Yetenekleri kısıtlı ama futbol aşkları bambaşkaydı. Nefesleri kesilene kadar mücadele ettiler; düştüler, elleri üzerinde koşmaya devam ettiler… Ama ne yapsalar yaranamadılar, "takozluk"tan kurtulamadılar...
1-Recep Çetin
"Recep şut ve taç! Recep orta ve golllll!"
Kaleye çektiği şutların taca gitmesi ve yaptığı bazı ortaların gol olmasının yarattığı kafa karışıklığından sonra Türk maç spikerliği literatürüne "orta-şut karışımı vuruş" kavramını kazandıran Beşiktaş'ın efsanevi sağ beki. "Takoz"luğunu her zaman kabul etmiş ve bir gün bir fotoğraf çekiminde bir arabanın önüne yatarak lakabını taçlandırmıştır. Biraz da tipinin de etkisiyle rakip forvetlerin en büyük kâbusu olmuş, Lineker'lere, Romario'lara kramponunu ters giydirmiş bir isim olarak uzun yıllar Türk savunmacılarının medarı iftiharı olmuştur. Yere düştüğünde ellerini de kullanarak dört ayak üstünde koşabilen tarihteki tek futbolcuydu. Kariyeri boyunca bir savunmacının atacağı gol sayısı zaten bir elin parmaklarını geçmez ama bu gollerin de hiçbiri Recep'inkiler kadar hatırlamaz. Hâlâ Avrupa Kupaları tarihinde atılan en güzel gollerden biri Recep'in Malmö maçında Beşiktaş ağlarına gönderdiği müthiş voleşata akıllardadır. Beşiktaş'ın Lig tarihindeki 1000. maçı olan Bursaspor karşılaşmasında da orta sahadan yaptığı orta, direkt kaleye gidip gol olunca maçtan sonra "Ben o topu bilerek kaleye vurmuştum" diye açıklama yapmasının yanı sıra, o golün ikizini milli takım formasıyla İsviçre'ye attıktan sonraki yüz ifadesi Türk televizyonlarının en unutulmaz sahnelerindendir. Savunmayı sert bir şekilde yapmayı seven Recep'in sinirini bozan oyuncular maçın geri kalan bölümlerinde kendi yarı sahalarından çıkmazlardı, bunu bilmeyen Auxerre'li bir oyuncu, İstanbul'da 2-2 biten maçın rövanşında Fransa'da maç 2-0 olduğunda Recep'in hışmına öyle bir uğramıştı ki o faulden sonra Auxerre maçın kalan bölümünde tedbiri elden bırakmamak için hep Beşiktaşın sol kanadından gelmişti! Bir başka Avrupa Kupası maçında Marc Overmans karizmasını çizene kadar onu geçebilecek bir sol açık olmadığına inanılırdı.
2-İsmail Kartal
"Can çıkar huy çıkmaz"
Nam-ı diğer Arap İsmail. Rambo Yusuf'la birlikte dönemin en karşı karşıya gelinmemesi gereken oyuncusu. Zaten aynı kutuplar birbirini iter misali bir Galatasaray-Fenerbahçe maçında Yusuf'la girdikleri pozisyon daha doğrusu münakaşada Yusuf'tan yediği tokat hâlâ akıllardadır, karşılık vermiş ama etkisi ilk tokat gibi olmamıştır. Türkiye'de rakibe çift dalma dalında yenilikler onunla birlikte gelmiş, neredeyse cezalardan dolayı üst üste 3 maç oynayamamıştır.
Tüm bu kazmalığına rağmen Fenerbahçe'nin gelmiş geçmiş en iyi penaltıcılarından biri olması da ayrı bir ironidir. Can çıkar huy çıkmaz lafından örneklemek gerekirse, Ali Ece'nin bir halı saha maçında yine sağ bek olarak karşısına çıkmış ve maçın başlarında yediği çalımın cezasını 3 hafta sürecek bir şiş ayak olarak Ali'ye iade etmiştir.
3-Ali Eren Beşerler
"Gölgesine bile tekme atan adam"
Recep Çetin'in gidişinden sonra sanki onun matruşkası gibi ortaya çıkarak Beşiktaş formasıyla "takozluğun sınırları"nı yeniden tarif eden adam. Recep Çetin'in daha sonra "kendi gölgesine bile tekme atan adam" olarak nitelediği taçsız veliahtı Ali Eren, Mustafa Denizli'nin milli takımındaki en büyük "savunma kozları"ndan birisiydi. Oyun olarak Recep'in altında kalsa da rakibi sindirme adına her türlü kural dışı hareketleri uygulamada onun eline su dökeni zor bulunur. Saha içinde karşısındaki forvet oyuncusunun iki seçeneği vardı: Ya ceza sahasına girmeyeceksin ya da futbol hayatın bitecek! Gençlerbirliği'ndeyken takım arkadaşı Youla'ya kafa atmasından sonra başkan İlhan Cavcav'ın "Bunlar normal, doğal hareketler" yorumu Ali Eren'i en güzel özetleyen cümleydi.
Bir de imza törenlerinden sonra bayrak öpme geleneğini bırakıp gazetecilere koca bir dürümü ısırırken poz verme geleneği başlatmak istemiş ama bu diğer futbolcular arasında fazla rağbet görmemiştir. Milli takımımızın Euro 2000'e katılması hakkını kazanmasında, elemelerde ve İrlanda ile oynanan play-off maçlarında gösterdiği performansla büyük rol oynamış ancak play-off'un rövanşında maç boyunca anasından emdiği sütü burnundan getirdiği kendisinden 13 santim uzun Tony Cascarino'ya attığı kafa yüzünden Avrupalı futbolseverleri kendisinden mahrum bırakmıştı!
4-Andreas Wagenhaus
"Sen misin Müjdat'ı beğenmeyen!"
Fenerbahçe'nin uzun yıllar öz evladı Müjdat'ı beğenmeyerek yerine transfer ettiği onlarca stoper-liberodan bozmasından en takozu olan Alman savunma oyuncusuna top geldiğinde, rakip takım direk yeni bir taç atmaya hazırlanırdı. Ama "sağlam oynamak" ile 90 dakika her topu taça atmayı karıştıran, Holger Osieck'in Türk futboluna attığı unutulmaz "kazık", Allahı var bir keresinde de taca çıkan topu kornere atmayı başarmıştı. Championship Manager, o yıllarda icat edilseydi Almanya'nın keresteleriyle meşhur Dresden şehrinden ithal edilen stoperin pas verme yeteneği büyük ihtimalle 20 üzerinden 1 olurdu. 1993-94 sezonunda Fenerbahçe forması giyen Wagenhaus, o yıllarda futbol izleyenlerin şimdi bile oynadıkları halı saha maçlarında hâlâ kötü vuruşlardan sonra birbirine hakaret etmek için andığı bir isim!
5-Baki Mercimek
"Ajax son yıllarda neden başarısız sizce?"
Yenilen her golün haklı ya da haksız bir numaralı sorumlusu. Son yılların en fazla kademe hatası yapan, adam kaçıran, rakibe asist yapan ve bunu telafi etmek için de rakibini topu aldığına pişman eden savunmacısı. Top tekniğinin her zaman iyi olduğu söylenen ama bunu maçlara bir türlü yansıtamayan Baki, Ajax'ta yetişip Sunderland forması giymişti. Melek kalpli ama benim defansımdan uzak olsun da nerde olursa olsun dedirten isim, Beşiktaş'tayken bunu izleyenlere hiç belli etmedi... Belki de kabahat onda değil, onu alandaydı!
6-Alpay Özalan
"Hakan Şükür'ün burnu ve Fair Play!"
Türkiye'nin Avrupa Şampiyonası tarihindeki ilk maçı olan Euro 96'daki Hırvatistan maçına kadar çoğu zaman topu geçirmese de top onu her geçtiğinde rakibini indirmekle meşhurdu. Alpay, o maçta Goran Vlaoviç'i hâlâ anlaşılmamış bir şekilde yere indirmeyip son dakikada milli takımımızın maçı kaybetmesine sebep olunca Fair Play ödüllü alarak herkesin kafasını karıştırmıştı! Biz tatlı tarafın ne olduğunu asla anlayamasak da stili "tatlı sert" olarak tanımlanan stoper ilk başladığında Televoleler'in en büyük yıldızıydı. Milli Takım kamplarından oda arkadaşı olan Hakan Şükür'e karşı olan sevgisini (!) arkadaşının burnunu iki farklı maçta kırarak göstermiştir. Türk futbolunun en vukuatlı ismidir. Ada kariyerinin bitmesine sebep olan İngiltere ve İsviçre maçları Alpay Özalan tarihinin en "şanlı sayfaları"dır. Kendisini sürekli vatan-millet-bayrak kavramlarının arkasına saklanarak savunması akıllara durgunluk vermiştir. Makedonya'ya attığı 3 gol kariyerinin bir başka zirvesi olurken yenilen 3 goldeki büyük hataları da fazlasıyla akıllara durgunluk vermişti! Ama yiğidi öldürüp hakkını verirsek zamanının en iyi Türk savunmacılarından birisi olduğunu da belirtmek lazım...
7-İsmail Güldüren
"Ne yapayım, ben Sergen değilim ki!"
Futbol sahalarındaki Kırkpınar temsilcisi, soyadının aksine sahada marke ettiği forvetlerin acıdan ağlamasına sebep olarak adını cümle aleme duyurmuştur. Bazen sertlik ve asabiyet kavramını o kadar abartır ki bir maçta takım arkadaşı Frasineanu kademede hata yapınca üzerine yürümüş, takım arkadaşına el kaldırınca da Frasineanu buna isyan ederek oyunu terk etmek istemiş ve zar zor oyuna dönemeye ikna edilmişti. 2000'li yıllardaki en sert forvet kasabı olarak adını takozluk tarihine altın harflerle yazdıran İsmail, bu oyununa mazeret olarak da Sergen gibi teknik bir adam olmamasını göstererek kafaları karıştırmıştı.
8-Yusuf Altıntaş
"Rambo mu, Rocky mi"
Ne zaman Rambo'nun konusu açılsa aklımıza ilk olarak gazetedeki bir haber gelir: "Yusuf yatakta sakatlandı". Hâlâ olayı üzerinden yıllar geçmiş olsa da kimse bu olayı çözebilmiş değildir. Yatakta ne yaptığını bilemeyiz ama sahada futbolcu olarak babasını bile tanımadığını başta abisi olmak üzere herkes çok iyi bilir. Futbolcu olan abisini de diğer forvet oyuncularından ayrı tutmamış, bir Ankaragücü maçında abisinin sahalardan uzun süre uzak kalmasına sebep olmuştur. Yusuf'un dönemindeki en büyük rakibi ise şüphesiz Arap İsmail'di. 90 yılındaki derbi mücadele esnasında Yusuf, İsmail'e sahalarda görülmedik şiddette bir Osmanlı sallamış Arap İsmail birkaç saniye yerde şuursuzca yığılıp kalmıştır. Yine bir başka Fenerbahçe maçında ise Galatasaray rahat bir şekilde önde olsa da huylu huyundan vazgeçmez dedirtmiş ve sakatlıktan yeni kurtulan Rıdvan'ın kolunu eline vermiş ardından da kırmızı kartla bir derbiyi daha tamamlayamamıştır. Beşiktaş'a attığı harika bir gol vardır ki kaleci Zafer'in direkte asılı kalmasına sebep olmuş kendisi gole sevinmeye başlamadan kimse şutun gol olduğunu anlamamıştır.
9-Mustafa Doğan
"Alman ekolü mü?"
Adam markajını en sert uygulayabilen Almanya menşeli stoper, bek vs. Topla oynama yeteneği sıfıra yakın olduğundan kırk yılda bir yaptığı ortaları da bacağının değişik noktalarından topu "deperek" yapardı. Zaman zaman ipin ucunu kaçırdığı sertliklerle rakibinin futbol kariyerini hatta bazen erkekliğini bitirmeye yönelik tekmeleri de meşhurdu. Şimdilerde yorumculuk performansına şahit olanlar nasıl bir takoz olduğunu unutabilirler ama özellikle Tigana döneminde Beşiktaş formasıyla sağ bek olarak rakip sol açıklara yaptığı zulüm Ali Eren'in "ölümsüz ruhu"nun İnönü'de yeniden hortlamasına sebep olmuştu, onu da unutmamak lazım!
10-Emre Aşık
"Adam olacak çocuk!"
Adam olacak çocuk kendini belli edermiş derler ya Emre Aşık da daha Türkiye Ümit Milli Takımı maçlarındaki sertliğiyle nasıl bir savunmacı olacağını göstermişti. Futbol kariyeri boyunca hiçbir zaman sivrilmedi ama antrenörler ne zaman sıkışsalar hemen ilk sığındıkları isim oldu. Türkiye liglerinde herhalde Emre'nin dizini sırtında hissetmeyen oyuncu kalmamıştır. Bebek yüzlü olduğundan mıdır nedir yıllar içerisinde görmesi gerektiği sayıda kırmızı kartı görmemiştir. Bir de o meşhur Roma maçında İtalyan polisine bir Osmanlı tokadı indirmişliği vardır ki "Aman bu adamı kızdırmaya gelmez öyle bebek yüzüne güvenip" dedirtmiştir.
11-Hasan Özdemir
"Müjdat bile kaçmıştı!"
Türkiye'deki "sokak futbolu" döneminin sembol (!) ismi. Kariyeri boyunca Müjdat'ın gölgesinde kalmış olsa da yine de gelen hiçbir teknik adam ondan vazgeçememiştir. Onu asıl efsane yapan ise sahadaki performansı değil Dereağzı tesislerindeki başrolde olduğu eşsiz olaydır. Seneler önce üst üste gelen mağlubiyetler sonrasında Fenerbahçe taraftarı dayanamamış ve antreman esnasında tesisleri ellerinde sopalarla basmış, Müjdat dahil tüm futbolcular soyunma odalarına doğru kaçarken bir anda bir cengaver kafasını öne doğru eğmiş ve taraftarların arasına dalmıştı. Bu çılgın cengaver kafasına kalas yeme pahasına taraftarları şaşırtmış ve dağıtmıştı. Bu olaydan sonra da Hasan'ın karşısında çıkan tüm forvetler daha da akıllandılar ve daha çok kanatlardan hücum etmeyi tercih ettiler!
12-Erman Güraçar
"Kontrolsüz hız, hız değildir!"
Bir insanın bu kadar hızlı olup da bu kadar adam kaçırabilmesi hakikaten inanılması zor bir durum. Ertuğrul Sağlam'la takas edilerek Beşiktaş'a geldiğinde Recep ve Ali Eren gibi iki savunmacının ardından en azından eli yüzü düzgün düşüncesiyle karşılanan ancak daha sonrasında bu ikiliyi mumla aratan isim. Trabzon'a gittiğinde biraz daha kendini toparlamış görünse de rakip forvetlere ısrarla yaptığı asistler saç baş yoldurmaya devam etmiştir. Topla driplinge çıktığındaki o panik hali ise her zaman bir tebessüm yaratmayı başarmıştır.
13-Hayati Soydaş
Yıllarca Ankaragücü formasıyla ligimizin en büyük emekçilerinden olan Hayati hangi mevkide oynarsa oynasın kendine has takozluğuyla futbolumuzu fazlasıyla renklendirmiştir. Recep Çetin misali en büyük takozlardan birisi olmasına rağmen ısrarla kaderine isyan eden ve sık sık ileri çıkıp muz ortalar, voleşatalar deneyen Hayati'nin takımdan ayrılmasından sonra Ankaragücü uzun yıllar onun yerini dolduramadı.
14-Ali Günçar
"En inatçı stoper"
1996-97 sezonunda UEFA Kupası'nda iyi bir performans sergileyen Beşiktaş'ın rakibi Valencia'ydı. Deplasmandaki maça iyi başlayan Beşiktaş başta Amokachi'nin akıllara durgunluk veren pozisyonu olmak üzere boş kaleye goller kaçırmaktaydı. Maç Valencia'nın 2-1'lik üstünlüğüyle devam ederken, Ali Günçar kendi kalesine bir top gönderir ve Mrmiç topu kurtarmayı başarır ancak niyeti bozmuş olan namı diğer Küçük Ali'yi bu yıldırmaz ve kalecisinden seken topa onunla birlikte hareketlenir ve müthiş bir çabuklukla topa ilk vuran isim olarak topu kendi kalesine göndermeyi başarır. Fazla söze ne hacet!
15-Selim Özer
"Bir şut da kaleyi tutmaz mı?"
Bursaspor ve Trabzonspor'daki kariyerinde çok büyük bir imza atamasa da özellikle saçlarıyla herkesin hatırında yer alan bir isimdi. Michael Jackson'ın beyazolmadan önceki efsanevi "Bad" klibindeki saçlarını uzun zaman kestirmeyen Selim'in o kıvır kıvır saçları her dalgalandığında, rakip forvetler için tarifsiz bir kabus başlardı. Kariyeri boyunca uzaktan bir golünü hatırlamasam da, hatırım da kalan Selim'in mesafe ne olursa olsun uzak şut atma isteği ve bu şutların kale veya civarına uğrayamadan ya taç olması ya da savunmacıların vücutlarının muhtelif yerlerinden dönmesiydi. Daha sonra tartışmalı bir şekilde Trabzonspor'a transfer olan Selim'in bu transferinin arkasında Bursa'daki bir takım karanlık güçlerin olduğu ortaya çıkmıştı!
16-Yılmaz Özlem
"Hooijdonk'u bile sinirlendiren adam"
Kariyeri Hami'nin dönemine denk gelmeseydi belki de dönemin en sert frikikçisi olarak anılacaktı. Bu özelliğinden dolayı mesafe tanımaksızın kaleye gerekli gereksiz şutları maç içerisinde bol bol vardır. Bir rivayete göre FIFA yıldız oyuncuların korunması felsefesini Yılmaz'ın oyununu gördükten sonra almıştır! Bacağını kırdığı Güven'in yanı sıra bir çok oyuncunun sahalardan 2-3 hafta uzak kalmasında pay sahibidir. Ankaragücü'nün Alaves'le oynadığı UEFA Kupası mücadelesinde Alaves'li oyuncularla sinir harbini tek başına gerçekleştirme sorumluluğunu almış neredeyse her oyuncuyla dalaşmıştır. Rakip takım taraftarları tarafından haliyle pek sevilmeyen ve maç boyunca en ağır küfürlere maruz kalan Yılmaz cevap vermekten de hiçbir zaman çekinmezdi. Van Hooijdonk'la aralarındaki sevgi ise her Fenerbahçe maçında depreşir ve Hooijdonk gibi bir insanın da sinirlenebileceğini cümle aleme ispat ederdi.
17- Vural Korkmaz
"Takoz olunmaz, Vural doğulur"
Eğer Spielberg'in "Katil Doğanlar" filmini Türk futboluna uyarlarsak Vural Korkmaz başrolü kesinlikle kimselere bırakmaz! Herkes onu Metin Diyadin'i gözyaşlarına boğan ve futbol kariyerinin bitmesine sebep olan bacak kırma olayından hatırlamaktadır ama maalesef Vural'ın vukuatları bununla da sınırlı değildir. Sezonun yarısını kırmızı kart cezası nedeniyle boşa geçiren Vural, bir Erzurumspor mücadelesinde de "tarihi bir başarı"ya imza atmıştır. Maçın 88. dakikasına 3-2 önde giren Samsunspor'da Vural oyuna dahil olur, o esnada Erzurumspor taç atışı kullanacaktır. Oyuna giren Vural hızla karşı tribün önünde taç kullanılacak olan bölüme gelir ve taç atışından topu alan Erzurumsporlu oyuncuyu uçarak arkadan bir çift dalma hareketi ile anasından doğduğuna pişman eder. Oyuna 30 saniye önce giren Vural kırmızı kart görerek oyun dışına gönderilirken çıkmayı reddettiği için oyun 5 dakika gereksiz yere durur.
18-Hüsamettin Gökçen
"Kafadan çıkan ses"
Böyle bir liste yapıp Hüsamettin'i koymamak olmazdı. Recep Çetin'den önce Ali Gültiken gibi bir forvet oyuncusunu bile sağ bek oynatacak kadar bek fakiri olan Beşiktaş, uzun yıllar savunmasının kanadında stoperden bozma oyuncuları kullandı. Bu oyuncuların arasında en unutulmazı olan Hüsamettin Gökçen, Beşiktaş'ta "takoz sağ bek" modasını başlatan isim oldu. Yerden olduğu kadar havadan da olağanüstü bir takozdu. Bir maçta çıktığı hava topunda o zamanlar topların içinde mikrofon çipi olmamasına rağmen televizyonlarımıza kadar yankılanan rakip forvetin kafasından çıkan Hüsamettin çarpması efekti asla unutulmaz.
ALİ ECE - İLKER DURALI
30 Ekim 2009 Cuma
24 Ekim 2009 Cumartesi
(Özel istek üzerine) KRALLARIN KRALI HENRIK LARSSON
Birbuçuk yıl önce, Galatasaray UEFA Kupası’nda Helsinborg şokunu yaşadığında, bizim yerel “skor” basını bir kez daha fena halde çuvalladı. Atatürk’le tarihi vatan polemiğine giren köylü gibi “Vatan benim için bu tarlanın bu ucundan diğer ucuna kadardır” diye düşünenler, “altı üstü bir İsveç köy takımı” olarak addettikleri Helsingborg, Galatasaray’ı Larsson ile alt ettiğinde futbol dünyasını kendi kısır liglerindeki tarlalardan ibaret sananlar, o maç yüzünden Kalli’nin bile kellesini isteme cüretinde bulunmuşlardı. Ama futbol dünyası yerel yöneticilerin takımlarına harcadıkları paradan ibaret olmadığı için o gün bir kez daha yine aynı adam, Henrik Larsson bize bir kez daha futbol zanaatı derslerinin en acısını verdi.
Nasıl bir zamanlar Galatasaray o zamanlar bugünkü Larsson’la yaşıt olan Hagi’yle UEFA Kupası mucizesini gerçekleştirdiyse, o gün de Larsson’lu Helsingborg bir mucizeye imza attı. Ama bizim skor basını sadece kendisine Müslüman olduğu için Larsson mucizesini görmezden gelip Türkçe’yi bir Şahin K porno filmi düzeyinde kullandıkları köşelerinde idam sehpaları, giyotin sunakları kurarak akılları sıra günü kurtardılar. Ama tarihi her daim ıskalayan ve tekerrürden ibaret sanan bu kendine Müslümanlar en çok da 90’lı yılların en büyük futbol zanaatkarı Henrik Larsson’a ayıp ettiler.
Üç yıl önce buraları asla unutmayan ve hep ikinci ülkesi olarak gören Kenneth Andersson, Larsson’u Fenerbahçe’ye önermiş ama herkesi kendisi gibi sanan aynı kendine Müslümanlar, “Vatandaşını bize kakalamaya çalışıyor, üstelik de 33 yaşında!” deyip kıyameti koparmışlardı. Ama aksini yazsalar, hatta yalvarsalar da Larsson gelmezdi zaten, çünkü Andersson’a “Türkiye çok güzel bir ülke, futbol orada din gibi. Ama Celtic’ten sonra beni sadece Barcelona keser” diyerek 33 yaşında bir futbol kulübünden çok daha fazlası olan bambaşka bir dünyayı seçmişti.
Barcelona forması ile oynadığı son maç, Larsson’un kariyerinin en güzel özetidir. 2006 Şampiyonlar Ligi Finali’nde, Arsenal uzun bir süre 10 kişi oynamasına rağmen 1-0 öndeyken 35’lik Larsson maçın sonlarında oyuna girmiş, yaptığı 2 asistle Şampiyonlar Ligi tarihini baştan yazmıştı. O maçın sonunda, bu kadar zaman10 kişi oynamalarına rağmen başta Ronaldinho olmak üzere dünyanın en büyük futbol sanatçılarını sıradan oyunculara dönüştüren Arsenal’in en büyük yıldızı Henry, Larsson efsanesine son noktayı koydu:
“İnsanlar hep Ronaldinho’dan, Eto’o’dan, Henry’den, göklerdeki tüm yıldızlardan daha parlak olduklarına inandıkları futbol yıldızlarından bahsediyor. Ben bugün sahada hiçbirini göremedim. Larsson bu gece son 10 yıldır her futbol gecesinde olduğu gibi öyle bir parladı ki biz onun yanında sadece karanlıktaki figüranları oynadık”
Bizzat o gece Larsson’un yanında figüranlaşan Ronaldinho, Henry’nin kaldığı yerden devam etti:
“Bugüne kadar en iyi takımlarda, en büyük yıldızlarla oynadım ama hayatım boyunca benim tek idolüm Henrik Larsson oldu. Bu gece bir kez daha onunla aynı takımda oynamanın hayatımda başıma gelen en güzel, en fantastik olay olduğunu çok daha iyi anladım. Sadece antrenmanlarda bana öğrettiği numaralar için bile hayatımın sonuna kadar onun karşısında saygıyla eğilsem yetmez!”Ronaldinho haklıydı, Henry daha da haklıydı… Larsson, 33 yaşında geldiği Barcelona’da iki sene üst üste şampiyon olup bir de Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazanıp ayrıldığında, Henry Barcelona’ya gelene kadar o yıldızlar topluluğu bir daha asla o geceki gibi parlamadı. Ama Larsson bir kere söz vermişti, Barcelona taraftarlarının ve yönetiminin tüm çabalarına rağmen “Söz vermek, borç almaktır; Barcelona’ya borcumu ödedim, şimdi de çocukken tuttuğum takım Helsingborg’a verdiğim sözü tutmam lazım” diyerek dünya futbolunun zirvesinden en tepedeyken kendi isteğiyle çekildi.
Larsson’u yakından tanıma fırsatına erişenler bu tercihe sadece saygı duymakla yetindiler çünkü Larsson için hayatta sadece bir yol vardı o da kendi yoluydu. O yol her daim engebeli, kaygan ve zorluydu. 1971 yılında Helsingborg’da Cape Verde’li bir baba ve İsveçli bir annenin çocuğu olarak dünyaya geldiğinde, o engebelerin en büyüğüyle karşı karşıyaydı: Neredeyse okulundaki çocukların tamamının ay kadar beyaz oldukları bir ülkede, gece kadar siyah bir çocuktu. Üstelik de o zamanlar dünyaca ünlü tüm siyahların aksine çelimsiz, güçsüz, tıknaz bir veletti. Henüz 15 yaşındayken formasını giymeye başladığı Högaborgs takımının teknik heyeti tarafından “Futbolcu olmana imkan yok, hem çok zayıf, hem de narinsin… Bir kızın bile senden daha fazla futbolcu olma şansı var” denilerek takımdan çıkarıldı.
Ama o daha 16 aylıkken futbol topuyla buluşmuş, bir daha da ondan ayrılmak istememişti:
“Okulda herkese ‘Büyüyünce ne olmak istiyorsun?’ diye sorarlardı. Bazıları doktor, bazıları da mühendis olmak isterdi. Ben sadece futbolcu olmak istedim ve her seferinde de ‘Ben futbolcu olacağım’ dedim. Başta öğretmen olmak üzere herkes bana gülüyor, deli gözüyle bakıyordu. Belki gerçekten de deliydim çünkü zil çalar çalmaz hemen topun peşine düşerdim, hiç ders çalışmadım çünkü futbolcu olamayacaksam yaşamamayı tercih ederdim. O gün Högaborgs’taki antrenörler benim futbolcu olamayacağımı söylediklerinde kendimle beraber bütün bir tesisi yakmak istedim. Ama neyse ki Bent Person oradaydı. Yanıma geldi ve ağlamakla futbolcu olunmayacağını, istiyorsa bizzat beni çalıştıracağını söyledi.”
Bent Person’a göre futbol dersinin en önemli kısmı o yıllardaki İngiltere Ligi maçlarını izlemekti. Larsson, Liverpool’u, Tottenham’ı seyrettikçe büyüdü, güçlendi:
“Dalglish mükemmel bir öğretmendi. Bir keresinde yüzüne tekme gelmiş, kanlar içinde kalmıştı ama o topu sürmeye devam etti ve golünü attı. Ardiles’in futbol oynama iştahı eşsizdi, hayatım boyunca top her ayağıma geldiğinde hep Ardiles olduğumu hissettim”17 yaşında İsveç 3. Ligi’nde ilk maçına çıkan Larsson, bir yandan da Person’ın ona bulduğu işte çalışarak çocuklara bakıcılık yapmaya devam etti: “Çocuklara bakıcılık yaparken kendimi tıpkı futbol sahasındaki gibi hissediyordum. Zaten onlarla geçirdiğim zamanın büyük kısmında saatlerce maç yapıyor, orta-kafa-gol oynuyorduk”
1988-92 yılları arasında Person sayesinde direkten döndüğü Högaborgs formasıyla 65 maçta 23 gol attı. O günlerde hayatının aşkı Magdalena ile karşılaştı ve onun ilk izlediği maçta hat-trick yaptı. Yıllar sonra İskoçya’da neredeyse her hafta hat-trick yapıp İsveç’in gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu seçildiğinde yanında yine Magdalena olacaktı. 1992 yılında formasını ilk kez giydiği Helsingborgs’la 56 maçta attığı 50 gol büyük bir rekordu, üstelik direkt santrafor oynamıyor birçok maçta her iki kanatta açık olarak ve orta sahada oyun kurucu olarak takımda yer alıyordu. İlk sezonunda attığı 34 gol, 22 yıl aradan sonra Helsingborgs’u 1. lige çıkartacak, İsveç Milli Takımı’na alınmasını sağlayacaktı.
Magdalena hayatına girdikten sonra, o bir zamanlar dünyanın en uzun, en engebeli yolu olarak görünen yol birden kısalmış, sonundaki yıldız bir daha hiç sönmeyecek şekilde parlamaya başlamıştı. Wim Jansen, “Birçok Hollandalı futbolcudan daha Hollandalı” olarak nitelediği Larsson’u Feyenoord’a transfer etmiş, 1994 Dünya Kupası’nın kapılarını açmıştı. 1994 yazında Amerika’da Larsson için zaman birden o kadar hızlanmıştı ki şimdi o günleri sadece fotoğraflardan hatırlıyor: “İlk maçta Kamerun karşısında 1-0 yeniktik, 25 dakika kala oyuna girmişim. Maç bittiğinde başta Kenneth Andersson olmak üzere tüm takım üstüme çıkmıştı, 2-1 kazanmıştık. Çeyrek Final’de benim altıncı penaltıcı olduğu söylediler. Atışların hemen başında hem biz hem de Romanya birer penaltı kaçırdı. Yarı final ayaklarımın altındaydı. O dakikada bir anda kendimi Ardiles gibi hissettim, o bir penaltının henüz vuruş yapılmadan önce atıldığını söylüyordu. Ben de öyle yaptım, daha topa vurmadan önce kaleci bir köşeye atlamıştı, ben de diğerine vurdum ve gol oldu. Sonra da penaltıları hep öyle atmaya devam ettim”
Henrik Larsson, 94 Dünya Kupası 3.-4.’lük maçında golünü attığında İsveç maçı 4-1 kazanmış ve dünya üçüncüsü olmuştu. Magdalena ile evlenmişler, dünyaca ünlü olmuştu. Uzun rasta saçları, yeşil sahalarda yepyeni bir çığır açmış, İsveç’teki kuaförlerin duvarlarına “Larsson modeli” eklenmişti. Ama Jansen’den sonra Feyenoord hiç bitmek bilmeyen bir tufana yakalanmıştı. 1997’ye kadar iki hafta üst üste aynı mevkide oynamadı. Hem futbolu çok sevdiği, hem de Feyenoord’un kendisini Larsson yaptığını düşündüğü için fazla ses çıkarmadı. Bir gün Wim Jansen, kendisini araması filmin kopma anı oldu. Jansen ona “Sen bir forvetsin ve gol atmak için yaratılmışsın. Benim de Celtic’te gole ihtiyacım var.” dedi. Telefonu kapadı ve küçükken seyrettiği maçları hatırladı:
“Dalglish, Liverpool’a gelmeden önce her hafta 60 bin taraftarın bir an bile susmak bilmediği Celtic Parkhead’de o zamanların en güzel futbol filminde başroldeydi. Hep onun gibi olmak istemiştim”
Feyenoord’dan ayrılmak istediğini söylediğinde kulübü onu bırakmadı. Çok sevdiği ve örnek aldığı Michael Jordan’ın adını verdiği ilk oğlu Jordan’ın doğduğu gün, UEFA mahkemesi kararını açıkladı ve Larsson 650.000 Pound karşılığı Celtic’li oldu. O zamanlar o kararı veren yargıçlar, futbol tarihinin en önemli kararlarından birini verdiklerini farkında bile değillerdi. İlk maçında verdiği hatalı geri pasla takımının yenilmesine sebep olan Larsson da tarihin baştan en güzel şekilde yazıldığından bihaberdi. Larsson gelmeden önce Celtic 9 sezondur üst üste şampiyon olamıyordu yani Rangers üst üste 10 kez şampiyon olarak Celtic’in rekorunu kırmak üzereydi. O sezon tarihin akışını tam aksi yöne değiştirip 7 yılda 4 kez Celtic’i şampiyonluğa taşıyacak, Dalglish’i bile unutturacak bir efsane doğacaktı: 1997-2004 yılları arasında Celtic formasıyla gol olup yağan Henrik Larsson “Yeni Dalglish” değil, artık Dalglish “Eski Larsson”du.
Celtic formasıyla 221 maçta tam 173 gol atacak, iki kez ayağı kırılmasına rağmen her seferinde daha da Larsson olarak geri dönecekti. 1999’da Lyon’la oynanan UEFA Kupası maçında bacağı iki yerden kırıldı, bir daha futbol oynaması imkansız gibi gözükürken 2000-01 sezonunda ligde 37 maçta attığı 35 golle Avrupa’nın en büyük golcüsü olarak Altın Ayakkabı ödülünü aldı. O sezon tüm maçlarda attığı 53 gol, tüm gol istatistiklerini yerle bir ederken, her birinden fışkıran pırıl pırıl oyun zekası onu Celtic bayraklarının ortasında Che Guevera’nın olduğun yerin hemen yanına yükseltti. Tüm bunlar Larsson için sadece sakatlığında sözleşmesini yenileyen kulübe ve her gün yattığı hastaneye milyonlarca çiçek yollayan taraftarlara ödenen bir borçtan başka bir şey değildi:
“Celtic taraftarı bambaşkadır. Siz onların idolü olabilirsiniz ama onlar asla sizi gördüklerinde İtalyanlar gibi yakanıza yapışıp boğmazlar. Sadece gördükleri yerde ayağa kalkıp alkışlarlar, elinize çiçekler sokuşturup hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ederler ve sizin de kendi hayatınızı yaşamanızı sağlarlar. Sadece ben oynuyorum diye İskoçya ve İrlanda katılmamasına rağmen 2000 Avrupa Şampiyonası’na binlerce Celtic’li geldi, benim için İsveç’i desteklediler, yüzlerini sarı-maviye boyadılar.”
UEFA Kupası tarihinin en golcü oyuncusu olan Larsson kendisinin 2 gol attığı ama Celtic’in uzatmalarda Mourinho’nun Porto’suna kaybettiği 2003 UEFA Finali’ni yad ederken de aynı Larsson’du:
“Ben o maçı hiç hatırlamak istemiyorum. Bence o gece yeteri kadar iyi değildim, 2 gol atmış olabilirim ama eğer yeterince iyi olsaydım o gece yenilmezdik. Tüm taraftarlardan özür dilerim”1888 yılında kurulan kulübün gelmiş geçmiş en iyi 11’ine tek yabancı oyuncu olarak girdiğinde de yine aynı Larsson tüm güzelliği ile karşımıza canlı bir heykel gibi dikildi:
“İsveç’le dünya üçüncüsü madalyasını aldığımda bile bu kadar gururlanmadım, mutlu olmadım. O üçüncülük sadece bir yıl içindi, bu onur ise 120 yıllık tarihin bir parçası olmak… Yine de beni ‘yabancı’ kontenjanından seçtiğiniz için içim buruk çünkü ben burada asla bir yabancı olarak hissetmedim. 120 yıl önce bu kulübü Glasgow’daki fakir göçmenlere yardım etmek için kuranlar, insanları asla renklerine, dinlerine, ırklarına göre ayırmadı. Papa da, Che Guevera da bu takımı tuttu, onların resimleriyle benim resmim aynı bayrağı şereflendirdi. Şu anda tüm dünyada ırkçılık, yabancı düşmanlığı; dinler, mezhepler arası savaşlar dünyamızı karartıyor… Bu kulüp ise yüz akı tarihiyle o karanlığın içindeki hiç sönmeyecek ve tüm dünyaya ilham olacak bir meşale. Bir melez olarak, o meşalenin küçük de olsa bir parçası olmak benim için büyük bir şeref…”
O şeref bize ait Henrik… Magdalena ile beraber Uluslararası İskoçya İnsanlığa Yardım Derneği çatısı altında Malavi’deki çocuklara okul yaptırıp, bizzat on bin öğrencinin ihtiyaçlarını cebinden karşıladığında yanındaydık. Starthclyde Üniversitesi sana dünya futboluna ve insanlığa olan katkılarından dolayı fahri doktora verdiğinde, Britanya Devleti tarafından şövalye ilan edildiğinde hiç yalnız yürümedin. 1999 Ekimi’nde bacağın iki yerden kırıldığında maçın sonuna kadar “Asla yalnız yürümeyeceksin”i nefesimiz tükenene kadar söyledik. Barça forması da sana çok yakışmıştı. O formayla rakibimiz olarak Ronaldinho’nun yerine oyuna girdiğinde de üstünde resmin olan Celtic bayraklarını güneşin bile daha yukarısına sallamak istedik. Hatta 20 dakika sonra bize gol attın, seni alkışlamamak için kendimizi zor tuttuk. Sen sevinmedin, hatta gülümsemedin bile, hatta belki de gözyaşlarını saklamak için seni tebrik etmeye gelen arkadaşlarının arasına saklandın. Tıpkı Celtic formasını son kez giydiğin gün gibi güneş gibi bir yüzün ardına gizlendin. O gün, biz hepimiz o maç için özel olarak seni çeken kameradan izledik maçı. Sen gittikten sonra da skorbord’da “Kralların Kralı’na sonsuz teşekkürler” yazmaya devam etti. Birkaç haftalığına Manchester’da kiralık oynadığında Glasgow’dan yüzlerce gemi kalktı, kralı son bir kez görmek için. Medusa’yı andıran saçlarını kazıtmış, o gün 6-2’lik tarihi Old Firm’de attığın Maradona’ya en yakın golü bir kez daha attın. Döndüğümüzde hala Parkhead’in skorbordunda “Kralların Kralı’na sonsuz teşekkürler” yazıyordu, ayaklarından yıldızlara yansıyan ışık tüm futbol kalplerini güneş gibi ısıtıyordu.
20 Ekim 2009 Salı
(FUTBOLU SEVİYORSANIZ) ARDA'YI RAHAT BIRAKIN!..
Sabahın köründe kalktım... Gece zaten hiç uyuyamadım... Metallica'nın "Enter Sandman"inde "tek gözle uyuyorum"dan ne kast ettiğini çok daha iyi anladım...
“Kalkmaz olaydım” dedim uzun zamandır olduğu gibi... Namuslu emekleriyle çalışanların aleyhine olduğu ölçüde takım elbiseli yalancı hırsızların lehine olan oryantal kapitalist (hatta bugünlerde ekonomik faşizm desek az bile kalır!) aşağılık düzen yüzünden değil... Bu sabah benim için futbol sadece futbol olsun istedim uzun zamandır istemediğim kadar, patlak bir topun peşinde kendimi George Best, Johan Cruyff, Niall Quinn sandığım o rengârenk çocukluk günlerindeki gibi... Ya da en azından safça, çocukça da olsa öyle olduğuna inanmak istedim ama gazete sayfalarını çevirene kadar...
"Dün gece kaçta yattın Arda?" demiş Galatasaray başkanı Adnan Polat... Belli ki aralarında baba-oğulvari bir ilişki olan bir büyükle bir çocuğun arasındaki güzel ve alabildiğine sıcak bir şaka... Tabii ki her şakanın altında olduğu gibi bu yatma kalkma şakasının altında da bir gerçek var... Ancak o gerçek tuvalet kâğıdından hallice palavrasporgil şer gücünün fırsat bilip insafsızca manipüle ettiği, dezenforme ettiği gibi değil...
Arda'nın şakayla karışık cevabı medeni bir ülkede yaşasak, en azından spor bağlamında biraz olsun medeni bir ülkede aslında çok daha fazla manşet olmayı hak edecek tonda: "İzin günümdü..." Yani ben bu iş yerinde çalışıyorum ve haftada bir gün izni olan birisi olarak o 24 saat boyunca evrensel insan hakları uyarınca özgür bir bireyim!
Şöyle bir düşündüm: Liverpool başkanı izin gününün ertesinde Steven Gerrard'a gelip aynı şakayı yapıyor. 2001 yılındaki genç Gerrard'a... Sonra orada aynı zihniyet(sizlik)teki palavracılar benzer dezenformasyonlar yapıyorlar. Sadece şu olurdu: Liverpool kulübü çalışanının bireysel haklarına saygısızlıktan dolayı palavragücüne dava açar ve maddi manevi her türlü kazanırdı. Büyük ihtimalle oradaki yargı sistemi aynı kişilik haklarına saldıran dezenformasyonu yapanları meslekten men ederdi.
Gerrard-Arda benzerliğini biraz daha açayım izninizle: Yetenekli, büyük bir gelecek vaat eden, her şeyiyle örnek bir genç... 2001 yılında Liverpool ve İngiltere Milli Takımı için Steven Gerrard ne ise şu anda Arda Turan da Galatasaray ve Türkiye Milli Takımı için o... Hatta daha da ötesi çünkü Arda şu anda tek başına; Gerrard'ın yanı sıra bereketli altyapı tarlalarından çıkan bir sürü büyük yıldız adayı daha vardı 2001'de: Frank Lampard, Rio Ferdinand, Joe Cole ve diğerleri... Şimdilerde hepsi potansiyeli, yeteneği ölçüsüne birer dünya yıldızı... Hiçbiri de doğuştan yıldız falan değil... Onları gerçek anlamda yıldızlaştıran o ülkenin düzeni, değerleri, geleneği... Biz de ise Mustafa Kemal'in ölümünden beri devam eden "Meyva veren ağacı taşlarız" düzeni, geleneksizliği, düzensizliği... "Meyva veren ağacı taşlarız"ın başka bir dilde karşılığı olmaması bence bu konudaki medeniyetsizlik seviyemizin en güzel ispatı.
Bazı sözde gazeteciler, skor yorumcuları o kadar kötü niyetliler ki tıpkı adamı önce öldürüp sonra cenazesine en büyük çelengi yollayan katil mafyalar gibi… Yarın bugün Allah korusun Arda’ya bir şey olsa “En çok biz üzüldük” derler bir de…
Hayır, her şey bir yana sadece yetişip büyüdüğü takımı gerçekten de deli gibi sevdiği için yeteneği ölçüsünde ülkemizde hak ettiği paranın çok daha azına çalışan bu yetenekli genci eleştirmek kimlere kalmış baksanıza: Ümit Karan!
Okurken koltuktan düştüm, kinaye falan yapmıyorum, cidden düştüm bir anda… Aklıma geldi televole, telerövaşatalarda en pespaye mekanlarda en görmemiş eğlencelerde gördüğümüz Ümit Karan… Yeteneğini çarçur etme şampiyonu Galatasaray eski santrforu bir tv kanalında şöyle diyor: “Geçen sezon Arda’nın çok yanlışları oluyordu. Allah’tan biz vardık, kulaklarını çektik”
Kulak çekene de bak sen… Tıpkı okulun yetenekli, dürüstlük abidesi çocuğunu kıskanıp üstüne giden üst sınıfın çift dikiş giden okul kabadayısı: “Arda şanslı. Kulağını çekecek birileri var. Bizim kimse kulağımızı çekmedi!”
Beyefendi, kulak çekmek mecazi ya da fiziki anlamda geri kalmış ülkelere mahsus bir medeniyetsizliktir. Mesela ben bu ülkenin her şeye rağmen medeni olmasını isteyen birisi olarak 1986’da kulağımı haksız yere çeken ilkokul müdürünü 10 yıl sonra 1996’da bulup doğduğuna pişman etmiştim… Arda da bunu mu yapsın yani? O kafaların istediği bu zaten: “Arda sinir hastası olsun da daha yıldız olmasın, daha başarılı olmasın; bizim seviyesizliğimize insin!”
Bu ülkedeki milyonlarca gerçek futbol aşığından birisi olarak ben her şekil yanındayım Arda… Bırak ne derlerse desinler, sen zamanında bir kızı sevdin, samimiyetine güvenip fotoğraflar çektirdin, o kız gidip mahrem fotolarınızı facebok’a koydu diye sen suçlu ilan edildin. Ezeli rakibin başkanı “Bu ülkede parayla herkes satın alınır, herkesin fiyatı vardır” ideolojisinin doğal uzantısı olarak sen ve delicesine aşık olduğun Galatasaray’la arana girmeye çalıştı. Bu ülkede düzen böyle olduğu için yaptı yoksa Aziz Yıldırım’ınki suç falan değil, bu düzende en doğal hakkı. Ama sen bir an bile düşünmedin, sadece Galatasaray’ı herkesten çok sevdiğin için aldığın paranın yaklaşık 20 katı teklifi hiç düşünmeden reddettin, yine bazılarına yaranamadın. Anlamış olman lazım ki artık ne yapsan o kişilere yaranamazsın. O yüzden hiç kafana takma, kıyafetin de gözlüklerin de gülümsemen de sahada yaptıkların kadar güzel Arda… Sen güzelsin Arda, onlar ise alabildiğine çirkinler… Sen Şirinler’densin Arda, onlar ise Gargamel sürüsü! Arşivciler Gargamel’leri yazar, tarih ise Şirinler’i… Onlar tarih kitaplarına virgül olarak bile giremeyecekler Arda… Çatlasınlar, patlasınlar, başlarına ne gelirse gelsin… Sen gerçeksin Arda, onlar yalan dolan… Ben seni çok seviyorum Arda… Sen onlara uyma bana yeter paşam! Uysan da canın sağolsun… Senin yerinde olsam ben ne mi yapardım: O medeniyetsizlik abidesi ilkokul müdürüne yaptığımın 1000 katını Arda… Sen işte onun 1000’de birine bile tenezzül etmediğin için daha bu yaşta çok büyüksün Arda…
“Kalkmaz olaydım” dedim uzun zamandır olduğu gibi... Namuslu emekleriyle çalışanların aleyhine olduğu ölçüde takım elbiseli yalancı hırsızların lehine olan oryantal kapitalist (hatta bugünlerde ekonomik faşizm desek az bile kalır!) aşağılık düzen yüzünden değil... Bu sabah benim için futbol sadece futbol olsun istedim uzun zamandır istemediğim kadar, patlak bir topun peşinde kendimi George Best, Johan Cruyff, Niall Quinn sandığım o rengârenk çocukluk günlerindeki gibi... Ya da en azından safça, çocukça da olsa öyle olduğuna inanmak istedim ama gazete sayfalarını çevirene kadar...
"Dün gece kaçta yattın Arda?" demiş Galatasaray başkanı Adnan Polat... Belli ki aralarında baba-oğulvari bir ilişki olan bir büyükle bir çocuğun arasındaki güzel ve alabildiğine sıcak bir şaka... Tabii ki her şakanın altında olduğu gibi bu yatma kalkma şakasının altında da bir gerçek var... Ancak o gerçek tuvalet kâğıdından hallice palavrasporgil şer gücünün fırsat bilip insafsızca manipüle ettiği, dezenforme ettiği gibi değil...
Arda'nın şakayla karışık cevabı medeni bir ülkede yaşasak, en azından spor bağlamında biraz olsun medeni bir ülkede aslında çok daha fazla manşet olmayı hak edecek tonda: "İzin günümdü..." Yani ben bu iş yerinde çalışıyorum ve haftada bir gün izni olan birisi olarak o 24 saat boyunca evrensel insan hakları uyarınca özgür bir bireyim!
Şöyle bir düşündüm: Liverpool başkanı izin gününün ertesinde Steven Gerrard'a gelip aynı şakayı yapıyor. 2001 yılındaki genç Gerrard'a... Sonra orada aynı zihniyet(sizlik)teki palavracılar benzer dezenformasyonlar yapıyorlar. Sadece şu olurdu: Liverpool kulübü çalışanının bireysel haklarına saygısızlıktan dolayı palavragücüne dava açar ve maddi manevi her türlü kazanırdı. Büyük ihtimalle oradaki yargı sistemi aynı kişilik haklarına saldıran dezenformasyonu yapanları meslekten men ederdi.
Gerrard-Arda benzerliğini biraz daha açayım izninizle: Yetenekli, büyük bir gelecek vaat eden, her şeyiyle örnek bir genç... 2001 yılında Liverpool ve İngiltere Milli Takımı için Steven Gerrard ne ise şu anda Arda Turan da Galatasaray ve Türkiye Milli Takımı için o... Hatta daha da ötesi çünkü Arda şu anda tek başına; Gerrard'ın yanı sıra bereketli altyapı tarlalarından çıkan bir sürü büyük yıldız adayı daha vardı 2001'de: Frank Lampard, Rio Ferdinand, Joe Cole ve diğerleri... Şimdilerde hepsi potansiyeli, yeteneği ölçüsüne birer dünya yıldızı... Hiçbiri de doğuştan yıldız falan değil... Onları gerçek anlamda yıldızlaştıran o ülkenin düzeni, değerleri, geleneği... Biz de ise Mustafa Kemal'in ölümünden beri devam eden "Meyva veren ağacı taşlarız" düzeni, geleneksizliği, düzensizliği... "Meyva veren ağacı taşlarız"ın başka bir dilde karşılığı olmaması bence bu konudaki medeniyetsizlik seviyemizin en güzel ispatı.
Bazı sözde gazeteciler, skor yorumcuları o kadar kötü niyetliler ki tıpkı adamı önce öldürüp sonra cenazesine en büyük çelengi yollayan katil mafyalar gibi… Yarın bugün Allah korusun Arda’ya bir şey olsa “En çok biz üzüldük” derler bir de…
Hayır, her şey bir yana sadece yetişip büyüdüğü takımı gerçekten de deli gibi sevdiği için yeteneği ölçüsünde ülkemizde hak ettiği paranın çok daha azına çalışan bu yetenekli genci eleştirmek kimlere kalmış baksanıza: Ümit Karan!
Okurken koltuktan düştüm, kinaye falan yapmıyorum, cidden düştüm bir anda… Aklıma geldi televole, telerövaşatalarda en pespaye mekanlarda en görmemiş eğlencelerde gördüğümüz Ümit Karan… Yeteneğini çarçur etme şampiyonu Galatasaray eski santrforu bir tv kanalında şöyle diyor: “Geçen sezon Arda’nın çok yanlışları oluyordu. Allah’tan biz vardık, kulaklarını çektik”
Kulak çekene de bak sen… Tıpkı okulun yetenekli, dürüstlük abidesi çocuğunu kıskanıp üstüne giden üst sınıfın çift dikiş giden okul kabadayısı: “Arda şanslı. Kulağını çekecek birileri var. Bizim kimse kulağımızı çekmedi!”
Beyefendi, kulak çekmek mecazi ya da fiziki anlamda geri kalmış ülkelere mahsus bir medeniyetsizliktir. Mesela ben bu ülkenin her şeye rağmen medeni olmasını isteyen birisi olarak 1986’da kulağımı haksız yere çeken ilkokul müdürünü 10 yıl sonra 1996’da bulup doğduğuna pişman etmiştim… Arda da bunu mu yapsın yani? O kafaların istediği bu zaten: “Arda sinir hastası olsun da daha yıldız olmasın, daha başarılı olmasın; bizim seviyesizliğimize insin!”
Bu ülkedeki milyonlarca gerçek futbol aşığından birisi olarak ben her şekil yanındayım Arda… Bırak ne derlerse desinler, sen zamanında bir kızı sevdin, samimiyetine güvenip fotoğraflar çektirdin, o kız gidip mahrem fotolarınızı facebok’a koydu diye sen suçlu ilan edildin. Ezeli rakibin başkanı “Bu ülkede parayla herkes satın alınır, herkesin fiyatı vardır” ideolojisinin doğal uzantısı olarak sen ve delicesine aşık olduğun Galatasaray’la arana girmeye çalıştı. Bu ülkede düzen böyle olduğu için yaptı yoksa Aziz Yıldırım’ınki suç falan değil, bu düzende en doğal hakkı. Ama sen bir an bile düşünmedin, sadece Galatasaray’ı herkesten çok sevdiğin için aldığın paranın yaklaşık 20 katı teklifi hiç düşünmeden reddettin, yine bazılarına yaranamadın. Anlamış olman lazım ki artık ne yapsan o kişilere yaranamazsın. O yüzden hiç kafana takma, kıyafetin de gözlüklerin de gülümsemen de sahada yaptıkların kadar güzel Arda… Sen güzelsin Arda, onlar ise alabildiğine çirkinler… Sen Şirinler’densin Arda, onlar ise Gargamel sürüsü! Arşivciler Gargamel’leri yazar, tarih ise Şirinler’i… Onlar tarih kitaplarına virgül olarak bile giremeyecekler Arda… Çatlasınlar, patlasınlar, başlarına ne gelirse gelsin… Sen gerçeksin Arda, onlar yalan dolan… Ben seni çok seviyorum Arda… Sen onlara uyma bana yeter paşam! Uysan da canın sağolsun… Senin yerinde olsam ben ne mi yapardım: O medeniyetsizlik abidesi ilkokul müdürüne yaptığımın 1000 katını Arda… Sen işte onun 1000’de birine bile tenezzül etmediğin için daha bu yaşta çok büyüksün Arda…
13 Ekim 2009 Salı
NASIL BİR MİLLİ TAKIM DÜŞLÜYORUM?
NTVMSNBC'nin ve Lig Radyo'nun "Milli Takım'ın yeni hocası kim olsun?" anketinde birinci sırada Rıdvan Dilmen çıkmış, hepimize hayırlı olsun... Demek ki 10 yıl sonra ben de çıkabilirim belki...
Şaka bir yana Mustafa Denizli'nin Lig TV'den Beşiktaş'a transferini de düşünürsek medyanın bu kadar da etkili olması herhalde Sergen Yalçın'ı da umutlandırdıkça umutlandırıyor, yorumlarında daha da hormonlu bir tonda coşturdukça coşturuyor... İnşallah arzu ettiği olur da başta o olmak üzere hepimiz rahatlarız...Gelelim konumuza: Türkiye Milli Takımı, Fatih Terim'den sonra tufan mı? Bence bir tufan söz konusu olursa bu Fatih Terim'in eksiğinden çok Türk futbolunu yönetmekle yükümlü olanların bakış açısı ve yönetim kalitesi eksiklerinden kaynaklanır...
Yabancı mı, yerli mi? Piontek-Terim modeli mi, Derwall-Denizli modeli mi? Dikkat! Tüm bu fikirler maalesef geçmişe ait nostaljik sayıklamalardan ibaret... Geleceğin başarıları için her daim geçmişin ruhu korunmalı geliştirilmeli ama aynı ırmakta iki kere yıkanmaya çalışma hatasına da kesinlikle düşülmemeli...
Fatih Terim'in vedasını duyduğumda aklıma gelen ilk şey şuydu: Bize eğer Hiddink, Trappatoni veya Capello gibi bir maestro gelmeyecekse büyük bir ismin hiç gelmemesi çok daha iyi aslında. O yüzden Nihat'lı Real Sociedad'ı uçuran, Marcel Desailly, Claude Makelele, Didier Deschapms gibi uzun vadede kalıcı başarı getiren mükemmel görev adamları yetiştiren Raynald Denoueix profilinde bir teknik adam lazım: Orta vadede kalıcı başarı ile eşanlamlı olan isimler Denoueix ve onun gibi elimizdeki yetenekli gençlerden maksimum performans almayı bilen isimlerdir diye düşünüyorum. Ama acaba "kalıcı başarı"nın ne olduğuna dair pek de fikri varmış gibi gözükmeyen Türk futbolunu yönetenlerin bulanık vizyonlarında böyle cesur ama uzun vadede kurtarıcı olması bağlamında radikal fikrin kırıntısı dahi var mı? Hatta Raynald Denoueix'in kim olduğuna dair en ufak bir fikir kırıntıları var mı, en azından bir Asterix karakteri olmadığını biliyorlar mı, o bile şüpheli!
O yüzden şimdilik adı geçen Guus Hiddink'i ben herkesten çok isterim. Yardımcısı mı? Tabii ki zamanında şimdinin en çok gelecek vaat eden genç yıldızlarımızı Avrupa şampiyonu yapıp Dünya Kupası'nda ilk 4'e sokan Abdullah Avcı ya da Reha Kapsal gibi bir isim...
Rıdvan Dilmen'i ben de çok seviyorum ama teknik adamlık kariyeri çok daha başarılı olan Abdullah Avcı'nın Rıdvan'ın üstünde çıktığı bir Türkiye düşlüyorum... O gün işte gerçekten ekol olabileceğiz... Hakan Şükür de aynı bakış açım kapsamında çok erken ortaya atılan bir isim: Unutmayalım İrlanda Cumhuriyeti'nin bu satırlar yazıldığında en çok milli olmuş oyuncusu olan Steve Staunton benzer bir durumda göreve getirilince repütasyonu bir anda Laurel - Hardy'deki Stan Laurel'e kadar düştü, düşürüldü...
Ortaya atılan isimlerden en az çarpıcı olanı ise şüphesiz Mircea Lucescu çünkü Türk futbolunda Lucescu, Kızılay misali bir çarenin adı: Başın sıkıştı mı, kriz oldu mu günü kurtarma arayışında mısın: O zaman çek bir Luce, işlerin biraz tadı kaçtı mı at bir Luce!Oynattığı futbol maalesef kişiliği kadar güzel olmayan bu önemli teknik adama, ultra-realist futbol bakış açısından hiçbir itirazım yok... Açıkçası daha önceki milli takım kampına hakim olan Kurtlar Vadisi havasından sonra onun o ikizi gibi benzediği Neyzen Tevfik atmosferi hiç fena olmaz, en azından saha içinde olmasa da saha dışında atmosferik bağlamda yüzümüz gönlümüz açılır...
Saha içinde en zayıf noktamız olan takım savunmamızı geliştirebilecek en realist isim de şüphesiz Lucescu... Gereğinde Brezilyalı Bilica'yı Romanya Milli Takımı'na aldırmaya çalışan skor yorumcularına (niteleyecek bir sıfat yazamadım özür dilerim, ne desem mahkemelik olurum!) kalemlerini yutturacak bir adam Luce... Ancak ne gerek var yeni bir gerginliğe, kamplaşmaya...
Türkiye Milli Takımı'nın her şeyden önce yeniden herkesi bütünleştirecek bir figüre ihtiyacı var. Her ne kadar Fatih Terim'in kendisinden direkt kaynaklanmasa da etrafındaki her devrin adamlarının eseri olan Kurtlar Vadisi hava boşluğunun milli takımda acilen yok olması gerek. Ben artık milli takım kampında, basın toplantısında kendimi orgeneralin tugay içtimasına aldığı emir eri gibi hissetmek istemiyorum, sivil ve hümanist yani gerçekten de milli olan yani halkın olan bir takım istiyorum... Takımın kaptanı değil Demirkol'a Adnan Aybaba'ya bile hareket çekmesin, çekerse kim olursa olsun o kaptanlık pazubandını layıkıyla taşıyamadığı için cezalandırılsın, yaptığı yanına kalmasın... Milli takım teknik direktörü en kötü yazan spor yazarına bile küfür etmesin, kulağına, bıyığına cinsel fanteziler düzmesin... Kısa da olsa Milan'ı çalıştırmış tek Türk olan Fatih Terim ve post-modern servet-i fünuncu Tanburacı'nın bıyığının birbiriyle ne ilgisi olabilir... En kötü futbol kabusunda bile böyle bir sahne olamaz, olmamalı da... Fatih Terim kadar kariyerli ve başarılı bir teknik adam, servet-i fünuna gülüp geçmeli sadece...
Uzun lafın kısası serveti fünunu bırak illa isim ver derseniz,
Guus Hiddink, Abdullah Avcı + Johan Neeskens (Avustralya'da Hiddink ile beraber çalışmışlardı) üçlüsü benim rüya takımımdır... Reha Kapsal da Ümit Milli Takım'ın başına geri dönerse, uzun vadede Türk futbolu cennet olur cennet!
7 Ekim 2009 Çarşamba
2009 EKİM İTİBARIYLA (BENCE) DÜNYA KARMASI ve 4-6-0
Fiziksel, ruhsal... Havalar kötü... Liverpool'un durumu kötü (Pazar günü Moda halı sahasında Eyyam United - Ortadirek FC maçına çıkarken "Nasıl koyduk ama size Ali abi" diyen Chelsea'li ile haftaya görüşeceğiz o ayrı, anlamadığı şu ki ben kazanmak için takım tutsam zaten Liverpool'u tutmazdım ama daha da anlayamadığı Liverpool'u tutmasam da onun gibi kendilerine "Kafa Avcıları" demekten hoşlanan insanlıktan çıkmış, İngiliz ve İngiliz yalakası olmayan herkese düşman olan adamların en ünlü taraftarları olduğu Chelsea'yi ölsem de asla tutmam! Everton'ı, Arsenal'i, hatta Manchester United'ı tutarım yine Rus halkından çaldığı paralarla satın alınan ırkçı holiganların takımını tutmam çünkü futbolu tutarım ben futbolu yani güzel oyunu!),
Celtic daha kötü (Rangers'a hem de Kenny Miller fırıldağından iki gol yiyerek yenilen savunmaya diyecek hiçbir şeyim yok ama işte aynı hesap ben ve benim gibiler neticeye değil haticeye aşık, ben o Chelsea'li gence anlatacağım haftaya 2. ligde sürüm sürüm süründükleri, maçlarına 5000 kişinin bile gitmediği günleri! Mick Jagger, Chelsea'li diye kendimi tutuyorum hürmetimden)
Tabii en kötü durumda annemizin takımı Beşiktaş... Ama! Zeki Demirkubuz arıyorsa, ruh kardeşliğinden bahsediyorsa, ne yazsam boş, öldükten sonra da ben hala Fevzi'nin ayağının altından kaçırdığı topa değil 70 kilo fazlası olan menajer eskisinin Beşiktaş'ı temsil etmesi ve eşini öldürecek kadar gözü dönmüş mafyayı yurt dışına kaçırırken Süleyman Seba'nın öpülesi ellerinin değdiği antetli kağıtları kullanmasına + Levent Erdoğan'a yanacağım... Eee ben yanmasam, sen yanmasan, nasıl çıkar 70 kilo fazlası olan menajer eskisinin karanlığı Seba ışığına!
Liverpool, Celtic, Beşiktaş... Ben daha karanlık günler de yaşadım... İcabında şu anda olduğu gibi bütün gün Stone Roses dinledim, icabında 15 yaş takımı maçlarına gidip kayıp geleceği aradım, buldum bulamadım ama futbolu hepsinden her şeyden çok sevdim... Bugün de trenle giderken ışıklar kesildi, ben hariç herkes panik oldu. En karanlık anlarda olduğu gibi yine cebimden çıkardığım adi cep telefonumun cılız ışığıyla bir mendile bu takımı yazdım...
Biliyorum, büyük ihtimalle şu andaki en iyi takım bu değil, herkesin takımı kendine zaten ama o anda o takım çıktı... İyi işte, siz de yazarsınız, karşı gelir güzel fikirlerinizi sunarsınız... Böylece her zamanki gibi daha güzel olur futbol... Işıklar yandığında ayaktaki çocuğun "Ali Abi, Barcelona'yı seviyorsun diye Real Madrid'li Ramos'u değil, Barça'lı Dani Alves'i koydun; sen de biliyorsun!" demesi gibi! Her gecenin bir sabahı vardır ama en güzeli her büyümeyi ısrarla reddeden iflah olmaz futbol aşığının bir ütopyası vardır, benimki de bu!
Önce oyuncuları yazdım sonra taktiği kurguladım... Bence eldeki malzemeye göre kadro kurmak en doğrusu yoksa ölümüne 4-4-2'ciyim ki en yakın zamanda Ali Ece'nin efsanevi 11'ini de yazacağım şimdilik Ekim 2009'dayız...
KALECİ
Iker Casillas: Herkes istediğini söyler ama kimse bana renkkörü diyemez asla. İspanya'nın Kenan Evren'i diktatör Franco, adi amaçları uğruna Real Madrid'i oyuncağı yapıp, Madrista moru adaletsiz bir futbol rejimi kurarken Casillas daha doğmamıştı bile. Zaten modern zamanlarda Casillas gibi ikinci bir kaleci daha doğacağını zannetmiyorum. Genç yaşlarda bugün Beşiktaş'ın bu duruma düşmesine sebep olan futbol özürlü kafaların "Yeniköy Kasabı" diyerek kaçırdığı Del Bosque'ye Casillas'ın doğuştan yeteneklerini olabilecek en usta şekilde geliştirdiği için bin kere şapka yani saç bandı çıkarıyorum. Sahi son Sevilla maçında mesela Real'in kalesinde Casillas değil de Barcelona kalecisi Valdes olsa Galacticos 2'nin hali nice olurdu? Aydınspor - Fenerbahçe maçından hallice mi? O kadar da değil ama bir kaleci takımın yarısıdır derken Valdes - Casillas arasındaki farkı da göz önünde bulundurmak gerek. Peki, ya son 10 yılda Casillas Barcelona'nın kalesinde olsa, neler olurdu? Asıl bu sorunun cevabını vermek lazım... Schmeichel 1990'ların başında Man Utd'a değil de Liverpool'a gelmiş olsa neler neler olmazdı? Teknik direktör olarak Souness'tan asla bir Alex Ferguson olmazdı ama Alex Ferguson da Schmeichel olmasa, bugünkü Alex Ferguson olamazdı... O yüzden geçen sezon Josep Guardiola sandığımızdan da efsane bir iş başardı bence...
SAĞ BEK
Dani Alves: Trendeki Real Madrid'li çocuk haksız değil. Alves mi Ramos mu çok düşündüm... Benden sonra aynı saç bandını taktı diye koymadım Alves'i... Savunma yönü çok güçlü değil, orası da kesin ama hücuma kalktığında Cafu'dan bile iyi, Cafu'dan bile izlenilesi... 1970'lerde oynuyor olsa gelmiş geçmiş en iyi sağ açıklardan birisi olurdu ama günümüz futbolunda geçer akçe hücumcu kanat bekleri... En iyisi de Alves bence çünkü en kudretli hücumları o yapıyor. Ramos? Ramos da onun kadar iyi ama birini seçmem gerekiyordu... Barça-Real diyalektiğinden çok Brezilyalı olduğu için Cafu kontenjanından soktum, eee arkası tarihi açıdan o kadar sağlam ki!
SOL BEK
Zhirkov: Aslında ilk önce Gareth Barry'yi yazmaya karar verdim ama sonra Alex Ferguson'un dediği aklıma geldi: "Bir oyuncudan maksimum verim almak için onu en rahat ettiği en sevdiği bölgede oynatacaksın. Böylece 11 oyuncuyu en sevdiği yerde oynatırsan takımın tamamından maksimum verim alırsın. İyi bir teknik direktör sadece elindeki oyunculardan en iyi verim almayı başaran kişidir, gerisi teferruat aslında... Football? Bloody **** hell!" Zaten bu sezon en büyük korkum Zhirkov'un Hiddink yönetimindeki Rusya'da Euro 2008'deki gibi oynaması. O zaman yandık işte, bizim Liverpool Chelsea'yi asla yakalayamaz!
STOPER
Puyol: Belki ondan daha yetenekli stoperler var mesela Rio Ferdinand'ı koysan orta sahada da süper performans sergiler ki Alex Ferguson bir ara bunu yapıp yüksek verim almıştı ama Puyol futbolun asla sadece futbol olmaması bağlamında yaşayan efsane bence! Bir an kendimi düşünüyorum, sabahlara kadar rüyamda Beşiktaş'ın santrforu olduğum dünyanın en güzel rüyalarını... Hala yılda bir kez görüyorum o en güzel rüyayı... Önce namağlup şampiyon oluyoruz, ne de olsa ortaları Rıza Çalımbay yapıyor! Kalede Zafer Öğer, sağ bekte Recep Çetin var... Sonra Liverpool'a transfer oluyorum, Kewell, Gerrard, Fowler, Ali Ece... Daha sonra annem geliyor sabah olmuş, işe geç kalıyorum, üstüm açık yatmışım üşüyorum... Gözlerimi açınca Puyol'u görüyorum, elinde 2006 Şampiyonlar Ligi kupası... İçim ısınıyor, bütün çocukluk rüyalarını gerçekleştirmiş büyük bir kaptan... Pazar gününü beklemeye başlıyorum Eyyam United - Ortadirek FC arasındaki Moda derbisini... En azından her pazar saat 7-8 arası kendi çapımda Beşiktaş ve Liverpool'un santrforuyum!
STOPER
John Terry:
MAF'la coşup o dönemin Messi'sinin Fenerbahçeli Rıdvan Dilmen olduğunu kabul etmem, gizli gizli Fenerbahçe maçlarına gitmem gibi işte... Adam Chelsea'nin kaptanı ama Chelsea'nin Bülent Korkmaz'ı, Puyol'u, McGrath'ı... Yanlış zamanda yanlış takımda ama olabilecek en doğru adamlardan birisi...
ÖNLİBERO
Xabi Alonso: Kesinlikle daha sert, daha verimli, taktiksel açıdan çok daha iyileri var ama onu izlemek bambaşka bir şey. Bir tutam Guardiola zekası, bir tutam Jan Molby zerafeti, bol miktarda Jose Mari Bakero inatçılığı... Benitez efendi çok arayacak seni... Bir bize sorsa ne kadar arıyoruz o önliberoların atletik güç yığını olduğu hatice fakiri dönemde Alonso'nun ayağıyla her topa elmasa dokunur gibi dokunduğu eşsiz anları...
SAĞ İÇ
Gerrard: Hıncal Uluç FourFourTwo röportajında "Zidane mı? Gelmiş geçmiş ilk 100 futbolcu arasına bile koymam" demişti büyük usta Zidane için (İnanıyorum ki 1998'de Fransa'da olup rengimiz esmer diye bize selam vermeyen beyaz Fransızların Zidane'dan sonra bize nasıl selam vermeyi başladıklarını görseydi böyle düşünmezdi). Ama Zidane, "En iyisi Gerrard" diyorsa ben en kırmızısından 10000000 vuruş futbol masalları da yazsam Zidane'ın üç kelimesinin yanında beş para etmez...
OYUN KURUCU
Xavi:
Edebiyatta Lorca, resimde Picasso, müzikte Rodrigo, futbolda Xavi... Windows Media Player kadar gösterişli, winamp kadar işlevsel, real player kadar tepeden tırnağa kalite... Bilgisayar programcıları bile Xavi kadar mükemmelini yaratamadılar... Anne babasını incelemek, klonlamak, sırf Xavi'nin babasının meyvelerinden dünya futbolcu spermi bankası kurmak gerek... İddia ediyorum FIFA 99'da tüm özellikleri 100 üzerinden 100 olan sanal oyuncu bile top kaptırır ama Xavi asla kaptırmaz! 2009 Devler Ligi finalinden sonra ne demişti Alex Ferguson: "İki takım arasındaki fark mı? Sanırım Xavi ve Iniesta ilk oynadıkları mahalle maçında bile topu hiç kaptırmamışlardır!"
SOL İÇ
Iniesta:
Xavi - Iniesta ikilisinini orta sahada mükemmel ötesi ortaklığını başka futbolcularla karşılaştırmak zor benim için... İşte Mick Jagger - Keith Richards, John Lennon - Paul McCartney, Ian Brown - John Squire, Cahit Berkay - Engin Yörükoğlu, Kemal Sunal - Halit Akçatepe misali...
PATLAYICI SERBEST FORVET
Messi:
Açık ara dünyanın en iyisi. Aslında C. Ronaldo da yetenekleri açısından ona yakın ama her şekil Messi benim için. Maradona'nın reenkarnasyonu değil sadece, Maradona'nın yeteneği Cruyff'un zekası ve oyun vizyonu, Dalglish'in takım oyunculuğu bir arada... Good, better, Best... Böyle giderse Pele good, Maradona better, George Best, MESSİ! olacak gibi... Best dedim, inanamıyorum... Hayatımda Best'i sadece Syd Barrett'la karşılaştırmıştım...
PATLAYICI İKİNCİ FORVET
C. Ronaldo:
Messi kadar sevimli ve sevilesi değil... Efsaneler kendilerini yere atmazlar bence... İnşallah onu da bırakacak... Aslında Torres'i koyardım Liverpool gözlerimle ama Real'e gittikten sonra Man Utd'a toz kondurmadı ya... Yanlış görmüşüz bugüne kadar, o kadar da değilmiş... Ayrıca La Liga da ayrı güzel oynuyor... İzlemeye devam, aynen devam etmesi gerek Torres ısınıyor:))
YEDEKLER:
Shay Given: Futbol tarihinin hakkı en az ödenmiş kalecisi... Zamanında Liverpool'a gelmiş olsaydı mesela o zamanlar "calamity" olan James yerine o olsaydı, ne 20 yılı 20 maç bile beklemezdik. Bir gitti, Newcastle düştü... Çok acı insanın değerinin gidince anlaşılması... İrlanda 2010 Dünya Kupası'na inşallah katılır, sadece Given'ın nasıl efsanevi bir kaleci olduğunu herkes görsün yeter bana...
Gareth Barry: Aston Villa taraftarı kızmakta haklı biraz... O kadar sevdiler aşık oldular ki şimdi de o kadar nefret ediyorlar... Kesik yemesinin sebebi hem sol bek oynamak istememesi hem de Alonso'ya gönül borcumuz... Tabii bir de "Liverpool'a gitmek istiyorum" diye kazan kaldırıp şeyhler Man City'yi alınca Manchester'ın mavi yakasını seçmesi de kızağa çekilme sebebi. Yoksa İngiltere'nin Emerson'u oldu bile, Capello bir adamı bu kadar tutuyorsa onda bizim göremediğimiz bir şey vardır mutlaka!
Torres: Şimdi 11'e koysam C. Ronaldo'nun yerine "Liverpool'lu Ali Ece adamını kayırdı" dersiniz, gol atamayınca "Manevi oğlum" olur falan... Ayrıca modern zamanlarda yedek kulübesi çok güçlü olmalı. Takıma bak, Torres sonradan giriyor ve saçma sapan bir Benitez rotasyonundan dolayı değil!
Kaka: Sürekli "ben İsa'ya aitim, para için bir yere gitmem" deyip bir günde Milan'ı satarsan ben de sana "İsa'ya ve Perez'in paralarına ait olduğun kadar yedek kulübesine de aitsin" derim, başım sıkışınca da kurtarıcı olarak sahaya sürerim.
Rooney: Twitter'a o "hindi" muhabbetini yazmayacaktın. Bir kere hiç komik değil, ikincisi "Two size" yazacak kadar saçmalayabilen Türk skor basının durumuna düştün... İlk şans verdiğimde Chelsea'ye 5 tane at, forma senin o ayrı!
Yarı şaka yarı ciddi tabii... Ama hala ışıklar kesildiğinde futbol beni aydınlatıyorsa, göründüğü kadar karanlık değil o zaman her şey...
Ayrıca bu kadroya bakınca artık günümüz futbolu cidden orta sahada oynanıyor ve 4-6-0 acı ama yadsınamaz bir gerçek. Çünkü artık en iyi, en pahalı futbolcuların hepsi orta saha... Yine de bu pazar Moda derbisinde Niall Quinn formamla kayıp pivot santrforlar çağı nostaljisine devam. Olur da gelip izlerseniz sakın "Konuştuğun kadar oyna bakalım" demeyin! Konuştuğum kadar oynayabilseydim Liverpool'da oynardım, Beşiktaş bu halde olmazdı... Son sözüm yarı şaka yarı ciddi yine ama bu halimle bile Nobre'nin kaçırdıklarını kaçırmıyorum (Kaçırdığı o akıl almaz golleri eliyle atmaya çalışmasaydı yine de biraz olsun severdim Nobre'yi, Nartallo'yu bile özlediğim anlar olur Haydarpaşa'dan Erenköy'e giden karanlık bir trende futbolun sonsuz ışığıyla ruhumu biraz olsun aydınlatırken!)
5 Ekim 2009 Pazartesi
DEMİRÖRENİZM'İN KOMPLE ÇÖKÜŞÜNE DAİR ya da REVNA HANIM'A ÖZÜR MEKTUBU
"Çarşı faili meçhule de nükleere de karşı" ayarında çok daha yaratıcı ve o pankartlardaki gibi hümanist bir tepki beklerdim aslında... Yumurta atmak hiç yakışmadı Beşiktaş taraftarına, yerden göğe kadar haklıyken taraftarı haksız, Demirören'i mazlum duruma düşürdü... Mazlum duruma düşürmek sırf bizim topluma mahsus
da ondan yazdım yoksa başka dilde olmadığı gibi Öztürkçe'de de olmayan bir deyim son olayların ortaya çıkardığı...
Her ne kadar Türkiye'deki bozuk ötesi düzen, 12 Eylül 1980'den itibaren salt paranın kirli gücü üzerine kurulu olsa da halkımızın son hümanizm kalesidir ne yapmış olursa olsun mazlumun yanında olmak, ona acıyıp yumuşamak...
Bizim halkımız Dostoyevski romanlarındaki insancıklar gibidir, evet her ne kadar zararını en çok kendisi görse de olabildiğine balık hafızalıdır. Fakat karşısındakinin daha önceki günahları ne olursa olsun kendi cebinde 5 kuruş varsa 4'ünü ağlayana verir hiç düşünmeden...
Nasıl defalarca ülkeyi krizden krize sokan, yıllarca anasını ağlattığı için "baba" unvanını fazlasıyla ama çoğu zaman tersine hak eden Süleyman Demirel askeri darbelerin acımasızlığı ve insanlık dışılığıyla ezilip mazlum duruma düştüyse;
nasıl halkımızın büyük çoğunluğu homofobik olsa da yıllardır gördüğü baskılar yüzünden mağdurlaşıp mazlumlaşan Bülent Ersoy'a bile acımış, gereğinde başının tacı yapmıştır...
Yalan yok, ben de üzüldüm Yıldırım Demirören'in düştüğü duruma... Sadece Beşiktaş değil belki de küresel futbol tarihindeki en başarısız, performansı açık ara en kötü başkan olsa da üzüldüm Demirören'e... Hiç ama hiç kimseye yumurta atılmasın, kimse o kadar aşağılanmasın değil suçu sadece Beşiktaş'ı orantısız sevmek olan Demirören, Türkiye'den orantısız nefret eden Kenan Evren bile... Ama herkes de hak ettiği gibi yargılansın hafızalarda, vicdanlarda... Demirel gibi ona karşı hissedilen mazlumiyet duygusundan yola çıkıp yeniden aynı hataların gerçekleşmesine ortak olmamak lazım...
Yumurta atılmamalıydı... Bir avuç kendini bilmez ya da kendini bilen fark etmez "Çarşı faili meçhule de karşı" pankartını asacak kadar yüksek bir bilinç ortalamasına sahip Beşiktaş taraftarı çok daha yaratıcı bir tepki verebilirdi... En azından haklıyken kimilerinin manipülasyonuyla haksız duruma düşürülemeyeceği bir tepki...
Diyelim ki o hata yapılmadı ve yumurta atılmadı: Bu sezonki berbat performans (Levent Erdoğan'ın dualarla şampiyonluk açıklaması bile yeter artar, dünyanın tüm medeni ülkelerinde o sözü bir üyesi dahi ediyorsa yönetimin tamamı anında istifa eder... En anlamlı tarihi örnek: Son derece başarılı İngiltere Milli Takımı teknik direktörü Glenn Hoddle'ın kendi inançları doğrultusunda yaptığı açıklamanın diğer başka inanlara dokunması ve sonrasındaki sonuçlara bakılmaksızın jet istifası) 2004 yazındaki kongreden beri başlayan Demirören - Beşiktaş taraftarı arasındaki kulüp aleyhine aşırı uyumsuzluğun son safhasıdır...
İlk günden itibaren olmadı Demirören... Şiarı "Tribünün içinden gelen taraftar başkan"dı tıpkı Newcastle'ı mahveden Mike Ashley gibi... Ama hiçbir gün biz sıradan taraftar gibi Kadıköy'den motorla maça gelmedi, deplasmanlarda boyu uzun diye 12 eylül uzantısı daracık kapıdan geçerken kafasına cop yemedi, bizle ne Malmö ne de Valerenga maçalrından sonra Beşiktaş'ın herhangi köhne bir meyhanesinde ağlaya ağlaya %90'ı sudan ibaret birayı içmedi... Biz bir bilet alabilmek için 2 gün sadece kır pidesi yedik, militarist kafalı bir hakem Pascal Nouma'dan "Beşiktaş'ın zenci futbolcusu" diye bahsettiği zaman kendi zenciliğimizi, müzmin mazluğumluğumuzu çok daha iyi anladık, o lafı kendimize de küfür saydık... Bu esnada Yıldırım Demirören sıradan bir taraftardan çok daha farklı, milyar ışık yılı uzak bir gezegende zırhlı cipine biniyor, başkanlık hayalleri kuruyordu...
Başkan taraftarı temsil etmeli, onun değerlerini yansıtmalıdır... Dünyadan örnekler verelim, kimse Demirören'i farklı konumlandırdığımı sanmasın bu örneklerde, önemli olan makro ya da mikro, toplumsal yaşam düzeyinde taraftar ve onu temsilen iktidara gelen başkan arasındaki bağlantı; yoksa Demirören de her Türk başkan gibi ne Mussolini ne de Che Guevera! Bugün Celtic'in başkanı eski bir İşçi Partisi milletvekilidir, İskoçya'nın tam özgürlüğünü, bağımsızlığını savunur çünkü Celtic taraftarı o fikirleri benimsemiş, hayat görüşü haline getirmiştir... Rangers başkanı aynı şekilde Rangers taraftarları gibi İskoçya'daki Britanya yanlısı protestanlığı hayat görüşü olarak benimsemiştir. Livorno yönetiminde nasıl solcu taraftarın aksi görüşünde bir aşırı sağcı, Mussolinici İtalyan yoksa, aynı şekilde sağcı taraftar kitlesi egemen olan Lazio'nun da komünist bir başkanı yoktur, olamaz da...
Salt makro siyasi düzlemdeki örnekleri bir kenara bırakalım... Ne de olsa bir yerde ülkemizde futbol hala sadece futbol olarak algılanılıyor... Çok da hayati bir mesele değil bu çünkü en ezeli rekabetimiz Fenerbahçe - Galatasaray derbisinde bile tek fark tarih ve renkler... Yoksa bir tarafın çoğunluğu sağcı diğerininki solcu, biri tamamen Ülkücü diğeri Apocu değil... Olmasın da zaten, hiç sorun değil... Ancak Galatasaray başkanlarının %80'i Galatasaray Lisesi kökeninden geliyor ve belli tarihsel değerleri temsil ediyor, Adnan Polat bile bu kadar başarılı bir yönetici olarak Galatasaray Lisesi kökenli olmayan birisi olarak kendisini çok zor kabul ettirmiştir... Ya Fenerbahçe? Fenerbahçe başkanlarının %80'i mütteahit kökenlidir çünkü Türkiye'de en çok para mütteahitlerde vardır ve Fenerbahçe tarihsel olarak sürekli başarı peşinde koşan bir kulüp olarak hep büyük sermayelere ihtiyaç duymuştur, duyacaktır da... Ortega, Anelka ve diğer süper yıldızlar da hep bu sermaye gücü sayesinde transfer edilmiştir... Ne zaman o sermaye Aziz Yıldırım'ın ilk yıllarında olduğu gibi kötü kullanılır, sportif ve skortif başarılar gelmezse o zaman Fenerbahçe'de kıyamet kopar... Galatasaray'da bazen liseli değerleri o kadar baskın gelir ki Avrupa gol kralı Tanju Çolak bile icabında bir günde harcanır gider...
Dönelim Beşiktaş'a... Çarşı'nın ya da genel anlamda siyah-beyazlı taraftarların bu kadar bölünmüş olmasının sebebi süreci Demirören'in eski futbol şubesi sorumlusu olduğu Serdar Bilgili iktidarıdır. O tarihi felakete karşılık gelen bölünme o gün başladı ve bugünlere kadar geldi... Arada Erdil Arpacı, İbrahim Altınsay, Mete Düren, sahada oynattığı futboldan çok daha güzel bir adam olan Lucescu gibi akil adamlar sayesinde o bölünme bir süre durduruldu... Ancak Beşiktaş Bilgili'yle beraber zaten Beşiktaş'ı Beşiktaş yapan kimliğini yitirmeye başladı: ne demişti Bilgili, "Beşiktaş'ı birinci sayfalara taşıyacağız"
Taşıdılar da... Leeds United karşısındaki 6-0'lık yenilgi, abartılı raporla işinden kovulan başarısız ama dürüst adam Nevio Scala, o dönemde kokain yüzünden mahkemelik olan Daum, ilk sezonda yapılan pahalı ama içi bomboş transferler (Fazlı, Ertuğrul Sağlam'ın göz yaşları karşılığı üstüne para verilip takas edilen Erman, saha dışında dünya iyisi ama saha içinde yetersiz Ümit Bozkurt), say say bitmez...
Bilgili'nin eski şube sorumlusu Demirören, önce 101. yılda yönetimden koptu... Sonra da Beşiktaş'ta dikiş bir daha tutmayacak kadar koptu... Büyük puan farkıyla öndeyken kaçıp giden 101. yıl şampiyonluğu, o kadronun adeta gizli bir el tarafından dağıtılması, geriye de sadece adı her türlü söylentiye karışmış Sergen-Sinan Engin-Tümer üçlüsünün kalması... Bunları unutmak mümkün değil, o Lucescu ki Beşiktaş'ı savunmak için en adi programda Ahmet Çakar'la bile muhatap oldu ama anında satıldı... Yüzüne bile bakılmadan... 101. yılda son 4 deplasmanda yönetimden tek bir kişi dahi olmaması açıklanamaz bir muamma, o açıklansa belki de kara kutu açılacak...
Kendi evlatlarını yedi Beşiktaş sürekli bir tarihi akışa karşı birinci sayfa olma saplantısıyla... tarihimizde ilk kez deplasmanda Avrupa Kupası'nda uçmuşken Malmö maçından sonra ağlaya ağlaya yuvadan koparıldı Rıza Çalımbay... Dışarından muhalefeti susturmak için Sinan Engin getirilmek için (Çakıcı ile Beşiktaş armasını aynı kağıtta yan yana getirip beni sabahlara kadar ağlatan asla affedilmeyecek Sinan Engin) MAF'ın Ali Gültiken'i anında harcandı... Avrupa'nın takım çalıştırmadan en çok para kazanan teknik direktörü olan Del Bosque'ye "kasap" yakıştırması yapılarak harcanmasına gelmeyeceğim bile...
El birliğiyle birinci sayfalara taşıdılar Beşiktaş'ı... Sanki o 1. sayfalarda çok matah şeyler varmış gibi... Hep birinci sayfa olduk uzun zaman. Avukat Levent Erdoğan açıklıyordu "Del Bosque haksız, CAS'ı biz kazanacağız" Kaybeden biz olduk, taraftar oldu hep... Del Bosque hiç takım çalıştırmadan Mourinho'dan sonra en çok kazanan hoca oldu! REKOR 1!
Leeds'ten 6 yenildikten sonra bir de üstüne Liverpool'a 8-0 kaybedildi.(Düşünüyorum da Chelsea'den 8 yesek o gün orada dayanamayıp ölürdüm, bugün bu satırları yazamazdım) 8-0 Şampiyonlar Ligi rekoruydu, yine 1. sayfa yine rekor REKOR 2
En büyük yenilgi ise 8-0 değil, ondan hemen önce oyuncuların ruhsal açıdan 88-0 yenik duruma düşmesine sebep olan "PAF takımıyla çıkarız" açıklamasıydı... O açıklama Demirören'in en büyük günahıydı... Bu takım hiçbir zaman Anelka ya da Ortega'yı alarak şampiyon olmadı... Varsa yoksa temel direği PAF takımdan çıkanlarla oldu...
1982 Ziya Doğan
1986 Gökhan Keskin, Ziya Doğan
1990-91-92 Metin - Ali - Feyyaz
1995 Sergen
2003 Sergen
1982-1995 Rıza Çalımbay
O gün PAF takımı gözden çıkaran bakarkör zihniyet tüm tarihiyle gerçek Beşiktaş'ı gözden çıkardı, dünya futbol vefasızlık tarihe saygısızlık rekorunu kırdı REKOR 3 4 5 6 .....
Benim için ve birçok Beşiktaş'a karşılık beklemeden gönül verenler için Demirören yönetimi çoktan bitti... Geçen sezon 2 kupa alındığında taraftarların çoğunun üstündeki formada Demirören'in taraftar muhalefetine rağmen anlaştığı firmanın reklamları yoktu ya Beko ya da Yeni Rakı vardı... İnsan düşüncelerini giyer, ruhunu giyer... O formalarda Seba vardı, Hakkı Yeten vardı, icabında İlhan Mansız, Recep Çetin, MAF vardı ama Demirören'in D'si yoktu...
Keşke yumurta atmasaydık, bize hiç yakışmadı... Ama asıl keşke bu hale hiç gelmeseydik, getirilmeseydik, Demirören hiç başkan olmasaydı... Evet, tüm tersine rekorlara rağmen Beşiktaş'ı çok sevdi Demirören ama kızını çok sevip ona sevgi ve akıl yerine parasının sembolü en pahalı arabayı alan talihsiz baba gibi sevdi...
En kötüsü ne biliyor musunuz? "Yeter artık Seba" dendiği gün üniversitede tezini yapan bir tıfıl olarak 90 Dakika'da yeni yıldızı parlayan Haşmet Babaoğlu'na yazdığım mesajdaki gibi, Seba'dan sonra Beşiktaş Tito'dan sonraki Yugoslavya misali bölündü tam ortadan kalbinden... Küme düşsek bu kadar canım acımazdı benim, kardeşin kardeşe vurduğu o cumartesi gecesi olduğu gibi...
Özür dilerim Revna Hanım, çok özür dilerim; belki Yıldırım bey her zaman desteklenmeye değer çok iyi bir eş, kızına sarılıp ağlayacak kadar iyi bir aile babası ama Beşiktaş başkanı olarak maalesef olmadı... Yine de tüm küfürler ve yumurtalar için ben çok özür dilerim sade bir taraftar olarak...
da ondan yazdım yoksa başka dilde olmadığı gibi Öztürkçe'de de olmayan bir deyim son olayların ortaya çıkardığı...
Her ne kadar Türkiye'deki bozuk ötesi düzen, 12 Eylül 1980'den itibaren salt paranın kirli gücü üzerine kurulu olsa da halkımızın son hümanizm kalesidir ne yapmış olursa olsun mazlumun yanında olmak, ona acıyıp yumuşamak...
Bizim halkımız Dostoyevski romanlarındaki insancıklar gibidir, evet her ne kadar zararını en çok kendisi görse de olabildiğine balık hafızalıdır. Fakat karşısındakinin daha önceki günahları ne olursa olsun kendi cebinde 5 kuruş varsa 4'ünü ağlayana verir hiç düşünmeden...
Nasıl defalarca ülkeyi krizden krize sokan, yıllarca anasını ağlattığı için "baba" unvanını fazlasıyla ama çoğu zaman tersine hak eden Süleyman Demirel askeri darbelerin acımasızlığı ve insanlık dışılığıyla ezilip mazlum duruma düştüyse;
nasıl halkımızın büyük çoğunluğu homofobik olsa da yıllardır gördüğü baskılar yüzünden mağdurlaşıp mazlumlaşan Bülent Ersoy'a bile acımış, gereğinde başının tacı yapmıştır...
Yalan yok, ben de üzüldüm Yıldırım Demirören'in düştüğü duruma... Sadece Beşiktaş değil belki de küresel futbol tarihindeki en başarısız, performansı açık ara en kötü başkan olsa da üzüldüm Demirören'e... Hiç ama hiç kimseye yumurta atılmasın, kimse o kadar aşağılanmasın değil suçu sadece Beşiktaş'ı orantısız sevmek olan Demirören, Türkiye'den orantısız nefret eden Kenan Evren bile... Ama herkes de hak ettiği gibi yargılansın hafızalarda, vicdanlarda... Demirel gibi ona karşı hissedilen mazlumiyet duygusundan yola çıkıp yeniden aynı hataların gerçekleşmesine ortak olmamak lazım...
Yumurta atılmamalıydı... Bir avuç kendini bilmez ya da kendini bilen fark etmez "Çarşı faili meçhule de karşı" pankartını asacak kadar yüksek bir bilinç ortalamasına sahip Beşiktaş taraftarı çok daha yaratıcı bir tepki verebilirdi... En azından haklıyken kimilerinin manipülasyonuyla haksız duruma düşürülemeyeceği bir tepki...
Diyelim ki o hata yapılmadı ve yumurta atılmadı: Bu sezonki berbat performans (Levent Erdoğan'ın dualarla şampiyonluk açıklaması bile yeter artar, dünyanın tüm medeni ülkelerinde o sözü bir üyesi dahi ediyorsa yönetimin tamamı anında istifa eder... En anlamlı tarihi örnek: Son derece başarılı İngiltere Milli Takımı teknik direktörü Glenn Hoddle'ın kendi inançları doğrultusunda yaptığı açıklamanın diğer başka inanlara dokunması ve sonrasındaki sonuçlara bakılmaksızın jet istifası) 2004 yazındaki kongreden beri başlayan Demirören - Beşiktaş taraftarı arasındaki kulüp aleyhine aşırı uyumsuzluğun son safhasıdır...
İlk günden itibaren olmadı Demirören... Şiarı "Tribünün içinden gelen taraftar başkan"dı tıpkı Newcastle'ı mahveden Mike Ashley gibi... Ama hiçbir gün biz sıradan taraftar gibi Kadıköy'den motorla maça gelmedi, deplasmanlarda boyu uzun diye 12 eylül uzantısı daracık kapıdan geçerken kafasına cop yemedi, bizle ne Malmö ne de Valerenga maçalrından sonra Beşiktaş'ın herhangi köhne bir meyhanesinde ağlaya ağlaya %90'ı sudan ibaret birayı içmedi... Biz bir bilet alabilmek için 2 gün sadece kır pidesi yedik, militarist kafalı bir hakem Pascal Nouma'dan "Beşiktaş'ın zenci futbolcusu" diye bahsettiği zaman kendi zenciliğimizi, müzmin mazluğumluğumuzu çok daha iyi anladık, o lafı kendimize de küfür saydık... Bu esnada Yıldırım Demirören sıradan bir taraftardan çok daha farklı, milyar ışık yılı uzak bir gezegende zırhlı cipine biniyor, başkanlık hayalleri kuruyordu...
Başkan taraftarı temsil etmeli, onun değerlerini yansıtmalıdır... Dünyadan örnekler verelim, kimse Demirören'i farklı konumlandırdığımı sanmasın bu örneklerde, önemli olan makro ya da mikro, toplumsal yaşam düzeyinde taraftar ve onu temsilen iktidara gelen başkan arasındaki bağlantı; yoksa Demirören de her Türk başkan gibi ne Mussolini ne de Che Guevera! Bugün Celtic'in başkanı eski bir İşçi Partisi milletvekilidir, İskoçya'nın tam özgürlüğünü, bağımsızlığını savunur çünkü Celtic taraftarı o fikirleri benimsemiş, hayat görüşü haline getirmiştir... Rangers başkanı aynı şekilde Rangers taraftarları gibi İskoçya'daki Britanya yanlısı protestanlığı hayat görüşü olarak benimsemiştir. Livorno yönetiminde nasıl solcu taraftarın aksi görüşünde bir aşırı sağcı, Mussolinici İtalyan yoksa, aynı şekilde sağcı taraftar kitlesi egemen olan Lazio'nun da komünist bir başkanı yoktur, olamaz da...
Salt makro siyasi düzlemdeki örnekleri bir kenara bırakalım... Ne de olsa bir yerde ülkemizde futbol hala sadece futbol olarak algılanılıyor... Çok da hayati bir mesele değil bu çünkü en ezeli rekabetimiz Fenerbahçe - Galatasaray derbisinde bile tek fark tarih ve renkler... Yoksa bir tarafın çoğunluğu sağcı diğerininki solcu, biri tamamen Ülkücü diğeri Apocu değil... Olmasın da zaten, hiç sorun değil... Ancak Galatasaray başkanlarının %80'i Galatasaray Lisesi kökeninden geliyor ve belli tarihsel değerleri temsil ediyor, Adnan Polat bile bu kadar başarılı bir yönetici olarak Galatasaray Lisesi kökenli olmayan birisi olarak kendisini çok zor kabul ettirmiştir... Ya Fenerbahçe? Fenerbahçe başkanlarının %80'i mütteahit kökenlidir çünkü Türkiye'de en çok para mütteahitlerde vardır ve Fenerbahçe tarihsel olarak sürekli başarı peşinde koşan bir kulüp olarak hep büyük sermayelere ihtiyaç duymuştur, duyacaktır da... Ortega, Anelka ve diğer süper yıldızlar da hep bu sermaye gücü sayesinde transfer edilmiştir... Ne zaman o sermaye Aziz Yıldırım'ın ilk yıllarında olduğu gibi kötü kullanılır, sportif ve skortif başarılar gelmezse o zaman Fenerbahçe'de kıyamet kopar... Galatasaray'da bazen liseli değerleri o kadar baskın gelir ki Avrupa gol kralı Tanju Çolak bile icabında bir günde harcanır gider...
Dönelim Beşiktaş'a... Çarşı'nın ya da genel anlamda siyah-beyazlı taraftarların bu kadar bölünmüş olmasının sebebi süreci Demirören'in eski futbol şubesi sorumlusu olduğu Serdar Bilgili iktidarıdır. O tarihi felakete karşılık gelen bölünme o gün başladı ve bugünlere kadar geldi... Arada Erdil Arpacı, İbrahim Altınsay, Mete Düren, sahada oynattığı futboldan çok daha güzel bir adam olan Lucescu gibi akil adamlar sayesinde o bölünme bir süre durduruldu... Ancak Beşiktaş Bilgili'yle beraber zaten Beşiktaş'ı Beşiktaş yapan kimliğini yitirmeye başladı: ne demişti Bilgili, "Beşiktaş'ı birinci sayfalara taşıyacağız"
Taşıdılar da... Leeds United karşısındaki 6-0'lık yenilgi, abartılı raporla işinden kovulan başarısız ama dürüst adam Nevio Scala, o dönemde kokain yüzünden mahkemelik olan Daum, ilk sezonda yapılan pahalı ama içi bomboş transferler (Fazlı, Ertuğrul Sağlam'ın göz yaşları karşılığı üstüne para verilip takas edilen Erman, saha dışında dünya iyisi ama saha içinde yetersiz Ümit Bozkurt), say say bitmez...
Bilgili'nin eski şube sorumlusu Demirören, önce 101. yılda yönetimden koptu... Sonra da Beşiktaş'ta dikiş bir daha tutmayacak kadar koptu... Büyük puan farkıyla öndeyken kaçıp giden 101. yıl şampiyonluğu, o kadronun adeta gizli bir el tarafından dağıtılması, geriye de sadece adı her türlü söylentiye karışmış Sergen-Sinan Engin-Tümer üçlüsünün kalması... Bunları unutmak mümkün değil, o Lucescu ki Beşiktaş'ı savunmak için en adi programda Ahmet Çakar'la bile muhatap oldu ama anında satıldı... Yüzüne bile bakılmadan... 101. yılda son 4 deplasmanda yönetimden tek bir kişi dahi olmaması açıklanamaz bir muamma, o açıklansa belki de kara kutu açılacak...
Kendi evlatlarını yedi Beşiktaş sürekli bir tarihi akışa karşı birinci sayfa olma saplantısıyla... tarihimizde ilk kez deplasmanda Avrupa Kupası'nda uçmuşken Malmö maçından sonra ağlaya ağlaya yuvadan koparıldı Rıza Çalımbay... Dışarından muhalefeti susturmak için Sinan Engin getirilmek için (Çakıcı ile Beşiktaş armasını aynı kağıtta yan yana getirip beni sabahlara kadar ağlatan asla affedilmeyecek Sinan Engin) MAF'ın Ali Gültiken'i anında harcandı... Avrupa'nın takım çalıştırmadan en çok para kazanan teknik direktörü olan Del Bosque'ye "kasap" yakıştırması yapılarak harcanmasına gelmeyeceğim bile...
El birliğiyle birinci sayfalara taşıdılar Beşiktaş'ı... Sanki o 1. sayfalarda çok matah şeyler varmış gibi... Hep birinci sayfa olduk uzun zaman. Avukat Levent Erdoğan açıklıyordu "Del Bosque haksız, CAS'ı biz kazanacağız" Kaybeden biz olduk, taraftar oldu hep... Del Bosque hiç takım çalıştırmadan Mourinho'dan sonra en çok kazanan hoca oldu! REKOR 1!
Leeds'ten 6 yenildikten sonra bir de üstüne Liverpool'a 8-0 kaybedildi.(Düşünüyorum da Chelsea'den 8 yesek o gün orada dayanamayıp ölürdüm, bugün bu satırları yazamazdım) 8-0 Şampiyonlar Ligi rekoruydu, yine 1. sayfa yine rekor REKOR 2
En büyük yenilgi ise 8-0 değil, ondan hemen önce oyuncuların ruhsal açıdan 88-0 yenik duruma düşmesine sebep olan "PAF takımıyla çıkarız" açıklamasıydı... O açıklama Demirören'in en büyük günahıydı... Bu takım hiçbir zaman Anelka ya da Ortega'yı alarak şampiyon olmadı... Varsa yoksa temel direği PAF takımdan çıkanlarla oldu...
1982 Ziya Doğan
1986 Gökhan Keskin, Ziya Doğan
1990-91-92 Metin - Ali - Feyyaz
1995 Sergen
2003 Sergen
1982-1995 Rıza Çalımbay
O gün PAF takımı gözden çıkaran bakarkör zihniyet tüm tarihiyle gerçek Beşiktaş'ı gözden çıkardı, dünya futbol vefasızlık tarihe saygısızlık rekorunu kırdı REKOR 3 4 5 6 .....
Benim için ve birçok Beşiktaş'a karşılık beklemeden gönül verenler için Demirören yönetimi çoktan bitti... Geçen sezon 2 kupa alındığında taraftarların çoğunun üstündeki formada Demirören'in taraftar muhalefetine rağmen anlaştığı firmanın reklamları yoktu ya Beko ya da Yeni Rakı vardı... İnsan düşüncelerini giyer, ruhunu giyer... O formalarda Seba vardı, Hakkı Yeten vardı, icabında İlhan Mansız, Recep Çetin, MAF vardı ama Demirören'in D'si yoktu...
Keşke yumurta atmasaydık, bize hiç yakışmadı... Ama asıl keşke bu hale hiç gelmeseydik, getirilmeseydik, Demirören hiç başkan olmasaydı... Evet, tüm tersine rekorlara rağmen Beşiktaş'ı çok sevdi Demirören ama kızını çok sevip ona sevgi ve akıl yerine parasının sembolü en pahalı arabayı alan talihsiz baba gibi sevdi...
En kötüsü ne biliyor musunuz? "Yeter artık Seba" dendiği gün üniversitede tezini yapan bir tıfıl olarak 90 Dakika'da yeni yıldızı parlayan Haşmet Babaoğlu'na yazdığım mesajdaki gibi, Seba'dan sonra Beşiktaş Tito'dan sonraki Yugoslavya misali bölündü tam ortadan kalbinden... Küme düşsek bu kadar canım acımazdı benim, kardeşin kardeşe vurduğu o cumartesi gecesi olduğu gibi...
Özür dilerim Revna Hanım, çok özür dilerim; belki Yıldırım bey her zaman desteklenmeye değer çok iyi bir eş, kızına sarılıp ağlayacak kadar iyi bir aile babası ama Beşiktaş başkanı olarak maalesef olmadı... Yine de tüm küfürler ve yumurtalar için ben çok özür dilerim sade bir taraftar olarak...
FourFourTwo 2009 Ekim sayısında başka neler var (Harry Kewell özel röportajından başka)
Tabii, bilmiyor değildim Harry Kewell'la yaptığımız röportaj ötesi görüşme çok konuşulacaktı ama açıkçası medyata'da pişmeyi de beklemiyordum. Hele beni sadece "hasta Beşiktaşlı Skytürk yorumcusu" olarak nitelemeleri açıkçası pişmiş güzel yemeğe biraz su katmak oldu ama olsun canları sağolsun, herkes herkesi satır satır tanımak zorunda değil... Açıkçası ben hiç o açıdan bakmamıştım, enteresan oldu: "Hasta Beşiktaşlı Ali Ece, Galatasaraylı Harry Kewell'la çok özel bir röportaj yaptı"
Başka türlü bir ülkede olsak en az Kewell kadar ses getirecek bir röportaj aslında Hilal Gülyurt'un Bursasporlu Ivan Ergiç'le Bursa tesislerinde yaptığı süper röportaj...
Malumunuz bir zamanlar Fenerbahçe'nin meşhur önliberosu Kemalettin de bir zamanlar İşçi Parti'li olduğunu açıklamış, o yıllarda 12 Eylül'ün açık saçık her türlü sol ve özgürlükçü düşünceye alerjik yetiştirilmiş toplumunda büyük yankı uyandırmıştı. (Bence Kemalettin önstoperdi önlibero değil tıpkı İşçi Partisi'nin asla evrensel anlamda solcu olmadığı gibi! Kesinlikle 1990'lardaki Türk futbolunun en önemli renklerinden biris olan Kemalettin'in emeğini küçümsemek için falan söylemiyorum, bir İngiliz arkadaşımla (Crystal Palace'lı İngilizce öğretmeni Richard, sahi okuyorsan bir alo de, sana özel O Şimdi Nerede yaptırma bana:))) Fenerbahçe - Galatasaray maçını izlerken o demişti: "Bu önlibero değil ama süper bir önstoper, biraz size ve biz İngilizlere uygun bir mevki sadece!")
Ergiç'inki başka türlü bir siyasi duruş. Menajerinin olmaması, asla pahalı arabalar almayı düşünmemesi, o paralarla Heidegger, Kafka, Marx kitapları alıp okuması bambaşka bir zenginlik... Kıyısından köşesinden annemizin güzel ama kendine yeterince güvenmeyen ligine de apayrı bir renk ve boyut katıyor...
Bursaspor röportajları daha sürecek onu söyleyeyim yeter, oynadıkları futbolla bunu fazlasıyla hak ediyorlar başka sebepler bir yana!
Ergiç'in siyasi görüşleri son derece net ve renkli de yıllardır Maocu olarak bilinen Paul Breitner hiç de öyle değilmiş meğerse... Neden askerden kaçtığı, nasıl kaçtığı konusu da süper... En az, Franco'cuların takımı olarak bilinen Real Madrid'de neden oynadığı kadar hem de....
İki ayrı futbol kabilesi olan Barcelona ve Real Madrid futbol savaşı, tarihi rekor transferle bambaşka bir boyut kazandı... Herkes üzerine çok şey yazdı çizdi, konuştu... Bilen bilir her ne kaar fanatik olmasam da Barış Tut'un yetiştirdiği bir Barça'lıyım Real Madrid'e karşı ama FourFourTwo bu sayısında efsanevi futbol rekabetini tüm boyutlarıyla inceledi. Aynı sayfada hem Puyol hem de Raul'un duygularını sözlerini okumak harika bir his... Raul ve Puyol, Kaka ve Iniesta, insan ayrı bir saygı duyuyor, El Classico'nun yani Real Madrid - Barcelona rekabetinin Real Madrid'den de Barcelona'dan da büyük olduğunu kanıtlıyor...
Serie A'nın can çekişme nedenleri ve tedavi yönetmleri de çok güzel bir dosya kanımca... Gerçekten de küçüklüğümüzün en güzel ligi nasıl bu hale geldi, hep böyle mi gidecek? Sanmıyorum ama uzun bir zaman Premier Lig'in gerisinde olmaya devam edecekler, ona eminim...
Serie A demişken, bence Livorno'nun Serie A şampiyonu olduğu gün İtalya futbolu ciddeb kökten bir şekilde tedavi olacak... O Livorno ki Adana'lara kadar geldi, bir tek televizyonumuz yayınlamadı, yazıklar olsun hepsine... Lafa gelince hepsi futbolsever ama hangi futbol... Biz çok uğraştık Skytürk'te yayınlansın diye ama maçın yayın hakkını alıp kendisi yayınlamayan ve başkasına da yayınlatmayanlara ne demeli? Lucarelli çarpsın hepsini... Neyse ki Lucarelli'yle beraber Sarper Diktaş da oradaydı, hatta yanında acar Adana muhabirimiz Hüseyin Ataş da vardı... Aslında kitaplara sığmaz o günkü Adana futbol masalı ama Sarper Diktaş kralını yazmış o ayrı!
Tesadüfün böylesi: Benle aynı siyah bantları takan Trabzonspor'lu Colman gayet güzel gitar çalıyormuş saha içindeki futbol sanatçılığının yanı sıra... Maradona ile ilgili sözleri de tek kelimeyle muhteşem!
Çok beğendiğim bir oyuncu olan Joshua Simpson, artık ligimizin yaşayan efsanesi olan Youla ve %100 maço egemen ülkemiz futbolunda çöpte açan çiçek misali Lale Ortaç röportajları... hepsi yine Hilal Gülyurt'un harika kaleminden...
Peki, ben ve Erdem Kabadayı bir Kewell'ı yapıp golü atıp yattık mı, hayır! Elton John'un Watford aşkı, Buca Juniors (Bildiğimiz Bucaspor yanlış yazmadım), ölümsüz futbol ikonu olarak Di Stefano (Maradona'ya göre bile ne Pele ne de El Diego varsa yoksa Realli Di Stefano) derken bir de benim kaleme aldığım son 25 yılın 10 efsanevi Türk takımı var... Orada lider Kocaelispor teknik direktörü Güvenç Kurtar ile Federasyon kupası şampiyonu Oğuz Çetin - Aykut Kocaman'lı Sakaryaspor'un öyle anlamlı fotoğrafları var ki, fazla söze de gerek kalmıyor Türk futbolunu analiz etmeye çalışırken...