En baştan söyleyelim: Eğer Pascal Nouma, endüstriyel futbol düzenine biraz olsun uyum sağlasaydı, yeteneğinin yarısını kullanarak en azından bir Nicolas Anelka gibi futboldan çok büyük paralar kazanabilirdi. Sadece başkaları gibi “oynayarak” kazanmak istemedi tıpkı çağımızın diğer Beyaz Zencileri Syd Barrett, Brian Jones, Janis Joplin, Iggy Pop, Joy Division’ın rahmetli solisti Ian Curtis gibi… O asla Elton John, Michael Jackson, Sting, Anelka, George Michael, Beckham gibi olmadı, olamazdı da… Çünkü olmak istemedi… Sahte bir cennette kölelik etmektense o sahte cenneti inşa edenlerin cehennem olarak nitelediği sürgünde kahraman olmayı yeğledi! O kadar! Yoksa hayatta sadece Jimi Hendrix’in gitarı ve Miles Davis’in trompetiyle karşılaştırılabilecek kalibredeki içine sığmak bilmeyen ruhunu üflediği üstün fizik gücü ve onu en güzel şekilde tamamlayan vuruş tekniğiyle İnönü’de 100 Bobo gücündeydi. Tıpkı Miles Davis gibi o anda beraber bir şeyler yarattığı insanların arasındaki en yetenekli adam olmasına rağmen diğerlerinin yeteneğini ateşlemek için kendi yeteneğini yoldaşlarına adadı. Sezon başına 40 gol atabilecek bir son vuruş yeteneğine sahipken kimsenin yapmadığı asistleri yaptı, 90 dakika boyunca savunmanın üçüncü ve en sağlam stoperi, orta sahanın ikinci ve en etkili önliberosu oldu. O Beşiktaş’ın ruhuydu ve ondan sonra Beşiktaş asla bu kadar siyah-beyaz olmadı. Pascal Nouma, sahadaki Çarşı’ydı…
4 Mayıs 2009 Pazartesi
BENCE BEŞİKTAŞ'TA EKSİK OLAN: NOUMA RUHU
Pascal Nouma’nın her anı bir festival, her hareketi gökkuşağının başka bir büyülü rengiydi. Onu yaratan Tanrı’nın gerçeküstücülüğü keşfettiği o delilik ile dahiliğin düşman ikizler kesildiği anlarda, Nouma isimli gökkuşağının tüm renkleri iç içe geçtiğinde, siyah-beyaz’ın en güzel hali olan sonsuz bir tayf bahşedildi bizlere… Onu İnönü’de, sokakta ya da televizyonda her gördüğümüz an en iyi arkadaşımızı, rahmetli babamızı görmüş gibi hissettik hep… Pascal Nouma, bizim tribünden, bizim mahalleden, bizim ailedendi… O “biz”dik, hepimiz Zenci’ydik…
Futbolcuların, parası olanların elinde kölece yaşatıldığı, birer otomatik portakala dönüştürüldükleri sanal bir cennette, her kahraman gibi “psikopat” olarak addedildi. Leeds maçında dünyanın en tiksinç ırkçılarından Faşist Cephe üyesi Danny Mills’e attığı Osmanlı tokadının ya da kazanmak için her yolu mübah sayan yerel Materazzi taklidi Gençlerbirliğili Tomas’a attığı kafanın Zidane’ın insan müsveddesi Materazzi’ye attığı kafadan ne farkı var Allah aşkına? O en doğal insani tepkinin, olabilecek en çılgınca dışavurulduğu andaki psikoloji ile Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Raskolnikov’un tefeci kadını öldürdüğü andaki psikolojisinin birbirlerine olan ikiz kardeşler misali benzerliği, tam da 21. Yüzyılın şizoid insanı değil mi?
Hem de ta kendisi… Baudelaire’in çok önceden müjdelediği gibi “bir can sıkıntısı çölündeki dehşet vahası” Pascal Nouma… Asiliğin, asaletin ta kendisi olduğunu, yeşil sahalarda en yüksek sesle haykıran katıksız hayata susamışlığın ta kendisi! O Osmanlı tokadı ve Abdülcanbaz kafasından sonra “kötü adam”, “psikopat” dediler. Evet, “kötü adam”dı çünkü “kötü adam” zencilerin argosunda beyazlara isyan ederek, zencilerin sonsuz saygısını kazanan adam demekti zaten. Baba Hakkı’dan beri kim bu kadar sevildi, kim bu kadar sayıldı Beşiktaş mitolojisinde? Pascal Nouma! Çünkü Pascal Nouma, yıllardır üst üste gelen saha içi ve masa başındaki yenilgilere, ezilmişliğe, haksızlığa atılan en güzel, en siyah-beyaz tokattı. Nouma, İnönü’ye adımını her attığında o ve onu sevenler o anda kendilerini dünyadaki tüm dağları devirecek kadar güçlü hissettiler.
“Psikopat” dediler ona… Bizzat kendisi de Beşiktaş’la olan sonsuz aşkının ikinci cildine başlarken “Beşiktaş taraftarını çok özledim, onları çok seviyorum… Onlar da benim gibi psikopat, sadece onlara layık olmaya çalışacağım” demişti. Biz de “onun gibi psikopat”tık, doğru. Beyaz Zenci'de ne demişti Norman Mailer:
“Modern çağda psikopat diye nitelenen kişi, hakiki anlamda özgür olan insandır sadece”Başta parasından başka hiçbir özelliği olmayan plastik başkanlar ve hakem eskisi televizyon yıldızları olmak üzere tüm maskeli balocuların anti-tezidir Pascal Nouma. Ve biz onu bu kadar sevip, diğerlerinden bu kadar nefret ettiysek, biz Türkler olarak Avrupa’nın zencileri olduğumuz içindir her şeyden önce. Türkiye tarihinde, ülkemize gelen Avrupa Birliği vatandaşlarından sadece Pascal Nouma, “Ben Türküm” diyerek pasaport gişesinde sefil kuyrukların olduğu Türk Vatandaşları Gişesi’nden giriş yapmıştır. Çünkü bizzat Beşiktaş ile Leeds deplasmanına gittiğinde görmüştür, Türklere nasıl da zenci muamelesi yapıldığını… O da her zoraki göçmen zenci gibi, sadece çok iyi futbol oynadığı için asla kendisine bahşedilen pasaportunda yazan ülkeye kendisini ait hissetmemiştir. Havalimanına iner inmez İstanbul toprağını öptüğü 2005’te, Cezayirliler Paris’in gettolarını yaktığında ne demişti bize: “O mahallelerde ya Zidane olursunuz ya da arabaları yakarsınız. Ben de insanların kümesteki hayvanlar gibi yaşadığı o mahallelerde yaşarken o arabalardan yakmıştım”
Yaptığı en büyük “psikopatlık” olarak nitelenen ve kendisini ait hissettiği yerden kovulmasına sebep olan elini şortuna sokma olayında da herhangi bir Türk’ten farklı davranmamıştı ki! Biz Türkler, sokakta, evde, kahvede, her yerde tombala çekmiyor muyuz? O da öyle demişti zaten: “Sokakta herkesin yaptığı bir hareketi yaptım” Sadece kendisini kovma cüretini gösteren maskeli balocular, yani tüm aşağılık kompleksleriyle davrananlar dışarıda yapmaz o hareketi – yatak odalarında çocuğu yaşındaki kızlara yaparlar sadece… Zaten uzun bir süre bu hareketi “Antrenmandaki Sinan Engin taklidi” olarak yorumladı bazıları… Belki de hem çok daha güzel ve çok daha erkek olduğu, hem de yaşı yaşına daha çok uyduğu için sözde şeref tribününde oturan plastik başkan yerine kendisini seçen kız meselesine gönderme yaptı o kadar…
O ağzından puro eksik olmayanlara, bize “psikopat” diyenlere göre, onların adi kurallarıyla oynamayan herkes psikopattır, gangsterdir. “Büyükler”in sahte cenneti ile bir türlü uzlaşamayan, yani onların bakarkör gözünde asla büyümeyen bir çocuk olan “psikopat”ın temel dürtüsü çocukluk fantezilerini yaşamaktır. Pascal Nouma, İnönü Stadı’ndaki her saniyesinde o çocukluk fantezilerinden ibarettir. Çocuklar mahallede top oynadıklarında arkadan tekme sallamazlar… Tüm uyarılarına rağmen arkadan tekme atanlar, önce tokadı yerler, sonra da bir daha o oyuna katılamazlar.
O anda Mills değersiz bir böcekti çünkü karşısında rakibi olan Avrupa’nın zencileri Türkleri aşağılıyordu… Tomas da en az Mills kadar değersizdi o kafayı suratına yediğinde, hakemin görmediği anlarda rakibin anasına sövmek, arkasından diz kapağına tekme sallamak ile Ku Klux Klan’ın farkını söylesenize! Muhammed Ali’ye kadar tüm siyah boksörler özel hayatlarında birer sözleşmeli köle, halkın karşısında bir kraldı. Bunu ilk Muhammed Ali tersine döndürdü. İnönü Stadı’nda ise Pascal Nouma bu kaderi ölümsüzleştirdi. Hatırlasanıza, asker eskisi kendini beğenmiş hakem, o günlerde ilerideki muhtemel televizyon yıldızlığına yatırım yaparken nasıl da kaçırmıştı ağzından: “Beşiktaş’ın zenci futbolcusu….” Zavallı bilmiyordu ki James Brown’un harika şarkısındaki gibi en yüksek sesle biz hepimiz zenciydik ve bunla gurur duyuyorduk!
Pascal, asla hakemleri tanımadı çünkü sahaya hakim oldukları ölçüde hakkaniyetten yoksundular kara gömlekli beyaz adamlar. Sahi söylesenize, neredeyse nüfusunun dörtte biri siyahi olan koskoca Avrupa’da neden nüfusun milyonda birisi kadar siyah hakem yok? O zaman tabii “psikopat”a dönüşür Pascal Nouma… Deniz Gezmiş, maaşını Amerikalılar’dan alan mahkemeyi tanımamıştı, o da “psikopat”tı. Beyaz Türklerin siyah Türklerden gaspettiği paraları gömdükleri bankaları soydu, kendi ülkesini yönetmeye çalışan Amerikan askerlerini kaçırdı, hem psikopat, hem de gangsterdi o zaman! O bağlamdaki “gangster”, modern zamanlarda kahramanın, kralın muadilidir. Asılmadan hemen önce pekala özür dileyebilir, hatta ileride bazı arkadaşları gibi o devletin vekili bile olabilirdi. Ama kendi idam sehpasını kendisi tekmeledi. O tekme kölelik ettiği sahte cennete atılan tekmeydi, gözlerini kapadı, nefesi kesildiğinde diğerlerinin cehennem sandığı cennette sonsuz hükümran oldu. Nouma da pekala, Mills’e tokadı atıp 6 maç ceza almayabilir, sonraki maçlarda yeteneğinin yarısını kullanarak bir çok gol atıp İngiltere’nin, İtalya’nın en iyi takımlarına gidebilirdi. Yıllarca bir sürü yabancı futbolcu geldi gitti ülkemize. İyi bir performans sergileyenler, hemen daha büyük paralara Beyaz Avrupa’ya geçtiler. Çoğu parasını aldıkça yüzümüze güldü, arkamızdan salladı durdu. Bizi hakir gördü, dilimizi bir tek kelimesi bile öğrenilmeye değmez bir kabile dili gibi aşağıladı, kültürümüzü anlama zahmetine bile girişmedi. Ama Pascal ne demişti bize: “Futbolcu olmasaydım, gangster olur, hapislerde çürürdüm” Futbolu bıraktığında da bizim gibi “gangster” oldu zaten ama zihnimizdeki hapishanede asla çürümedi. Yaşamlarının her anını sınırlardan ibaret bir “düzen” adlı hapishanede yaşayan ve bu sınırları ancak kendi aralarında ihlal edebilen bir halka seslenen bir sınırsızlık fantezisiydi. Beyaz bir düzenin biz siyahlara layık gördüğü köşeleri sıradanlık, boyun eğme ve unutmak olan şeytan üçgeni şeklindeki kaderden kaçarken, bizi de oradan kaçırdı, bir daha geri dönmeyecek şekilde özgürleştirdi.
Buraları hiç terk etmek istemedi… Katar’a sürgüne gittiğinde attığı gollerin bir videosunu Lucescu’ya yolladı, filmin son karesinde sadece kendisi vardı, “Beni yuvama geri al” diye yalvarıyordu. Tüm siyahlar gibi her zaman kendisine bir yuva aradı, Nouma’nın yuvası İnönü’ydü. Öldüğünde bile oraya gömülmek istiyordu. Bir gün geri dönüp İnönü’nün çimlerini yiyecek, kendisini görünce avazı çıktığı kadar “Fransa’da doğdu, Beşiktaşlı oldu, helal olsun sana, Pascal Nouma” diye bağıran insanlar, içindeki asla büyümeyecek çocuğu ilk doğduğu günkü gibi ağlatacaktı. Televizyondaki aynı derebeyleri “Şov” dediler. Allah aşkına, her şeyi paraya tahvil edilebilecek bir şov uğruna yapsaydı, zar zor iş bulduğu başka bir takımda, Livingston’da oynarken “Ölene kadar siyah-beyaz” der miydi hiç? O derebeyleri, herkesi kendileri gibi sanıyordu sadece… Çünkü hiçbirisi şişkin cüzdanlarından bir zırnık bile ayırıp bizim gibi depremden çok çeken Pakistan’a ayırmazdı, o paralarla anlaşmalı maçlara bahis oynayıp kazandıklarında susarlar, kaybettiklerinde de “Türkiye’de futbol şaibeli” diye avazları çıktığı kadar bağırırlardı. Tabii ki Kızılay’ın Pakistan’a yolladığı 30 çelik evden birkaçının parasını cebinden hiç düşünmeden çıkaran Pascal Nouma’yı sevmiyorlardı çünkü o gittikten sonra Türkiye’de bize futbol diye yutturulmaya çalışılan pisliği deşifre etmişti. Sevmesinlerdi zaten… Biz de onları sevmiyorduk hiç! Ölseler üzülürdük belki ama kesinlikle ağlamazdık. Bizim Pascal ile olan aşkımız Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’indeki katıksız aşkla karşılaştırılabilirdi ancak: “Bir anı bile binlerce ömre değerdi” Pascal bize “Bir dakika daha siyah-beyaz formayı giymek için ölürüm” demişti. Onun ölüsü bile bizi diriltmeye yeter!
Ona yazdığımız 2000’li yılların en güzel şarkısı “Fransa’da doğdu” diye başlıyordu. …
Nüfuz cüzdanında yazana göre de 6 Ocak 1972’de Fransa’da Epinay-sur-Seine’de doğmuştu. Paris Saint Germain altyapısının en büyük yeteneğiydi. 1988-1992 arasında 37 maçta forma giydi. 1992-93 sezonunda Lille’de, 1993-94 sezonunda Caen’de kiralık olarak oynadı. Caen’de oynadığı sezon 32 maçta 7 gol atınca PSG’ye geri döndü. 1996’ya kadar PSG formasını giydi. 1996-1998 yılları arasında Strasbourg’da 57 maçta 22 gol atınca, Fransa Milli Takımı teknik direktörü Aimé Jacquet tarafından kadroya alınmak istedi ama Pascal Nouma kendini yeteri kadar Fransız hissetmediğinden olsa gerek Jacquet’ye çok sıcak yaklaşmadı. O zamanlar 1998 Dünya Kupası’nda Zidane’ın doğaüstü yetenekleri sayesinde şampiyon olan Fransa, <span style="font-weight:bold;">neredeyse bütün turnuva santrforsuz oynamıştı. Jacquet, kupanın ilk maçlarında Nouma’yı kadroya almadığı için eleştirilmiş ama Fransa’nın Dünya Kupası tarihinde kazandığı ilk ve tek şampiyonluğun harala gürelesinde her şey unutulmuştu. Ama Nouma’nın 1998-2000 yılları arasında Lens forması ile gösterdiği muhteşem performanstan sonra tartışma bir kez daha ateşlenmişti. Sonunda Jacquet, Pascal’ı tam kadroya alacakken, bizimkisi bir maçtan sonra Nouma’lığını yapmış, Jacquet “Çok iyi bir oyuncu ama aşırı hırçın” diyerek son anda onu kadro dışı bırakmıştı. Jacquet’nin “aşırı hırçınlık” olarak nitelediği olay ligde oynanan bir Lens maçından sonra yaşanmıştı: Maç esnasında kendi takımında 5 siyahi oyuncu oynamasına rağmen rakip oyunculardan birisi Nouma’ya “Pis zenci, bok rengi aşağılık köpek” demiş, adeta eceli gelen köpek gibi cami duvarına işemişti. O zamanlar Beşiktaş taraftarı ile henüz tanışmamış olan Nouma, kafası attığında rakibe kafa atmak için maç sonlarını bekliyordu. O gece de maçın sonunu beklemiş ama maç biter bitmez soluğu rakip soyunma odasında almıştı. “Nereye gidiyorsun?” diye soran çoğu siyahi birçok takım arkadaşına “Bize bok rengi diyen herifi öldürmeye” demiş ama kimse yardımına gelmeyince tek başına rakipten 16 futbolcu, 5 yönetici ve 6 teknik heyet mensubunun olduğu odaya ringe dalan Muhammed Ali gibi dalmıştı. Önce diplomatik yolu denedi: “Bana kim bok rengi dediyse öne çıksın, onu öldüreceğim sadece… Diğerlerinin korkmasına gerek yok” Ama saniyeler ilerledikçe, kendisine “bok rengi” diyen böcek bir türlü ortaya çıkmadı. Üstelik rakibin siyahi oyuncuları da bu duruma hiçbir tepki göstermemişlerdi. O anda Nouma “Fransa Milli Takımı’na da, Jacquet’ye de, Fransa’ya da, anasına da…” diyerek tam 27 kişiye saldırdı. O esnada, ırkçı böceğin korkaklığının kurbanı olan diğer oyuncular, kurunun yanındaki yaş dallar gibi Nouma yangınında yanıp kül oldular… Soyunma odasından 8 polis tarafından güç bela çıkarıldığında, her yer kan revan içinde kalmıştı.
Bu maçtan sonra Nouma zaten Lens’te kalamazdı, büyük bir ceza alacağı için Fransa Ligi’nde başka takımda da oynayamazdı. İyi ki de orada oynamadı! Zaten, o ırkçı böcek yerine kendisine ceza verenlerin yönettiği bir ligde bir daha oynamak istemiyordu. Pasaportunda vatandaşı olduğu ülkenin Milli Takımı’nda oynasa da asla “Fransız” olmayacağını çok daha iyi anlamıştı. Tam da o günlerde Fransa, neredeyse 11’i siyahlardan oluşan bir takımla Avrupa Şampiyonu olup sonradan başkanlık seçimlerinde tulum çıkaracak Le Pen tarafından fazla “zenci” ve az “Fransız” olarak nitelendiği günlerde ilk kez Beşiktaş’ın adını duydu. Bu Türk takımının renkleri tam da onun ruhunu yansıtıyordu. İnönü’ye adımını attığı ilk anda Beşiktaş seyircisi ona, o da Beşiktaş seyircisine aşık oldu. O aşk her geçen saniye daha da büyüdü. İlk Nouma’lığı, sürekli Beşiktaş aleyhine haber yapan, gazetesi Beşiktaş tribünlerinde tuvalet kâğıdı muamelesi gören kanalın magazin muhabirine tekme tokat dalmak oldu. Geceyi karakolda geçirdi. Ama nedense bütün Beşiktaş taraftarları kendisini destekledi. Aynı hareketi Nouma’dan önceki gözbebeğimiz, “Seba gitsin” Ahmet Dursun bile yapsa kızardık aslında. Ne olursa olsun, Beşiktaş futbolcusuna yakışmayan bir hareketti Süleyman Seba değerleriyle yeşermiş gönlümüzde. Ama Seba gitmiş, Playboy’lar hükümdar olmuştu. Kaybolan yıllar içimizde birikmiş, her an patlamaya hazır bir volkana dönüşmüştü. Nouma, magazincilere attığı uçan tekmede o volkanın ta kendisiydi sadece…
Kesinlikle profesyonel bir futbolcu gibi davranmıyor, tekmeye kafa sokuyor, hiç durmadan koşuyor, yenilgiyi asla kabullenmiyordu. Zaten ülkemizde profesyonellikten anlaşılan ahlaksızlığın en katıksız, en tiksinç haliydi. O önümüzü dahi göremediğimiz puslu havada, tünelin dibinde parlayıp içimizdeki çocuğun gözlerine yansıyan ışık gibiydi. Ne yaparsa yapsın yüzümüz gülüyor, Serdar Topraktepe’lerin, Alpay’ların binbir çabasına rağmen öldüremediği siyah beyaz ruhun vücut bulmuş haliydi. Biz ki bizim bir aylık maaşlarımızı bir gecede en adi mekanlarda bitiren gece alemcisi futbolculardan ölümüne tiksinmiştik, bir gün Nouma’ya “Diskoya götür bizi” diye tezahürat bile yapmıştık. Ben de oradaydım, sanki her an Nouma tellerden atlayıp “Hadi gidiyoruz” diyecek gibi bakıyordu bize, o her daim mahzun, dünyanın en güzel, en muzip çocuğu gözleriyle…. O gün olmasa da, diskoya olmasa da, bir gün gelecek, hepimizi Beşiktaşlıların efsanevi Kazan Meyhanesi’ne götürecekti!
İlk sezonun sonunda, Tomas’a attığı kafayı bahane ederek önce onu sonra da hepimizi ağlata ağlata uzaklaştırmışlardı Beşiktaş’tan… Daha önce neler neler yapmıştı, Tomas’a attığı kafa, daha sonradan yapacaklarının yanında bardağı taşıran bir damladan bile küçüktü… Asıl neden, Seba’dan sonra “biz her şeyi biliyoruz” diye ortaya çıkan başkan ve yönetimin Süleyman Seba’nın zamanında evini ipotek ettirerek Beşiktaş’a kazandırdıklarını bir sezonda çarçur etmesiydi. Yıllardır binbir emek ile kulübün kasasına girmiş paralar, önce bir günde “beyin hastası” olduğunu keşfettikleri Nevio Scala’nın tazminatına, sonra da Fazlı, Erman gibi asla Beşiktaş formasına yakışmayan beşinci sınıf futbolcu taklitlerinin şişirme bonservislerine harcamışlardı. Nouma da sadece o yıl kendisiyle birlikte takımın en iyi oyuncuları olan Karhan, Munch gibi daha fazla maaş ödenmemek için yok pahasına satılmıştı.
Nouma, 2000-2001 sezonunu Marsilya’da geçirdi ama “Fransa’nın zencileri” olarak bilinen göçmen takımı bile 24 maçta 18 gol atıp sayısız asist yaptığı Beşiktaş’tan sonra onu kesmedi, sadece 10 maçta forma giyip tek bir gole imza attı. Velodrome’da, asla İnönü’de olduğu gibi üst direğin iki kafa yukarısına zıplamadı, bir tek saniye bile savunmaya yardım etmedi. 100. yılda Beşiktaş’a dönüşü, kesinlikle bir yıl önce kendisini satanların son kozuydu çünkü 100. yıl olmasına rağmen her geçen gün artan borç batağından kurtulmanın tek çaresi olan kombineler satılmamıştı.
Nouma, Atatürk Havalimanı’na üzerinde Beşiktaş forması ile inmeden bir saat önce ise neredeyse bütün kombineler tükenmişti. O sezonun başında Lucescu ile konuştuğumda Nouma için çok da istekli gözükmüyordu ama her zamanki “İnsanları ne olursa olsun kazanmaya yönelik” tavrı ve kişiliği ile bambaşka bir Nouma doğuracaktı. Ne de olsa sadece Luce, Sergen’den bile “futbol yıldızı” olarak yararlanabilmişti. İlk maçında oyuna girer girmez kendisinden “Zenci futbolcu” olarak bahseden Ali Aydın tarafından anında oyundan atılacak, bir sonraki hafta İnönü’nün her yerinde “Hepimiz Zenciyiz” pankartları açılacaktı. Ne olursa olsun biz de, o da çok mutluyduk… O sene şampiyon olmasak bile yine dünyanın en mutlu taraftarı olurduk… Şükürler olsun ki en büyük aşkımızla baş başaydık…
O sezonun ortalarında bir kez daha anladık ki Lucescu yüzlerce litre Passiflora’dan, Prozac’tan daha da etkili bir sakinleştiriciydi. Nouma neredeyse hiç kart görmedi… Hatta attığı bir golden sonra gidip “ilacı”nın, Luce’nin elini öptü… Dünyanın en güzel aşk filminde bile bu kadar duygusal bir an olamazdı! İnönü’deki Dinamo Kiev maçı başladığında ise uzun bir zamandır ilk kez bir Beşiktaş maçına gitmiştim. Top Nouma’nın ayağına her geldiğinde, bütün stat aynı anda ayağa kalkıyor ve avazı çıktığı kadar en güzel aşk şarkımızı söylüyordu: “Fransa’da doğdu, Beşiktaşlı oldu, helal olsun sana, Pascal Nouma…” İkinci devrenin başlarında, Nouma’nın o olağanüstü aşırma golünü atacağı kaleye hücum ediyorduk. Nouma yine sahanın her santimetrekaresinde olağanüstü bir savaş veriyordu. Top Beşiktaş’ın sol kanadından dışarı çıkmıştı, normal şartlarda tacı atması gereken İbrahim Üzülmez her zamanki verimliliği ile gayreti ters orantılı kanat bindirmelerini yapa yapa çok yorulmuştu. Birden Nouma, Kiev cezaalanından oraya kadar geldi ve tacı atmak için topu eline aldı. O anda herkes bir daha ayağa kalktı, herkes dünyanın en ateşli sevgilileri gibi avazı çıktığı kadar bağırıyordu. İlk kez bir İrlanda ya da İskoçya maçı dışında dünyanın başka bir yerinde birileri “sadece” tacı atan adamı avuçları patlarcasına alkışlıyorlardı. Yaklaşık beş dakika sonra Nouma da aşkımıza verilebilecek en güzel cevabı verdi: Aslında sadece çok yorulmuştu ve o orta saha ile ceza alanı yayı arasında aldığı topu daha fazla sürmeyip son bir can havliyle aşırtma bir vuruşla kaleye yollamıştı. Ama olanlar oldu, top İnönü’de Nouma’nın ayağına geldiğinde bir anda Hagi’ye bile dönüşebilirdi… Oldu da… Beşiktaş, daha önce yine Nouma’nın muhteşem performansı ile yendiği cihan pehlivanı Barcelona’dan sonra başka bir dünya devini, Dinamo Kiev’i yenerek elemişti. Yine o vardı! Ama zaten ona o kadar aşıktık ki, o golü atmasa bile hiçbir şey değişmezdi… Bu ruh halinin de dünyanın başka hiçbir stadında bir eşi benzeri yoktu, olmadı da…
Hiç gerek yok, Pascal’ın tek tek yaptıklarını anlatmaya… Bütün o anların toplamında ortaya çıkan binlerce niteleme sıfatı ve Ahmet Hamdi Tanpınar kelimesinden kat be kat üstün ruh hali, sonsuzluğun ta kendisi. Yoksa “tombala”dan önce Fenerbahçe’ye attığı gol de herhangi bir futbolcunun ve taraftarın hayatında başlı başına bir resitaldi… Ama Nouma-Beşiktaş aşkında sadece bir noktaydı… Keşke o golü hiç atmasa, gol sevinci niyetine tombala çekmeseydi… Ya da o zamanlar Beşiktaş’ın başında olanlar Nouma’nın binde biri kadar cesur olup onu anında kombine bir biletmiş gibi satmasalardı. Bu ülkede neler neler olmuştu, oluyordu, olacaktı da… Susurluk mafyasının eski metresi kendilerini bizden daha fazla Müslüman gören “hep kendine Müslümanlar”ın gecesinde konser verip yılın annesi seçilmişti. Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en değerli insanlarından Abdi İpekçi’yi öldürenler serbest bırakılmış, hatta onlarla gurur duyulmuştu. Sokağın ortasında bir güvercin kadar savunmasız Hırant Dink’in ensesine kurşun sıkanlar baş tacı edilmiş, Dink’in cesedi bir hayvan cesedi gibi sadece bir gazete parçası ile örtülmüştü. Amerikalı bir çavuş, bir Türk subayının kafasına çuval geçirmiş, içtimalarda kendi evlatlarına kan kusturan paşalar kıllarını bile kıpırdatmamışlardı. Yetimhane çocukları, insan kılığındaki hayvanların tecavüz fantezilerinden ibaretti. Polisler suçlular, suçlular da polis olmuştu. Neler neler olmuştu, daha neler neler olacaktı! Artık kimse hiçbir şeye şaşırmıyordu. Türkiye’nin ana haber gündemindeki her olay büyük bir şaka gibiydi… Nouma’nın tombalası da en fazla hepsine göre son derece zararsız bir şakaydı. Ama Pascal’dan başka hiç kimse bu ülkeden kovulmadı. Her şey unutuldu, bir tek Nouma’nın tombalası unutulmadı.
Onu sevmek için Beşiktaşlı olmaya bile gerek yoktu. Hatta birçok Beşiktaşlı için Nouma’dan sonra Beşiktaş’ı eskisi kadar sevmeye de gerek yoktu. Kulübün anlı şanlı adı şikelere, mafyaların yurt dışına firar etme maceralarına bulaştı. İnönü’ye nifak sokup küfürlerle Seba’yı yollatanlar, Nouma’nın Mills’e attığı tokat gibi tarihin affı olmayan tokadını yiyip o küfürlerin çok daha fazlasına maruz kaldılar ve Nouma olayında olduğu gibi hemen kaçtılar çocukları yaşındaki kızlara sığındılar. Beşiktaş kulübü kurulduğundan beri son<span style="font-weight:bold;"> anda kümede kaldığı yıllar dahil asla böylesine bir borç batağına saplanmamıştı. Kulüp çalışanlarına ödenemeyen maaşları Pascal Nouma’nın ödemesi ne kadar da manidar! Bizimle Kazan’da içmeye geldiğinde kendisine “Ahmet Dursun’la olmak için mi geldiniz? Yoksa İstanbul’da size hayran olan kadınlardan birisinin mi yanına gidiyorsunuz?” diye soran salaklara “Hepiniz Gay’siniz” demesi yetmezmiş gibi bir de “Galatasaray sizi istiyor, gidecek misiniz?” sorusu karşısında midesi bulanmış gibi “öğğğ” yapması! Ne desek boş! Pascal’ın midesini bulandıran Galatasaray değildi asla, Beşiktaş’ta bu kadar sevilen, böylesine sembol olmuş bir adamın ezeli rakibine transfer olma düşüncesi(zliği)ydi. Nouma’nın kitabındaki ahlaksızlığa, profesyonellik diyorlardı buralarda… Ama 10 puan öndeyken karşılıklı katakullilerle sadece şampiyonluğu değil, kulübün ruhunu satanlar profesyoneldi! Kulübün antetli kağıtlarını mafyaların hizmetine sunanlar profesyoneldi. Nouma değildi, Nouma bizim tribünden, bizim mahalleden, hepimizin en yakın arkadaşıydı. 2005-06’da Port Vale’de, 2007’de Katar’da ve Burundi’de oynarken de Beşiktaşlıydı Nouma…
Nouma Beşiktaş, Beşiktaş da Nouma görmesini, hissetmesini bilene… Hepimiz Nouma’yız, Beşiktaş’ız… Onu gönderip geri almayanlar sadece Beşiktaş’ı parası ile gasp edenler, gelene paşam gidene ağam diyenler… Beşiktaş asla onlara kalmayacak, hep bizim olacak… Ölünce bizi de İnönü’ye gömün, Pascal Nouma’nın yanı başına…
dün akşamın panzehiri oldu şu yazı.. sıfatlar kifayetsiz..
YanıtlaSilBiz semte doğru başımız önde giderken, o da tv'sini yeni kapatıp kendini alkole vermişti büyük bir ihtimalle..
YanıtlaSilYa da, dün oynamış olsaydı 2 3 futbolcuyu tokatlardı heralde soyunma odasında..
bir insan bu kadar mı güzel anlatılır,
YanıtlaSilbir insan bir takıma bu kadar mı çok şey verebilir,
bir insan böyle uzun bir yazıyı nasıl gözünü kırpmadan okur...
bilmiyorum!
yazıyı okurken her satırda ağladım, yazı bitti ben 2., 3. tekrarları yaptım yine ağladım.elinize sağlık.futbol futbol olmaktan çıkarken, pislenirken pascal tertemiz bir abidedir.aşığıyız.ama bizi bu kadar seven, bizi bizden iyi bilen bir adama bu kadar kötülüğü nasıl yaptık, ona nasıl kıyabildik?
YanıtlaSilBilinç akışı tekniğini kıçından anlayan, çok bilmişliklerini bir türlü yazılarına üsturuplu bir şekilde yediremeyen Radikalciler okusun. Ayrıca Beşiktaşlılık diye kin ve nefret saçan ağzı salyalı İbrahim Altınsay'a da kapak olsun.
YanıtlaSilPS:Arada Mozz göndermesi (doğal olarak) nazarı dikkatimi celbetti
Yeni Açık'tan Saffet Bey
hocam blogunuzdaki tüm yazıları okuyorum,okuma sebebim de her bir yazı ayrı bir efsanenin ayrı bir öyküsü..
YanıtlaSilbu efsanelerin yanına Nouma gibi bir ismi anlatman ve yukardaki resmi koyman garibime gitti açıkçası..Nouma'nın kırmızı kartlarını 'ruh' şeklinde yanlış algılayışı bir holigan ve tek kutuplu bir anlayışa yakıştırırım da sana yakıştıramam,konduramam sana.Sounnes,Gerard,Redondo vs. gibi gerçek efsanelerin yanına Nouma gibi,2.sınıf filmlerin figüranını eklemek ''futbol'' kavramına ihanet etmek gibi bir şey.
Hiç bir efsane kırmızı kart ve futbol dışı sertlğiyle veya saha ortasında mastürbasyon yapışıyla(o akşam ailemle evde izlerken bu hareketi,utancımdan yerin dibine girmiştim) hatırlanmaz.
Görüle kırmızı kartları,futbol dışı kasaplıkları,futbolcuların futbol hayatını bitrmye dönük anlayışı(noumanın okana yaptğı hareket) 'asi ruh' olarak algılama olayı bize mahsus olsa gere.
ve Noumayı efsane kabul edene tek ülke olma başarısını da gösteryoruz.şaşırtıcı değil.
Yine de canın sağolsun.
saygılar.
İLHAN & PASCAL & NİHAT Unutamadıgım bi gençler maçı war
YanıtlaSil3 - 0 dan maç ı 3 - 3 e tek basına getirmişti ilhan yetenekleri ile besiktasa cok faydalı oluyodu tabı buna hırsı sayesınde ulaşıyodu bazen cok fazla hırs yaptıgı ıcın kırmızı kart görup takımı 10 kişi bırakıyodu.En azından kart görene kadar hırslı bi beşiktaş izliyorduk..Diceksinki bu nasıl yarar ama zaten serdar özkan kart görmesede 10 kişi bırakıyor serdar özkan gibi bı cok futbolcu daha war. Şuan ilhan & pascal & nihat bu üçünün hırsı ve ruhu yok...
Ve insanın aklına şu soru geliyor bir fransız beşiktaş forması için bu kadar hırsla bu savşçıl ruha bürünüyosa bunu bir türk nasıl yapamıyor.!?
vallahi yazıyı okurken çok duygulandım ellerinmize sağlık, o beşiktaşımızın asi ruhuydu ama onun gibisi bi daha gelirmi bilemeyiz şu anda nouma'nın tek alternatifi djrbil cisse'dir umarım siyah-beyaz çubuklu formayla onu seyrederiz..
YanıtlaSilSevgili Ali Ece. 101. yılda neler oldu. neler biliyorsun. bunların hepsini çıkıp açık açık anlatmak senin boynunun borcu. kim sattı beşiktaşı? ilhan mansız'ı kim niye sattı? ahmet dursun niye deli diye sinir hastalıkları hastanesine postalandı. hüsnü güreli neden devre arasında ahmet dursunla polemiğe girip herkesin önünde kendi yıldız futbolcusunu küçük düşürmeye çalıştı. samsun maçında hükmen mağlubiyete oynanmasına kim karar verdi maç esnasında. samsun bırakmıştı maçı. başkan ali uyanık ayağa kalkıp artık gol atmayın diye işaret etmişti. adrian ilie neden alındı. kime diyet ödendi. takım kaptanları tayfur ve sergen bütün bunlar olurken takıma neden hiç sahip çıkmadı. sinan engin bu işin neresinde. giuntiyle ahmet dursun arasında gerçekte neler oldu. serdar bilgili ve hüsnü gürelinin borsayla ilgili meselerden dolayı şampiyonluğu aziz yıldırıma sattıkları iddiası doğru mu? benim adım yavuz ekmen. yavuzselim_1972@mynet.com saygılar
YanıtlaSil