10 Mart 2009 Salı

BİR ZAMANLAR GUARDIOLA...


BİR ZAMANLAR GUARDIOLA...

“Futbolcuların beyni ayağının içindedir derler. Bütün genellemeler gibi bu da yanlıştır. Nasıl tüm Basklar terörist ve tüm papazlar günahsız değilse, futbolcuların da tamamının beyni ayaklarından ibaret değildir. Beyni sadece ayaklarının içine sıkışmış kalmış futbolcular da vardır, hatta bazılarının beyni sadece bacaklarının arasındadır! Ama eğer futbolcu doğmuşsanız ve bu oyunu severek oynayıp bir de üzerine bir sürü para alıyorsanız siz çok şanslı bir insansınız demektir. Şanslı ve ayrıcalıklı insanların, beyinlerini vücutlarının herhangi bir yerine sığdırma lüksü yoktur. Dünyaya her zaman bambaşka gözlerle bakmak ve herkesten daha fazla görmek zorundadır. Futbol topu, bu dünyanın sadece mikrokozmosu’dur.”

Senin için “Beyni ayağından ibaret diyen” adamın alnını karışlarım Guardiola… Sen ki o futbol topunun içinde gizli olan büyülü dünyayı yıllarca ayaklarımızın altına serdin, dünyaya bambaşka bir gözle bakmamızı sağladın. Senin açtığın yoldan ilerleyerek Albert Camus’nün aslında bir kaleci olduğunu öğrendik. Değişmeyen tek şey değişimin kendisiydi ve senin o zamanlar dediğin gibiydi: “Bir şeyi değiştirmek istiyorsanız, önce kendinizi değiştirin. Kendini düzeltebilmek dünyayı düzeltmektir, siz dünyanın ta kendisisiniz.”


Şimdilerin izlerken başka hiçbir şeyle değişmeyecek kadar zevk aldığımız, günümüz futbol sanatının en yeni, en kusursuz eserlerini Messi’yi, Krkiç’i, Fabregas’ı, Puyol’u tüm dünyayla paylaşan Barcelona Futbol Okulu’nun ilk gözağrısıydı Guardiola. 1990 yılında henüz 18 yaşında bir hukuk öğrencisiyken adımını atmıştı Pedrera Barcelonista’ya. 1971’de entelektüel bir Katalan ailesinin çocuğu olarak Santpedor’da doğmuş, Gimnastic de Manresa’da futbola başlamıştı.

“Çok küçük yaşlardan beri futbol benim için başka bir şey ifade ediyordu. Biz Katalanlar ve Barcelona futbol kulübü arasında özel bir duygu bağı vardı. Yıllarca diktatör Franco dilimizi, kültürümüzü baskı altına almıştı. İspanya’da insanların özgürce Katalanca konuşabildiği tek yer Barcelona’nın stadıydı. Babamla gittiğim ilk maç da bir Barcelona maçıydı. Normal yaşamında son derece ağırbaşlı ve sakin bir profil çizen babam, o gün tribünde bambaşka bir insana dönüşmüştü. Oradaki onbinlerce insanla beraber ayağa fırlayıp ‘Yaşanın Barça, yaşasın Katalanya!’ diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. O gün Barcelona’da oynamaya karar verdim. Ama maç bittiğinde tribündeki futbol delisi babamdan eser bile yoktu: ‘Olabilir ama önce eğitimini tamamlaman lazım”



Josep Guardiola, o günden sonra bir gün Barcelona’da oynamanın hayaliyle derslerine dört elle sarıldı: “İyi bir öğrenciydim. Daha da iyi bir öğrenci oldum. Sonunda Hukuk Fakültesi’ni kazandım. Ama babamın en sevdiği futbolcu olan Cruyff, hocam olarak beni A takıma aldığında okula eskisi gibi devam edemeyeceğimi anlamıştım. Nou Camp’ta onbinlerce insanın önünde oynadıktan sonra eve kapanıp ders çalışmak imkansızdı. İçim içime sığmıyordu. Şimdi bile Barcelona B takımı teknik direktörü olarak Nou Camp’a adımımı attığımda içim içime sığmamaya devam ediyor.”

Onu Barça formasıyla ilk gördüğümüzde bizim de içimiz içimize sığmıyordu. 1984-90 yılları arasında Barcelona akademisi ve akademide eğitim gören oyunculardan kurulu bir takımla alt liglerde mücadele eden Barcelona B’de geçirdiği zaman, Guardiola’yı zamanının ötesinde bir futbol yeteneğine dönüştürmüştü. Genç Katalan, 1990’lı yılların ilk yarısında La Liga’nın yenilmez armadası olan Cruyff yönetimindeki Rüya Takım’ın tek Katalan yıldızıydı. Jose Mari Bakero, Goikoetxea, Ronald Koeman, Beguiristain, Stoickhov, Zubizarreta, Nadal, Salinas, Michael Laudrup ve Romario gibi her biri başlı başına birer futbol efsanesi olan yıldızların arasında genç yaşına rağmen takımın değişilmez oyun kurucusu, gelmiş geçmiş en güzel Barcelona’nın beyni olmuştu.



Marcel Desailly’nin Marsilya’dan Capello’nun Milan’ına geçtiği yıllardı, yani 1990’lı yılların futboluna damgasını vuracak olan önlibero devriminin başlangıcındaydık. Desailly, aslında bir stoperdi ama top tekniği diğer stoperlere göre fazlasıyla yüksekti. Ondaki bu üstünlüğü doğru zamanda doğru yerde sezen Capello, onu savunmanın önüne yerleştirerek stoperden orta sahaya devşirmiş, önlibero mevkisini yaratmıştı. Guardiola ise sonradan devşirilmiş bir defansif orta saha değildi, topu aynı beceriyle kesebilip dağıtmasıyla ideal bir önlibero olarak doğmuş gibiydi.

Rüya Takım, 1990-91, 1991-92, 1992-93, 1993-94 sezonlarında üst üste 4 kez La Liga şampiyonu olurken, Cruyff icabında Stoichkov’u, Laudrup’u hatta Romario’yu bile takımdan kesecek ama bir tek gün bile Guardiola’dan vazgeçmeyecekti. Guardiola, sadece Cruyff’un sahadaki gözü, kulağı, beyni değil bütün takımı 90 dakika boyunca olabilecek en ahenkli şekilde yöneten orkestra şefiydi. Barça, 1990-91 sezonunda Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olurken de bu efsanevi futbol orkestrasının şefi, henüz 19 yaşında olan Josep Guardiola oldu.


“Evet, bir keresinde ‘Soyunma odasında futbolcuların söyledikleri hiçbir şeyi anlayamıyorum demiş’ üstü kapalı olarak Barcelona’da Katalanların azınlıkta olmasından şikayet etmiştim. Ama şimdi dönüp bakıyorum da eksiklik bendeymiş. Tüm o Hollandalı oyuncular Katalanca öğrenmeye çalışırken, ben tek bir kelime bile Hollandaca öğrenmek için kılımı bile kıpırdatmamıştım. Halbuki Hollanda futbol kültürüne tapıyordum. Hollanda’nın en büyük futbol efsanesi olan hocam Cruyff, önce futbolcu, sonra da teknik adam olarak Barcelona’ya geldiğinde Katalanya’nın futbol kaderini değiştirdi. Van Gaal de bunu devam ettirdi. Bu iki Hollandalı futbol dahisinin Barça’yı çalıştırdığı 10 yılda onlar gelmeden önceki 90 yılda kazandığımız kadar kupa kazandık. Üstelik de hiçbir zaman global futbol çağındaki diğer büyük takımlar gibi paranın tek motivasyon olduğu bir kulüp olmadık. Başta Cruyff olmak üzere Barça’ya hizmet eden Hollandalılar’ın büyük çoğunluğu Katalanlar kadar Katalanya’ya bağlandılar. Cruyff’un oğluna Barcelona şehrinin azizi Jordi’nin adını vermesi ve Jordi Cruyff’la beraber Barça’nın yanı sıra Katalan Milli Takımı’nda da beraber oynamamız çok az kişinin yaşayabileceği bir ayrıcalıktı”

Guardiola için futbol hayatı boyunca Katalanya ideali, paradan daha önemli bir motivasyon oldu. İspanya’nın itirazı üzerine FIFA’nın resmen tanımadığı ama birçok uluslararası karşılaşma oynayan Katalanya Milli Takımı’nın en büyük savunucularından birisi olan Guardiola, bizzat FIFA’ya bu tartışmayla ilgili bir mektup yazdı. Britanya’yı oluşturan ülkelerden İskoçya ve Galler’i örnek göstererek Katalanya Milli Takımı’nın tanınması isteyen Guardiola mektubun altını şöyle imzalamıştı: “Josep Guardiola, İspanya Milli Takımı Kaptanı”

1997’de, Bakero’dan sonra henüz 25 yaşındayken Barcelona kaptanı olan Guardiola, aynı zamanda İspanya Milli Takımı’nın da kaptanı olacaktı. 1994 Dünya Kupası’nda İspanya Milli Takımı’nın en büyük yıldızlarından birisi olan Katalan oyuncu, 1996 Avrupa Şampiyonası’nda “Bask kökenli oyuncuları, İspanyollar aleyhine kayırdığını” ileri sürdüğü İspanya teknik direktörü Javier Clemente ile ters düştü ve Euro 96’da bizi kendisinden mahrum bıraktı. Guardiola’nın Cruyff’tan öğrendiği ve oyun tarzına tüm incelikleri ile yansıttığı göze hoş gelen hücum futbolu yerine Nadal-Hierro gibi iki defans oyuncusundan oluşan orta sahayla uzun top oynamayı tercih eden İspanya tarihi boyunca olduğu gibi [Bu yazı yazıldığında Euro 2008 elemeleri bile yeni başlamıştı]yine büyük hayal kırıklığı yaratırken, bütün gözler Guardiola’yı arayacaktı.

Cruyff’un kaldığı yerden devam eden Van Gaal, orta sahayı yine Guardiola üzerine kurarak Barcelona’ya estetik açıdan başka hiçbir takımla karşılaştırılamayacak güzellikte bir oyun oynatmaya devam ederken, Guardiola da Barcelona akademisindeki genç yeteneklerin en büyük idolüne dönüşmüştü. 1997 yılında sakatlığından dolayı uzun bir süre sahalardan ayrı kalan oyuncu, akademinin en yeni gözdesi olan Ivan de La Pena’yı bizzat kanatları altına alacak, aynı mevkide kendisine rakip olmasına rağmen genç yıldızın gelişiminde önemli bir rol oynayacaktı.

Sürekli nükseden sakatlık bizi Guardiola’dan mahrum etmeye devam ederken, 1998 Dünya Kupası’nda da İspanya ilk turda elenerek daha da büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Sahalardan ayrı kaldığı bu dönemde hukuk eğitimine kaldığı yerden devam eden Josep Guardiola 1999 yılında Luis Van Gaal tarafından liberoya çekildi. Sakatlığı yüzünden kaybettiği hızını, oyun zekası ile dengeleyen Guardiola, sahanın en gerisinden oyunu okuyup kurarken o esnada oynanan futbol tıpkı sakatlığı sırasında okumaya başladığı kitaplarmış gibi kaldığı yerden devam etti. Ivan de la Pena’nın saha dışı sorunları yüzünden herkesin beklediği istikrarı yakalayamadığı günlerde, Barcelona akademisinin yeni gözdesi olan geleceğin kaptanı Carles Puyol’u bizzat çalıştırmaya başladı: “Guardiola, sanki benim kayıp abim gibiydi. İlk günden itibaren beni kanatları altına aldı. Bugünkü Puyol olmamda onun oynadığı rol çok önemli. Sadece saha içinde değil, saha dışında da en büyük ilham kaynağım Guardiola’dır”

Cruyff ve Bobby Robson gibi Van Gaal de Guardiola’dan asla vazgeçmedi. Bir türlü eski formunu yakalayamamasına sebep olan sakatlık iyileşmese Van Gaal’ın futbol anlayışında Guardiola’nın yeri bambaşkaydı: “Pep’i liberoya çektiğimde, basın beni ipe çekti. Ama onu savunmaya monte ettikten sonra takımın balans ayarı eksiksiz oldu. Abelardo iyi bir defans oyuncusuydu, Bogarde da güçlü fiziği ile Avrupa’nın sayılı savunmacılarından birisiydi. Ama benim oyun felsefeme göre ikisi de yeteri kadar hücumcu değillerdi. Benim için hücum, rakip üzerimize geldiği anda başlıyordu; savunmanın topu kesmesi tabii ki önemliydi ama bir maçın sonucunu belirleyen kesilen top değil, kesildikten sonra oyuna sokulan toptu. O yıllarda Guardiola topu aynı güzellikte kesebilip aynı zerafetle oyuna sokabilen tek futbolcuydu.”

O söz konusu yıllarda, futbol ve zerafet kelimeleri aynı cümlede kullanıldığında öznenin Guardiola olmasından daha doğal bir şey yoktu. Ama futbol topu Guardiola’ya onun futbol topuna davrandığı kadar zarif davranmadı. Guardiola 30’lu yaşlarına geldiğinde, herkes Barcelona’nın kaptanları yönetiminde yeni bir altın çağa başlamasını beklerken, ilk önce Rivaldo-Van Gaal iç savaşı başladı. 3-1-3-3 dizilişinde sol açıkta oynamayı reddeden Brezilyalı yıldız, kendisini forvetin arkasında serbest oynatmayan Van Gaal’in kendisine “makine muamelesi” yapmasından şikayet edecek, yıllardır Barça’nın gölgesinde kalan Madrid yanlısı basın Rivaldo’nun yaktığı ateşin üstüne benzin dökecekti: “Hani Barcelona, Katalanya takımıydı? Ajax’ta bile daha az Hollandalı var!” Aslında tüm sorun, Van Gaal’in kendisini dünyanın sayılı teknik direktörlerinden birisine dönüştüren dizilişine daha yatkın gördüğü Ajax’lı eski talebelerinin çoğunu Nou Camp’a ithal etmesiydi. Van Gaal yönetiminde Ajax’ta harikalar yaratan Kluivert, Litmanen ve De Boer kardeşler Barça’da bekleneni veremeyince olan önce Barça’ya, sonra da Van Gaal’e oldu. Rüyaların takımı beklenmedik bir kabusa dönüşürken kaptan Guardiola iki ateş arasında kalmış, eski günleri mumla arar olmuştu.

Euro 2000’de İspanya’nın kaptanlığını yaptıktan sonra 2001’de Barcelona’dan kopmak zorunda kalan Guardiola yağmurdan kaçarken doluya tutuldu. Önce Brescia, sonra da Roma formalarını giymek içim Çizme’ye sığınan Guardiola, o dönemde baştan aşağıya skandallarla dolu İtalyan futbolunun en büyük rezilliklerinden birisi olan doping skandalına kurban olacak ve uzun bir süre forma giymesine engel olacak bir ceza alacaktı. Tam 6 yıl sonra futbolu bırakıp Barcelona B’nin teknik direktörü olduğunda biten mahkemede aklansa da 1990’lı yılların en parlak futbol elmaslarından birisi Çizme’nin doping çamurunda kayboldu gitti.

“Asla doping yapmadım… Çünkü Cruyff’un öğrencileri asla doping yapmazdı. Barcelona akademisine adımımı attığım ilk günlerden itibaren her gün bize dopingin zararları anlatıldı. Ama büyüdüğümde futbol dünyasının bambaşka olduğunu gördüm. Futbolculara hak ettiklerinden çok daha fazla abartılı paralar ödeniyordu. Bu paranın bir kez tadını alanlar vücutlarını doping pisliğine kurban etme uğruna her şeyi göze alıyorlardı. İşin trajikomik olan tarafı, ben dünyada en son doping alması gereken oyuncuydum. Zaten kaslarımdan çok beynimle oynuyordum. Beyin hiçbir dopingi kabul etmez ki…”

Acıydı, hem de çok acı… Guardiola’nın Barça’dan ayrılması, ondan sonra Barça’nın Real karşısında düştüğü haller yetmezmiş gibi, bir de çocukluğumuzun en büyük futbol idollerinden birisi, üstelik de en temiz gözükeninin adı doping pisliğine bulaştırılmıştı. Guardiola her ne kadar sonradan aklansa da bu tezgahı hazırlayanlar, gerçek dopingciler asla cezasını bulmadı. En büyük cezayı biz çektik. Çünkü 2003 yılında Guardiola’nın transfer olduğu Katar takımı Al-Ahli’nin maçlarını hiçbir Türk televizyonu vermiyordu. Sonra bizden daha da uzağa, Meksika’ya Dorados de Sinaloa’ya gitti. 2006 yılında Meksika’da futbolu bıraktığında 47 kez İspanya, 7 kez de Katalanya milli takımlarının formasını giymişti. Her Dünya Kupası’nda, Avrupa Şampiyonası’nda güzel futbol dilencileri olarak artık İspanya’nın şeytanın bacağını kırmasını bekledik, ama kırılan hep futbol kalbimiz oldu. Kendi ülkesinde hiçbir egemenlik hakkını uygulayamayan Filistin’in bile futbol takımı varken, Katalanya bir milli takım olarak asla tanınmadı.

Yine de şöyle bir dönüp bakınca, Guardiola’nın 1990-2001 yılları arasında Barcelona formasıyla oynadığı 263 maçın her biri de başlı başına bir futbol masalı… Futbol her ne kadar Guardiola’ya nankörlüklerin en büyüğünü yapsa da bizim ona nankörlük yapmaya en ufak bir hakkımız yok. Şöyle bir dönüp bakınca daha iyi anlıyoruz, Guardiola’yı ilk izlediğimizde birçoğumuz dünyayı değiştirmek istiyorduk, şimdi baktığımızda ise dünyanın bizi ne kadar değiştirdiğini görüyoruz. Keşke dünyayı değiştirmeye çalışıp dünyanın bizi nasıl değiştirdiğine hayıflanacağımıza senin gibi kendimizi değiştirseydik. Ne demiştin bize: “Futbol dünyayı değiştirebilir, zaten sadece biz, kendi kendimizi değiştirebiliriz. Dünya biziz. Sadece futbol topunun içinde gizliyiz”

[BU YAZI 2008-09 sezonu başlamadan önce yazılmıştır - ALİ ECE, gerisini siz tamamlayın artık!..]

3 yorum:

  1. Her zamanki gibi harika bir yazı. Guardiola o zamanlar bir futbolcu olarak biz futbol tutkunlarına sunduğu resitaline şimdi de teknik adam olarak devam ediyor.Bugünkü barcelonada curyf,van gaal ve guardioladan oluşmuş karışık bir felsefe var. Her büyük liderin yaptığı gibi Pep te kendinden önceki liderlerden ilham almış. Onu da büyük yapan bu zaten. Tufan DOLAŞAN

    YanıtlaSil
  2. Biraz da Bill Shankley, Bob Paisley, Joe Fagan, Kenny Dalglish durumu var gibi Cruyff-Guradiola hattında ne dersiniz Tufan Bey?

    YanıtlaSil
  3. Büyük hocalar elindeki malzemeyi en iyi şekilde harmanlayıp sahaya sürenlerdir(sisteme göre oyuncu değil oyuncuya göre sistem) ve bütün harmanlama tekniklerini sadece birkaç kişiden değil faydalanılabilecek herkesten bir şeyler kapabilenler büyük hoca olabilirler. Ne demişti ZİCO 'Ben oğlumun bile görüşlerini dikkate alırım'

    YanıtlaSil