mahalledeki ağabeylerimizden devr aldık, çocuklarımıza torunlarımıza miras bırakacağız. Bu işe en çok gönül veren de şu anda genel sekreter olan Vedat Vermez’dir. Onun yazdığı harika bir manifesto vardır: Dinamo’nun taraftarları aynı zamanda güzel futbolun taraftarıdır; yenen rakibini alkışlar ve kutlar. Dinamo çalışkandır, sevgi üretir, dostluk üretir, paylaşma üretir. Dinamo her Meskenlinin kalbinde sonsuza kadar yaşayacaktır. Daha ne olsun ki?
Ben lisedeyken yer jimnastiği yapmıştım, o yüzden kaleciliğe ayrı bir gözle bakarım. Bir aralar aynı zamanda Dinamo Mesken’in kalecisi olan Vedat Vermez beni çalıştırmıştı, iş başa düştü ben de kaleye geçtim. Kalecilikten çok mu anlarım, elimden geldiğince her topa atlardım ama tabii tiyatroya öyle bir gönül verdim ki bir daha kaleye geçemesem de hep takımın içinde oldum. Her şeyi izledim, inceledim. Maçları çok iyi biliyormuş gibi izlerim ama aslında benimkisi o paylaşma kültüründen aldığım eşsiz zevk.
Futbol dünyayı saracak kapasitede devasa bir olgu. Futbolla ülkeler yönetilir, Franco ve Salazar gibi faşist diktatörler yıllarca insanları futbolla uyuttular. Ancak bunun tersi de geçerli, birçok insanın gözü futbolla açıldı; futbol ayakta kalmalarını direnmelerini sağladı. Her Real Madrid’in bir Barcelona’sı var yani. Barça çok güzel örnek, hala formaya ticari reklam almadılar, helal olsun valla! Onlarınki de başka türlü bir Dinamo Mesken işte! Vedat’ın dediği gibi Dinamo, dil, din, ırk, cinsiyet ayrımına izin vermeyen özgürce yaşama duygusudur; doğaya ve insanlığa zarar verecek her olumsuzluğun karşısındadır!
EKSTRADAN:
ROY KEANE-ZEKİ DEMİRKUBUZ VERKAÇI!
“Futbol, sinema ve tiyatro çok iç içe aslında. Futboldan yola çıkıp hayatla ilgili binlerce şey anlatılabilir. Tiyatro eğitimim döneminde bir yıl boyunca futbolu inceledik, üzerine derinlemesine çalıştık. Futbolun içinde sonsuz hikaye var. Bak mesela bu 2002 Dünya Kupası’nda İrlanda’nın hocasıyla en iyi oyuncusu (Mick McCarthy ve Roy Keane’i kast ediyor) kapıştılar, o olaydan kapalı gişe tiyatro oyunu çıktı (I, Keano). Bizde ise uzun zaman sinemacılar içlerine kapandı, topluma yukarıdan baktılar, o yüzden de futbol topunun içinde gizli dünyayı ıskaladılar. Tabii şimdi iş değişti, mesela Zeki Demirkubuz’un Beşiktaş taraftarından yola çıkarak yazdığı bir tribün hikayesi var, bilmiyorum ne zaman çeker ama bu işler yapılmalı. Eli kulağında, her an birisi futboldan yola çıkıp olayı patlatabilir.”