16 Aralık 2008 Salı
BUSH 0: - MARADONA: 5
Diego Armando Maradona adı geçtiğinde onun düşmanı, kendini bilmez bir avuç insan taklidi dahil herkes o anda ayağa kalkıp ellerini kalplerine götürmeli: “Şükürler olsun, onunla aynı dünyada yaşadık!” Onu oynadığı zamanlarda seyretmenin eşsiz şansına sahip olmuş olanlar daha da ileri gitmeliler, ellerini Tanrı’nın elleri gibi açıp dua etmeliler: “Lütfen daha çok Maradona, daha çok futbol, yani daha çok mucize!”
İcabında oyun kuralları değiştirilmeli: Basketboldaki gibi futbolda da antrenörler istediği kadar oyuncuyu istediği kadar değiştirmeli… Yine de Maradona daha fazla yorulmamalı, sadece bir frikik, bir korner ya da sadece bir dakikalığına topu sürmesi ve neticeyi değiştirmesi için sahaya dönmeli… Bugün can çekişen ve bizlere futbol diye yutturulmaya çalışılan danışıklı dövüşün yerine futbolun İsa’sı, Che Guevera’sı sahaya dönmeli ve futbola ihtişamını, çocuksuluğunu, büyüsünü, cennetselliğini, itibarını iade etmeli!
Kesinlikle abartmıyorum, hatta az bile bu yazdıklarım: Hz İsa, Hz Muhammed, Che Guevera nasıl bu dünyayı düzeltmesi için Tanrı tarafından aramıza gönderildiyse, o sol ayak da bizzat Tanrı’nın kendisi tarafından vaftiz edilerek, kutsanarak aramıza yollanmıştır. Bunda tereddüt edenler sadece 1986 Dünya Kupası’nda 5 maçta, 5 gol, 5 asist ve en az 555 büyülü bilek hareketini izlesinler sadece! Gördüklerine inanamayanlar ise Eric Cantona’ya kulak versin: “Müzikte Mozart, şiirde Rimbaud ne ise Maradona da futbol için odur”
O 1986 yazında İngiltere’ye attığı, şimdilerde “Asrın Golü” olarak kutsanan, Messi’de reenkarne edilmeye çalışılan o anda, Maradona hariç tüm dünya aynı anda ayağa kalkıp gözlerini ovuşturmuş “Olamaz, imkansız” demişti… Onu en iyi tanıma ayrıcalığına sahip Valdano bile pozisyonun başlangıcında Maradona’nın arkasından koşmuş sonra bir anda “İyi de böyle bir filmde, peygamberin yanında başka bir role daha ihtiyaç yok ki” diyerek durmuş ve o ana en yakından tanıklık etmenin eşsiz hazzını yaşamıştı. Ama Maradona zaten yıllardır neredeyse her gün o asrın golünü atıyordu bizzat kendisinin de otobiyografisinde defalarca tekrarladığı gibi… İşte o anda elektriğin, televizyonun ne kadar da büyük icatlar olduğuna tanıklık ettik sadece… Bizlerle o anı paylaştığı için… Sanayi devrimi artık tamamlanmış, Tanrı’yı bile televizyonda görmüştük!
1960 yılında, en az İsa’nın dünyaya geldiği yer kadar dünya nimetlerinden fazlasıyla yoksun bir yerde, öteki Arjantin’de dünyaya geldiğinde, Tanrı bile o anda bir Havana purosu yakmış, gökyüzüne yaslanıp yarattığı en büyük sanat eserini eşsiz bir keyifle seyretmeye başlamıştı… O sabah başta Arjantin olmak üzere tüm dünyayı kaplayan bulutlar, o puronun ardında bıraktığı dumanlardan başka bir şey değildi… Tanrı herkesi suyu örnek alarak yaratmış, hayat isimli şişenin biçimlerine sokmuştu… Ama Maradona’yı yaratırken örnek aldığı su, tüm okyanusların en derinlerindeki en kutsal sulardan bile daha kutsal olmalıydı ki Maradona hayatı boyunca hiçbir yerde hiçbir şişeye sığmadı, bazen taştı, buharlaştı ama hep o bulutlara karışarak yine yağdı…
Daha 12 yaşındayken, futbolun kurtarıcısı, İsa’sı olduğu ertesi gün yeniden güneş doğacağı kadar aşikardı. Yaşı A Takım’da oynamak için tutmadığı için sadece genç Takımı Küçük Soğanların formasını giydiği Argentinos Juniors takımının maçlarının devre aralarında top sektirmeye çıktığında babası yaşındaki binlerce adam ayağa kalkıyor, Eva Peron’u alkışlıyormuş gibi avuçlarının içi patlayıncaya kadar alkışlıyor, 2. devre hiç başlamasın, o bücür büyücü sahadan hiç çıkmasın istiyorlardı.
Ailesi onca zorluğa rağmen, sanki Tanrı onlara bir gece oğullarının futbolun İsa’sı, Marx’ı olduğu sırrını açıklamış ve ona göre hareket etmelerini tembihlemiş gibiydi. Tarih boyunca Arjantin’in hayatını karartan Amerikan memuru cuntacı generaller ülkeyi uçsuz bucaksız bir mezarlık ve işkencehaneye dönüştürürken halka sadece açlık sınırının biraz üstünde debelenmek düşmüştü yine. Ama Maradona’nın ailesi, Tanrı tarafından seçilmiş 4. çocukları için sabahın dördünde yollara düşüyor, en ağır şartlarda en sağlıksız fabrikalarda dört kişilik çalışıyorlardı. Kokain pisliğine ruhunu kaptırana kadar neredeyse yeşil sahaların en güçlü bacakları sahip olan Maradona’yı sanki o halkın hakkını çalan generallerin çocukları gibi her gün etle büyütmüşlerdi. Herkesin babası babaydı, hepsi de birer kahramandı oğulların yüreklerinde ama o baba bambaşkaydı: Yine bir sabahın dördünde yollara düştüğünde gazetelerin taşra baskısında oğlunun resmini görmüş, o gazeteden 11 tane alıp, fabrikanın duvarlarına rüyalarının Arjantin Milli Takımı’nı yapıştırmıştı.
“16 yaşında profesyonel olan futbol dahisi…” Boyu hep 16 hatta devre arasında top sektirdiği 12 yaşında çocuklarınki kadar kalacaktı… Ama nasıl 12 yaşında bir futbol dahisi ise 34 yaşında doping yüzünden çarmıha gerilmeden hemen önce de aynı dahi olarak kaldı. 1976-81 yılları arasında formasını giydiği Argentinos Juniors’ta o güne kadarki tüm rekorları kırmıştı: “İstatistikleri tutulmadı ama ben o 5 yılda Pele’nin hayatı boyunca attığından daha çok gol attım.”
İlk kez o her zaman çocuk kalan gözlerden yaşlar 1978 yılında boşalırken, o gün döktüğü en dalgalı okyanuslar kadar hiddetli gözyaşları buharlaşacak, hırs, azim ve inanç olarak başta sol ayağı olmak üzere ruhu ve vücudunun her zerresine kadar yayılacak, onu daha da Maradona yapacaktı. Arjantin Milli Takımı antrenörü Menotti, onu Arjantin’de düzenlenen 1978 Dünya Kupası kadrosuna almamıştı. Aynı yıl düzenlenen Dünya Gençler Şampiyonası’nda Arjantin’i şampiyonluğa taşıyacak, bunu fırsat bilip kendisi ve takım arkadaşlarının askerlikten muaf tutulması için tek başına askerlik şubesine gidecekti. Üst üste kazandığı iki zaferle havalara uçarken aslında çoktan Tanrı tarafından senaryosu yazılmış kader, onun ölümsüzlüğüne ölümsüzlük katmaktan başka bir şey yapmadı aslında. İyi ki de 1978 Dünya Kupası’nda Arjantin formasını giymemiş, en az bizimkiler kadar cani ve insanlıktan nasibini almamış cuntacıların kendilerine yonttukları şaibeli futbol başarısında adı geçmemişti. Zaten finaldeki rakipleri Hollanda’nın futbol peygamberi Cruyff “Ben insanların işkenceden geçirildiği, kafalarına taşlarla vurularak öldürüldüğü kanlı sahalarda oynamam” diyerek 1978 Dünya Kupası’na katılmamıştı. Cruyff böyle yaparken kader Maradona’nın o kanlı kupada oynamasına razı olmamıştı.
Bambaşka şeyler olacaktı, Mayıs 1980’de Arjantin, Londra’da İngiltere ile kapışmış, Maradona bir pozisyonda 6 İngiliz’i geçmiş ama kaleciyi de çalımlamaya kalkınca asrın golü 6 sene gecikmişti. Hiçbir şey tesadüf değildi, Tanrı her anı en ince ayrıntısına kadar hesaplamış, olabilecek en güzel filmi bizlere seyrettiriyordu: Önce İngiltere’nin Falkland Adaları’na saldırıp Arjantin’le savaşması sonra da o anda Maradona’nın kafası gibi gözüken Tanrı’nın elinin tersini suratlarında hissetmesi gerekiyordu!
Daha neler neler olacaktı, artık o dünyanın en güzel babası sabah 4’te yollara düşmek zorunda değildi, sadece bir sabah erkenden oğlunun küçüklükten beri çok istediği Amerika’daki Disneyland’a gitmek için sabahın 4’ünde yola çıkacaklardı özel bir jetle… 4 yılda Buenos Aires’in en fakir mahallesi Fiorito’dan Disneyland’a… Ama daha da güzeli dönüşte küçüklük aşkı Boca Juniors’a…
Yıllar sonra 2006 yılında Maradona’yı tüm dünya bir kez daha Boca Juniors’un futbol tapınağı Bombonera’da görecektik: Kendisine tahsis edilmiş balkonda, her golde Che Guevera dövmeli kolunu gökyüzüne kaldırıyor, “Ben buranın emekli Tanrı’sıyım” diye bağırıyordu. Bonservisine ödenen 1 Milyon Pound, Maradona tarihinde sadece küçücük bir ayrıntıdan, bir virgülden ibaretti. Onun, cuntacı zihniyet tarafından gübre pislikleri anlamına gelen “Bostero” olarak nitelendirildiği Boca’ya transfer olması olayının dinler tarihindeki eşdeğeri Hz Muhammed’in Hicreti’ydi. Evde herkes, daha babanın sabah 4’te işe gittiği günlerden Disneyland’a gidilen günlere kadar hep Boca’yı tutmuştu. Boca onlar için cuntacıların yağmalayamadığı tek sığınakları, ruhları, kalpleriydi. River Plate defalarca ve ısrarla Maradona’ya dünyaları teklif etmişti ama babanın bir gece gördüğü rüyada olduğu gibi Maradona hiç düşünmeden dünyevi zenginlik yerine sınırsız zenginliği, kendi küçük cenneti Boca’yı tercih edecekti. River’lılara ise ilk kez Boca forması giyen bir oyuncuyu sevecek olmanın ayrıcalığı bahşedilecekti. Yine de parayla her şeyi satın alabileceklerini zanneden cuntacıların desteklediği River’ın yöneticileri onu Inter-Milan maçını izlemek bahanesi ile stada çağıracaklar ve akılları sıra onu kandıracaklardı! Maradona o gün kanmamakla kalmadı, birkaç yönetici onu tahrik etmek için “Burada ne işin var Bostero!” diye bağırdıklarında yanında Claudia olduğu için daha da fazla sinirlenen Maradona onlara Allah ne verdiyse girişti. Birkaçının suratını kan gölüne çevirdikten sonra avazı çıktığı kadar haykırdı: “Asla ve asla hiçbir zaman bu kulüpte oynamayacağım!” Neyse ki Boca parası olmasa da toplam 1 Milyon Pound değerindeki 6 oyuncusunu Argentinos’a verecek ve futbolun Che’si, futbolun Küba’sına kavuşacaktı.
Her gün 200 kişiye imza vermesi, sol baldırındaki bir türlü kesilmeyen acı, 6 oyuncu yerine gelmiş olmanın yarattığı baskı; hepsi de Maradona tarihinde sadece virgüllerden ibaretti. Boca formasıyla oynadığı maçların neredeyse tümünde golleri atacak, 90 dakika neyi varsa fazlasıyla o aşık olduğu taraftara verecekti. River’a karşı ilk maçında o güne kadar dünyanın en büyük derbisini sadece bir kez –o da kale arkasından- seyredebilen babasını tribünlerde gördüğü an, o güne kadarki hayatı gözünün önünden geçmişti: Sefalet içinde geçen gerçek dünyasına karşı futbol topunun içindeki büyülü dünyaya sıkı sıkıya sarılıp kendisini adeta sırtında taşıyan babasını buralara kadar getirmesi… İşte asıl hayatı o gün o Süperclasico’nun başlama düdüğüyle başlayacaktı. O en az babası kadar muhteşem taraftarlara layık olmak yetmezdi, o gün orada babasını örnek almalı, onun gibi herkesten önce yollara koyulup 11 kişilik çalışmalıydı. O gün Boca, River’ı 3-0’la perişan ederken El Diego bir atmış, iki tane de attırmıştı. O neredeyse dünyanın en büyük tapınağında televizyondan en fazla bir nokta kadar gözüken babasını taa santradan görecek, onla beraber hüngür hüngür ağlayacaktı.
1982 Dünya Kupası’na kadar devam eden bu aşkın da bir sonu olacaktı her efsane aşk gibi… Peki Maradona, Boca’ya bu kadar aşıktı da neden ayrıldı diyeceksiniz? Aslında kimse kimseden ayrılmadı, Maradona hep Boca kaldı, Boca da Maradona… Sadece Maradona, 1978’deki gibi bir kez daha ağlayacak, 1982 Dünya Kupası’nda Boca’nın maçları biter bitmez geldiği İspanya’da her ne kadar turnuvanın en iyi oyuncusu olarak gösterilse de o artık başkalarını mutlu etme makinesi olmak istemiyordu. Kendisini geliştirmeliydi, Arjantin şampiyon olmalıydı… Boca’yı tek başına sırtında taşıyor, herkesi mutlu ediyor ama artık bir noktadan sonra kendisini hiç mutlu hissetmiyordu. Arjantin şampiyon olamamış, Maradona hırsının kurbanı olmuş, yediği yüzlerce tekmeden birini kendisine tekme atan yüzlerce futbolcudan birine atınca 1982 Dünya Kupası’nı gözyaşlarının selinde kırmızı kartla oyundan atıldığı kenardan izlemek zorunda kalmıştı.
Futbolun Che Guevera’sı olmak siyasetin Che Guevera’sı olmaktan da zordu aslında. Che, yoldaşları onu hayal kırıklığına uğrattığında o kendisine başka yoldaşlar bulup Bolivya dağlarına sığınmıştı. Ama Maradona, nereye kaçabilirdi ki? Aslında en başta, kağıt üzerinde kaçmasına hiç gerek yoktu… Ne de olsa Barcelona, İspanya’nın Boca’sıydı. Nou Camp, Avrupa’nın en büyük futbol tapınağıydı, Barça taraftarlarının vefada, coşkuda, delilikte Boca’lılardan hiçbir farkı yoktu. Ama kâğıdın dışarıdan gözükmeyen kısmı bambaşkaydı: Parası ile adeta Barcelona içinde derin bir Barcelona kuran, bir derebeyi gibi başta medya olmak üzere tüm iktidar araçlarında kök salan Nunez’e göre Nunez’den daha büyük kimse yoktu. Maradona’ya ödediği 6.8 Milyon Dolar’lık rekor ücretten sonra artık sadece Barselona şehrinin değil, İspanya’nın, Avrupa’nın sayılı derebeylerindendi. Barça ruhuna ve tarihine son derece ters olan Avrupa futbolunda G-8 fikrinin en büyük destekçisi olan Nunez ile Maradona ilk günden itibaren asla anlaşamadı, anlaşamazdı da…
Önce hayatının en korkunç haberini duydu El Diego: Hepatit olmuştu… Nunez de oyuncusuna destek olacağına Barça’nın kazanamadığı maçlardan sonra Maradona’nın gece hayatı ve kadınlarla ilişkileri yüzünden hepatit kaptığını öne sürüyordu. Yine de bu Lattek isimli o zamanlar “dahi” olarak nitelendirilen şimdilerde ise Almanya 4. Ligi’nde kondisyoner olarak iş bulamayacak eski kafalı Alman antrenörün yaptıklarının yanında hiçbir şeydi. Futbolu fizik kondisyondan ibaret zanneden ve oyuncularına birer cansız satranç piyonu muamelesi yapan bu adam, Maradona’nın ilk sezonunda El Diego’ya rağmen Barça’ya tarihinin en kötü futbolunu oynattı. Zaten o yıllarda İspanya’daki futbol, İtalya’nın hiç hak etmediği 1982 Dünya Kupası’nı kazanmasından sonra İtalyan Ligi’ne benzemişti: Maçların çoğu tekme tokat, adam adama markaj çirkinliği ve savunma ağırlıklı taktiklerle geçiyordu. Ama Barça, İspanya’nın Boca’sıydı ve diğerleri nasıl oynarsa oynasın, Barça Barça gibi oynamalıydı.
Ama bunu Lattek’e anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha da zordu. Başta Maradona ve Schuster olmak üzere koskoca futbol tanrılarını her gün iki yanlarında 8’er kiloluk sağlık topları ile koşturmayı antrenman zanneden bu güzel futbol ruhundan bihaber adam, Maradona’nın hayatını cehenneme çevirdi. Maradona, maç sabahları geç saatlere kadar uyumanın faydasını defalarca görmüşken, Lattek sabahın 8’inde, Maradona’nın kapısını çalıyor, sabah kondisyonu için onu saatlerce yürütmek istiyordu. Bir gün El Diego “Hayır, ben yatacağım, çünkü 5 saat sonra Real Madrid ile oynayacağız” dedi. Lattek, Nazi kafası ile “Patron benim, ne dersem yapacaksın” cevabını verdiğinde, Diego kapıyı suratına kapadı ve uyudu…
Bu olaydan sonra Nunez küplere binmiş olsa da inşaatçılık, medya maymunluğu, politik yalakalık gibi hiç çalışmadan kesesini tomarca altınla doldurduğu hayatından vazgeçemeyeceği için Arjantin’den Menotti’yi getirtti. Arjantinli kurt hocayı tabii ki El Diego istemişti. Tepeden tırnağa da haklıydı. Real derbisinden önce önemli maç olduğu için kendilerine 20 kiloluk sağlık topları taşıtan Lattek’ten sonra Menotti büyük bir futbol dahisi olarak algılanacaktı. Maradona’nın kendi sözleriyle “tarihin en güzel Barcelona’sı” olarak nitelediği o takım Kral Kupası’nı kazanacaktı.
Yine de tüm bu başarılar, Nunez-Maradona savaşını sadece bir süreliğine soğuk savaşa dönüştürmeye yetti. Ama her iki taraf da en ateşli silahlarıyla pusuya yatmıştı. Breitner’in jübilesinde oynamak isteyen El Diego, Nunez pasaportunu vermeyince, Schuster ile beraber Barça’nın kupalarla dolu müzesini bastı. Pasaportu hemen kendisine teslim edilmezse kupaları tek tek kıracağı tehdidine önce aldırmadılar, sonra bir Kral Kupası Maradona’nın ellerinde tuzla buz olunca hemen pasaport geldi. Ama Maradona yine de gidemedi çünkü Nunez havayollarını bloke ettirmişti.
24 Eylül 1983 günü yaşanalar ise futbolun İsa’sının ilk çarmıha gerilişiydi ve artık Barça ile El Diego arasına en büyük kara kedi girecekti. O gün, Barça Bilbao’yu adeta eziyordu. Maç 3-0 devam ediyordu. Ama Maradona’yı her türlü tekme ve dirseği denemesine rağmen bir türlü durduramayan Goikoetxea için maçın kalanında Maradona’yı ne şekilde olursa olsun en azından bir kez durdurmak hayat memat meselesiydi. O anı şöyle hatırlayacaktı Maradona: “Bak Goiko, dalga geçmek için demiyorum kesinlikle ama maç 3-0 ve bitmesine çok az var, ikimiz de bu işten ekmek yiyoruz, yapma lütfen… Ama beni dinlemedi katil balta ve bacağıma bir oduna vurur gibi olabilecek en sert şekilde vurdu. Sadece bir odunun kırılma sesini duydum, sonra gözlerim karardı. Uyandığımda hastanedeydim, 2 saatlik bir ameliyat olacaktım”
O bacak, bir şekilde kaynadı, Barça taraftarları Goikoetxea’ya dava bile açtılar, ama o yıllar öyleydi işte… Bir tarafta futbol oynamaya çalışanlar, diğer tarafta da oynatmamak için tomarla para alanlar… Acı, çok acı bir andı… O gün, o 12 yaşında top cambazlığı yaparak milyonları büyüleyen çocuk en derin yerinden yaralandı ve profesyonel bir yıldızın pusudaki gözyaşlarına saklandı, bir daha 1990 ve 1994 Dünya Kupaları’nda tekrar ortaya çıkana kadar… Maradona artık kokainmandı… Yetişkinler dünyasının en büyük salgınına en kötü, en acı kıskacına içindeki küçük çocuğu kaptırmış, bambaşka bir hayata doğru sürükleniyordu. Bunu fırsat bilen, üstelik kendisi bir Katalan bile olmayan sadece para üzerinden para kazanmak için yaşayan Nunez, Aziz Jordi, Picasso ve oğluna şehrin azizinin adını veren Cruyff’tan sonra gelen en büyük peygamberi, El Diego’yu o güzeller güzeli şehrin vicdanında çarmıha gerdi. Son olarak Bibao ile oynanan Kral Kupası maçında çıkan kavgada tüm sinirini o anda Nunez’leştirdiği rakiplerine boşaltan El Diego son anda Joan Gaspart’ın elinde boş mukavele ile yanına gelmesine rağmen hayatının sonuna dek Barcelona’yı terk etti.
1982-84 yılları arasında Maradona, Barça forması ile 58 maçta 38 gol atmış ama Barcelona sadece bir Kral Kupası kazanabilmişti… İsterseniz siz karar verin suç kimde? Şunu da eklemek gerek siz karar vermeden: Aynı Nunez, Romario, Stoichkov ve Rivaldo’ya da aynı muameleyi yapacaktı ilerleyen yıllarda…
Sayılı futbol katillerinden Goikoetxea’nın kırdığı o ayağın 14 hafta sonra sahalarda olması nasıl bir mucize ise, Maradona’nın İtalya’nın kalanı tarafından İtalya’ya dahil olarak görülmeyen Napoli’ye transferi de eşsiz bir mucizedir. Bu aynı zamanda Maradona’nın hayatının geri kalanında daha da İsa’laşmasının ve sonunda en acımasız şekilde çarmıha gerilmesinin de miladıdır. O andan itibaren Kuzey İtalyalıların, sahaya çıktıklarında aşağılamak için “İtalya’ya hoş geldin pis Napoli… Al sana sabun, yıkan da buraları fazla kirletme” diye avazları çıktığı kadar bağırarak sabun fırlattıkları, kümede kaldığı zaman şampiyon olmuş gibi sevinen Napoli Maradona, Maradona da Napoli’dir…
Napoli tarihinde sadece iki kez 1987 ve 1990 yıllarında Maradona ile şampiyon olacak, 1987’de şampiyonluk yetmezmiş gibi İtalya Kupası’nı da alacak, 1990’da İtalya Süper Kupası ve 1989’da UEFA Kupası kazanılırken tek başına bücür bir Arjantinli bütün o kara para aklamaya dayalı Kuzey İtalya futbolunu tek başına alt edecekti. Maradona’nın İtalya’da oynadığı yıllarda, süper bücür ülkenin en fakir kısmı Güney İtalya’da ne kadar delicesine seviliyorsa, parası ile rezil olan ve her sene süper bücürü kendi renklerine transfer etmek isteyen kuzey tarafında da o kadar nefret ediliyordu. 1990 Dünya Kupası’nda Maradona ve Arjantin’e yapılanlar, 1994 yılında FIFA’nın başrolde olduğu şaibeli doping skandalı… Hepsinin de altında Maradona-Kuzey İtalya Futbol Baronları savaşı yatıyor…
Napoli’den sonra Avrupa’da sadece bir sezonluğuna Sevilla formasını giyen El Diego, 1997’de profesyonel futbol yaşamına nokta koyana kadar Arjantin’de futbol oynamaya devam etti. 35 yaşında geri döndüğü Boca’da 31 maçta 7 gole imza atarken hala 12 yaşındaki kadar büyük bir futbol dâhisiydi. Ama Napoli forması ile yaşadıkları, bize yaşattıklarının yanında Boca Juniors bile Hazreti Maradona tarihinde sadece bir parantezden ibaret kalır.
İtalya’ya ilk geldiğinde Juventus başkanı “Bu fizikte bir adamdan futbolcu değil olsa olsa sirk cambazı olur” demişti. Milanlılar için Barça’da bile başarılı olamayan bir adam onların formasını asla giyemezdi en başta… Sonradan Berlusconi, Maradona’yı Milanlı yapmak için bütün servetini ayaklarının altına serecekti. Juve başkanı ise “Onun yanında Platini’nin bile esamesi okunmaz” deyip kendi renklerine katmak için Juve tarihinin en büyük futbolcusuna bile saygısızlık yapacaktı. Sonraları kendi takımlarına gelmediği için Maradona’yı durdurmak için her şeyi yaptılar, denediler. Kokain bağımlılığının üzerine gittiler, İtalya’nın en seçkin torbacılarını, uyuşturucu kaçakçılarını yollayarak en “seçkin” zehirleri ona sundular. Sonunda 15 ay ceza verdirmeyi başardılar. O zaman onu durdurmayı başarmış mı oldular? Allah aşkına söylesenize o adamların herhangi birinin adını hatırlayan var mı? Ya da 1984-1991 yılları arasında futbol denince, Maradona’dan önce aklınıza gelen herhangi bir isim var mı? Her şeyi bir yana bırakın, 1990 Dünya Kupası’nda Napoli’de oynanan İtalya-Arjantin yarı final maçında, Napoliler kimi desteklediler? Dünyanın başka bir zamanında, başka bir ülkesinde, hatta gezegenin herhangi bir noktasında kendi ülkesinin milli takımı yerine sadece bir oyuncularına hissettikleri şükran ve sevgiye sebep rakibi destekleyen başka bir halk var mıdır? Hala Hazreti Maradona’nın Napoli’den ayrılmasının üzerinden 16 yıl geçmiş olmasına rağmen, Napoli Maradona demektir.
Napoli dahil olmak üzere Maradona’nın tüm kulüp kariyerleri her zaman, onun adını kullanarak kapitalizmin en adi pazarlama yöntemleriyle onun sırtından para kazanmak isteyen parazitler tarafından gölgelenmiştir. Çünkü Maradona, futbola her zaman o 12 yaşındaki hali gibi bakmış, sakatlık, küçük maç-büyük maç ayrımı yapmadan yeşil çimlere ayağını bastığı andan itibaren biz futbol dilencilerini biraz olsun mutlu edecek mucizeler yaratmak için her zaman her şeyini ortaya koymuştur. Ama her şey bir yana, bir tek ekstra kuruş almadan formasını giydiği Arjantin ile yarattığı mucizeler bu dünyanın son gününe kadar kulaktan kulağa anlatılacak ve futbol asla onun Arjantin formasını giydiği günlerdeki kadar güzel olmayacak.
16 yaşında ilk kez formasını giydiği Arjantin forması ile toplam 4 Dünya Kupası’nda onu izlemenin tarifsiz zevkine ulaşan bizler çok da iyi biliriz ki Maradona olmasa asla Arjantin’i tutmazdık, ondan sonra da asla Arjantin’i bu kadar sevmedik, sevmeyeceğiz.
1982 Dünya Kupası’nda Maradona’ya rağmen Arjantin başarılı yani şampiyon olamadıysa bu tamamen bir önceki Dünya Kupası’nda olup bitenle açıklanabilir. Eğer 1978 Dünya Kupası’nda Arjantinli cuntacılar ülkelerinin 2. tur grubundan çıkması için Peru’yu milyon dolarlar karşılığı satın alıp maçın olmayacak bir farkla (6-0) bitmesini sağlamasalardı, tıpkı 1982’deki gibi Arjantin elenip gidecekti.
1986’da kazanılan şampiyonlukta Maradona saha içinde kuşkusuz Dünya Kupaları tarihinin gelmiş geçmiş en iyi oyuncusuydu. Ancak fazla gün ışığına çıkmamış olan saha dışındaki rolü kupanın kazanılmasında fazlasıyla etkili olmuştu. O güne kadar hep cuntacıların adamı olmuş, su katılmamış faşist Passarella’nın hazırlık kampı esnasında arkasındaki yoğun desteğe rağmen saf dışı bırakılması Arjantin’in Maradona’nın etrafında toplanarak gerçek bir takım olmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Daha sonraki yıllarda yine arkasındaki karanlık güçleri kullanarak bir şekilde Arjantin’e antrenör olmayı başaran Passarella’nın “Bu kutsal formayı hippilerin, uzun saçlı, küpeli karı kılıklı heriflerin giymesine izin vermeyeceğim” diyerek Arjantin’e yaşattığı hayal kırıklıkları, hezimetler zaten Arjantin’de futbolun Maradona öncesi (MÖ) ve Maradona sonrası (MS) olarak ikiye ayrılışını en güzel özetleyen olay.
Gelelim 1986 Dünya Kupası’nın en tartışmalı anına… Maradona, “Tanrı’nın eli” ile İngiltere’ye ilk golünü attığında başta İngiltere olmak üzere tüm Avrupa onu sahtekarlıkla suçlamıştı. O gün Maradona’yı kınayan Lineker, aynı şekilde eliyle iki kez gol atacak ikisinde de golü kafası ile atmış gibi sevinecekti. Bunları bir yana bırakalım, o yıllarda İngiliz ordusunun Falkland Adaları’nda yaptığı her gün elle gol atmak değilse neydi ki? Orada, Maradona’nın tanrılaşan eli, hakemin bir anda körleşen gözleri sadece kaderin son derece anlamlı bir oyunuydu. Ayrıca “Tanrı’nın Eli”nden sonra koskoca Fenwick’lerin, Reid’ların, Hoddle’ların “Asrın Golü”nde düştükleri durumdan sonra bence kimse hiç ağzını açmamalı bile. “Tanrı’nın Eli”yle kadere atılan tokat uzun asırlar boyunca ders alınması gereken bir fenomen. Futbol asla sadece futbol olmadı ve İran Amerika’yı, Filistin İsrail’i sadece yeşil sahalarda yenebilir… Çünkü Hazreti Maradona’nın “Tanrı’nın Eli” mucizesi bunu bir defa gösterdi işte…
1990 Dünya Kupası’na gelirsek… En baştan kabul etmek lazım, Maradona olmasa o takım ilk turda gruptan bile çıkamazdı. 1990 gelmiş geçmiş en sıkıcı, en futbol fakiri Dünya Kupası’ydı… Bunun en önemli nedenlerinden birisi de Maradona’nın başta sol ayak bileği ve kalçasından olmak üzere ağır bir şekilde sakat olmasıydı. Maradona’nın yerine bir başkası olsa kupaya bile katılmaz, kulüp kariyerinde kazanacağı milyarları riske atmazdı. Ama Hazreti Maradona için, İtalya 90 hayatının özeti gibiydi. Ve o bu hayatı yaşamalıydı. Sadece Napoli’de Napolililerin de desteği ile İtalya’da İtalya’yı elediği için kulüp kariyeri mahvoldu. Maradona kokaine taa Barça yıllarında başlamıştı. Başta İtalyan futbol federasyonu başkanı olmak üzere herkes de bunu biliyordu. Ama İtalya’yı hem de Napoli’de yendiği için çarmıha gerildi. Final maçındaki gözyaşları, sadece Napoli’nin fakir mahallerinde patlak topundan başka bir şeyi olmayan çocukların değil, dünyadaki tüm fakir çocukların gözyaşlarıydı. Hayatı onlardan çalmışlardı, hem de gözlerinin önünde gözlerinin içine baka baka… Almanya’ya kupayı getiren penaltı ne kadar penaltıysa, dünya da 1990 yılında o kadar eşit, adil bir dünyaydı! Bush ne kadar barış yanlısı ise, Bülent Ersoy ne kadar erkekse o penaltı da o kadar penaltıydı!
1994 Dünya Kupası’nda “sözde” doping skandalından sonra ihracının ardındaki gerçekler asla aydınlanmayacak. Maradona’nın kendisi Amerika’da yasal olan bir enerji içeceği aldığını iddia ediyor. Bazıları FIFA’nın kupanın daha çok para kazandırması için Maradona ile anlaştıklarına ve doping kullanmasına izin verdiklerini ileri sürüyor. Bence hiçbiri önemli değil, rahmetli İslam Çupi’nin yazdığı cümle öylesine güzel ki: “O gün Maradona doping almış olabilir ama bu sadece büyük bir ustanın kendisine tapan milyarlarca insana layık olabilme çabasından başka bir şey değildir” Benim üzerine ekleyecek tek bir sözüm var, eğer Maradona o gün dopingliyse neden gönüllü olarak doping testine gitti? Gerçek her neyse, o gün Maradona’nın bacaklarını, biz futbol dilencilerinin de yüreklerini paslı bıçaklarla kestiler… Bir daha futbol asla o kadar güzel olmadı… İsterseniz Bangladeş’in Dakka şehrinde sokaklara dökülen 20.000 insana sorun: “Maradona’nın oynamasına izin verilmezse Dakka’yı yakarız!”
Bütün bunlar Maradona ile karşılaştırılabilecek ender isimlerden Pele’nin başına hiç gelmedi. Çünkü Pele hep, herkese gülücükler dağıttı, rolünü çok iyi oynadı, her devirde herkesin adamı oldu. Ama işte Roberto Carlos’un da açıkça söylediği gibi: “Maradona’nın yanında hiçbir futbolcunun adı bile geçemez”
Futbolu bıraktıktan sonraki sağlık sorunları, azgın ve yüzsüz medyanın kendisine hiç rahat vermemesi hepimizi çok üzdü şüphesiz. Ama şimdilerde futbolun emekli Tanrısı o 12 yaşında top sektirdiği zamanlardaki gibi mutlu gözüküyor en azından. Bir kolunda Che dövmesi Fidel Castro ile karşılıklı top sektiriyor… Güney Amerika’yı birleştirmeye çalışan Chavez’in en yakın arkadaşlarından birisi… Arjantin halkı ile beraber sokaklarda Bush’u protesto ediyor… Ve kendisine bahşedilen Tanrı’nın Eli’ni dünyanın daha güzel bir yer olması için kullanıyor… Bir zamanlar ki Allah’a binlerce kez şükürler olsun, ben o “bir zamanlar”ın hepsini gözlerimle gördüm, yeşil sahalarda futbolun İsa’sı olarak tüm dünyanın ruhunu aydınlattığı gibi, şimdi de aydınlatmaya devam ediyor… Meşin yuvarlak onun kadar kimseyi sevmemişti, şimdi de dünya kimseyi onun kadar sevmemeye devam ediyor… Onun adına kurulan Maradona Kilisesi güzel ama aslında biz futbol dilencilerinin yüreklerindeki tapınaklardan daha büyük yerinde zaten sonsuza kadar yaşanmayacak mı?
29 Haziran 2008 Pazar
19 Haziran 2008 Perşembe
Galatasaray ve Fenerbahçe neden birbirinden nefret eder: FB-GS dünya derbisi ise Barça-R.Madrid feza derbisi mi?
Sadece Türkiye’de “dünya derbisi” muamelesi gören bizim yerel derbiyi izlerken, bir kez daha neden Fenerbahçe ve Galatasaraylıların birbirlerinden bu kadar nefret ettiğini anlamaya çalıştım. İki takımımız arasında en küçük bir siyasi dava yoktu, her ikisi de Kurtuluş Savaşı’nda kendince mücadele etmiş, hiçbiri ne sağın sembolü Menderes’in ne de solun idolü Deniz Gezmiş’in asılmalarına en ufak bir kurumsal tepki göstermemişti. Aleviler özellikle Galatasaray ya da Fenerbahçe’yi tutmuyordu. İşçiler ve patronlar, ev sahipleri ve kiracılar sosyal sınıf savaşında esirgedikleri mücadeleyi her iki takımın formalarını eşit bir şekilde giydiklerinde ölümüne sergiliyorlardı. Bir kez daha anladım ki Türkiye’de futbol sadece futboldu ve de sadece potansiyel şiddet dozu yüksek olduğu için “dünya derbisi” olduğunu sandığımız FB-GS yerel derbisi bunun en somut örneğiydi.
Skor basınımız her ne kadar FB-GS ezeli rekabetine trajikomik bir şekilde “dünya derbisi” misyonunu yüklemeye çalışsa da aslında bizim derbi tıpkı Liverpool-Manchester United derbisinde olduğu gibi sadece bir skor rekabeti, daha fazlası değil… Maçtan sonra yapılan tüm espriler, yorumlar da skortif karakterliydi: Evet, Feldkamp’ın beğenmediği Orkun kalesinde devleşmese Fenerbahçe yine tarihi bir fark atabilirdi ama skor tabelasındaki fark, dünyanın geri kalanını sadece bir dakikalık bir özet görüntüye sığacak kadar ilgilendiriyor. Dünya derbisi deyince skor sadece bir ayrıntıdır çünkü bir dünya derbisinde önemli olan iki ezeli rakibin birbirini kaç farkla yendiği değil, hangi farklı görüşü, hangi farklı dünyayı, hangi farklı futbol dinini temsil ettikleridir.
Eğer FB-GS derbisi, skor basınımızın Türk’e Türklük propogandası yaparak iddia ettiği gibi bir dünya derbisiyse, o zaman Barcelona-Real Madrid arasındaki ezeli rekabet “El Classico” derbisi tüm evreni, uzayı ilgilendiren bir tarihsel varoluş meselesidir. Dünyayı durdurmaya çalışan muhafazakarlarla, değişmeyen tek şey olan değişimin kendisini daha da hızlandırmaya çalışan başka bir dünyayı talep edenler için futbol sadece futbol değildir, bir hayat memat meselesinden bile çok daha önemlidir. Barcelona teknik direktörlerinden Bobby Robson’ın bir zamanlar dediği gibi Barselona şehri bağımsız bir futbol ülkesidir ve FC Barcelona da onun ordusudur. Madalyonun diğer yüzündeki Real Madrid de tüm çabalarına rağmen ateşli silahların başaramadığını silahlar yerine paha biçilmez futbol ayaklarının, kafalarının, taktiklerinin Barcelona karşısına diktiği tarihsel futbol ordusudur.
Tarihsel açıdan önce Real Madrid’in tohumları futbol dünyasına atılır. Madrid’e futbolu getirenler başını Cambridge’li ve Oxford’lu Britanyalı öğrencilerin çektiği gençlerin kurduğu Football Sky kulübüdür. O zaman Madrid’de futbol öylesine büyük bir yeniliktir ki futbol da sadece futboldan ibarettir. 1920’ye kadar birçok kez kendi içinde defalarca bölünen ve isim değiştiren “Futbol Gökyüzü” takımı 1920’de Real Madrid’e dönüştüğü andan itibaren artık Madrid’de futbol sadece futbol olmaktan çıkmış, iç savaşın eşiğindeki İspanya’da kral ve kraldan çok kralcılar bir zamanların futbol delisi öğrencilerin takımını kralcıların futbol gücü olarak kutsamıştır. 16. yüzyılda dünya tarihinin ilk modern anlamda global imparatorluğu olan sömürgeci İspanya’nın merkezi Kastilya bölgesindeki kral ve diğer tutucu siyasi güçler, futbolun içinde barındırdığı toplumsal gücü keşfedip Real Madrid’i evlat edindiklerinde iç savaşın arifesinde Pandora’nın kutusu gibi tehlikeli futbol savaşını da başlatmış olurlar.
Diğer yandan İspanya’nın bir zamanlar en ileri bölgesi olan Katalonya, Fransız Devrimleri’den sonra kendisini yeniden keşfetmekle meşguldur. Ekonomik bağlamda Kastilya ve Madrid’den hiçbir eksiği olmayan bölgenin ruhsal başkenti Barcelona, iç savaş öncesinde bambaşka bir dünyayı soluyordur. Avrupa kıtasındaki ikinci bir kültürel, siyasi rönesansın merkezi olan şehir, Avrupa’nın tüm maceracı ruhlarının toplandığı uçsuz bucaksız bir düşünce tarlasıdır. Bu Barcelona’ya göç eden maceraperestlerden en ünlüsü olan Hans Gamper, şehre geldikten kısa bir süre sonra Barselona’ya duyduğu aşk yüzünden adını bir Katalan ismi olan Joan Gamper’le değiştirdiğinde FC Barcelona’nın temelleri atılmış olur. “Sürgündekiler” anlamına gelen Los Deportes gazetesine verdiği ilanda Barselona şehrine yakışır bir futbol takımı kurmak istediğini ilan eder. İlana cevap veren aralarından birinin adının Carles Puyol olduğu sporcularla bir araya geldiğinde, 29 Kasım 1899’da FC Barcelona efsanesi doğar. İlk yıllarında diğer takımlara göre son derece fakir olan kulüp, yok olma aşamasına geldiğinde kulübü kurtaracak olan yine Joan Gamper’dir: “Barcelona’nın ölmesine asla izin veremem, bu takım bir kulüpten çok daha ötesidir. FC Barcelona, ruhsal merkezi Barselona olan Katalonya’nın, ‘öteki İspanya’nın ta kendisidir. FC Barcelona’nın misyonu Katalonya’ya, insanlığın özgürlük savaşına hizmet etmektir. Bu misyonu gerçekleştirmek için başkan oluyorum”
Artık Barcelona takımı, şehrin ruhunda doğan ve İspanya’nın kalanına yayılan cumhuriyetçilik, demokrasi, insan hakları, laiklik, bölgesel otonomi, kültürel özerklik, sosyalizm, sendikalizm, hümanist anarşizm gibi modern dünyanın en anlamlı çığlıklarını haykıran bir futbol ülkesidir. Buna karşın kralın ve kraldan çok kralcıların merkezi olan Kastilya’dakilerin bağrına bastıkları Real Madrid, %100 İspanyolluğun, merkeziyetçiliğin, muhafazakarlığın, kilisenin, Katolikliğin ve Rivera’nın kilise soslu askeri diktatörlüğünün temsilcisine dönüşür.
1936’da İspanya İç Savaşı başladığında ise artık her iki futbol takımı arasındaki rekabet tarihin geri kalan bölümünde asla sadece futbol topuna sığmayacak kadar büyümüştür. Barselona’da filizlenen solcu Halk Cephesi, Rivera diktatörlüğünü devirip cumhuriyeti ve başta Katalonya olmak üzere İspanya’yı oluşturan tüm bölgelerin otonomisini ilan ettiklerinde, Kastilya’daki muhafazakar geleneklerin hepsi sağcı general Franco’nun etrafında toplanır. Aslında kimse Real Madrid’de oynayanlara ya da kulübü yönetenlere “Franco mu, Cumhuriyet mi?” diye sorma zahmetine bile katlanmamıştır. O zamanki Real Madrid başkanı olan Cumhuriyetçi’leri destekleyen solcu Rafael Guerra da Barcelona başkanı Josep Sunyol gibi Franco’nun karanlık güçlerinin işkence odalarında aynı acı kaderi paylaşacaktır.
Ama bu olay, her iki kulüp arasındaki son ortak noktadır. Cumhuriyetçiler, Franco zulmüne karşı dünyanın dört bir yanından aralarına katılan gönüllüler ile beraber mücadele ederken FC Barcelona’yı “İspanya Cumhuriyeti’nin elçisi” sıfatıyla Meksika ve Amerika’ya gönderirler. Takımın başında İrlandalı bir cumhuriyetçi olan teknik direktör Patrick O’Connell vardır. 1925 yılında bir maçtan önce Barcelona taraftarları Kralcı İspanya marşını yuhaladığında başkan olan Gampar, Rivera diktatörlüğü tarafından “İspanya’nın düşmanı dış mihrak” ilan edilerek sınır dışı edilmişti. Bu olaydan sonra kulübün menfaatlerini kendi hayatının önünde tutarak istifa eden ve İsviçre’ye dönen Gampar intihar ettiğinde kulüp ekonomik olarak çok zor bir döneme girmişti. O’Connell yönetiminde Meksika ve Amerika’da oynadığı maçların hasılatıyla ayakta kalan Barcelona bir kez daha küllerinden doğarken, O’Connell da Gamper’le aynı kaderi paylaşarak Londra’da bir sokakta beş parasız açlıktan ölecekti.
İspanya İç Savaşı’nda bir milyona yakın insan hayatını en acı şekilde kaybederken, Madrid’de doğmasına rağmen uzun süre Barselona’da yaşayan ve adı Katalonya direnişiyle özdeşleşen Picasso, savaşın resmini, efsanevi Guernica tablosunu yapacaktı. Picasso’ya göre resmi “yapan” kendisi değil Franco ve ona yardım eden Naziler’di. Başta Katalonya olmak üzere iç savaşın yaraladığı tüm yüreklerde direniş Guernica ve FC Barcelona’nın bayraklarında sonsuza kadar sürecekti.
Nazilerden fazlasıyla yardım alan Franco, iç savaşı kazanıp diktatörlüğünü ilan ettiğinde başta Katalanca olmak üzere Barselona’yı temsil eden ve Barselona’nın temsil ettiği her şey yasaklanmıştı. Yasakları delmeyi düşünmenin bile sonucu idamdı. Daha önce kralcı marşı yuhaladığı için başkanı sınır dışı edilen, puanları silinen FC Barcelona için o günler bile Franco rejiminin yanında kulübün altın çağıydı. 8 sezonda 6 kez Katalanya şampiyonu olmuşlar ama Real Madrid’le oynadıkları resmi maçların sadece 4’ünü kazanabilirken 13’ünde sahadan yenik ayrılmışlardı. Franco, demir yumruğunu ilk olarak İspanya’daki “bölücü Katalan isyanı”nın merkezi olarak gördüğü FC Barcelona’ya indirmiş, önce kulübün sosyal tesislerini bombalatmış, sonra da Cumhuriyetçi iktidar zamanında İspanya’nın elçisi sıfatıyla Amerika turnesine giden takımda forma giyen oyuncuları vatandaşlıktan atmıştı.
Buna karşın, Real Madrid’in içindeki tüm kendisine muhalif unsurları yok eden Franco, kulübün yönetimine de kendi adamlarını yerleştirdi. Tüm İspanya’da Katalanca ve Katalan isimler yasaklanırken, Nou Camp’tan önce FC Barcelona’nın mabedi olan Les Corts, Katalanca’nın gizli de olsa konuşulduğu tek yer olmaya başladı. 1943’teki İspanya Kral Kupası yarı finalinde Barcelona, Real Madrid’le eşleşecek ve ilk maçı 3-0 kazanacaktı. Rövanş maçından önce ise Franco’nun devlet güvenliği direktörü, Barcelona oyuncularını yanına çağırdı: “Size bir hatırlatma yapmak istiyorum. Unutmayın ki sizlere hayatınız bağışlandıysa ve futbol oynamanıza izin veriliyorsa, bunların hepsi de Franco’nun insani cömertliği sayesinde. Rövanşta merhametimizi zorlamayın”
Rövanş maçı, Franco’nun “uyarısı”ndan sonra 11-1 Real Madrid’in üstünlüğüyle sonuçlandı! Santiago Bernabeu, 1945’te Franco’ya yakın çevrelerin önerisiyle Real Madrid başkanlığına getirilmiş, kulüp İspanya’daki tüm takımların toplamı kadar büyük bir bütçeye sahip olmuştu. Buna rağmen Real 1954’e kadar tam 20 sene La Liga’da şampiyonluk yüzü görmedi. Aslında o zamanlar dünyanın en büyük futbolcusu olan Di Stefano’yu son anda Barcelona’nın elinden “çalmasalardı”, 1954’te de şampiyon olamayabilirlerdi. Arjantinli futbol virtüözü, 1953 yazında Barcelona’yla anlaşmış, kulübü Millonarios, çetin geçen pazarlıklardan sonra o zamanlar dünyanın en büyük futbolcusu olan oyuncularını Barcelona’ya satmıştı. Di Stefano, Barcelona’ya imza attığında FIFA bu transferi onaylayacak ancak son anda İspanya Futbol Federasyonu bu transfere engel olacaktı. Federasyon önce, yabancı oyuncuların İspanya’da forma giymesinin yasak olduğunu ileri sürdü, Barcelona federasyonla görüşürken ise Santiago Bernabeu devreye girerek Di Stefano’yu Real Madrid’e transfer etti. Arjantinli futbol virtüözü, bir hafta sonra Real formasıyla Barça’ya 3 gol atarken, Franco rejimi bir kez daha Barça’nın hayallerini çalmış ve “kendi” takımları olan Real’e Di Stefano’yu hediye ederek, 1954 ve 1955’in La Liga şampiyonunu önceden belirlemişti.
İspanya Federasyonu’nun Di Stefano “darbesine” rağmen 1950’li yıllarda Barcelona, Real’e meydan okumaya devam edecek, her iki ezeli rakip 4’er kez La Liga şampiyonu olacaktı. Bunda iç savaştan sonra insanların yüreğinde tam ortadan ikiye bölünen İspanya’daki soğuk savaşın da büyük etkisi vardı. Artık her İspanyalı, önce kendi takımını sonra da Real ve Barça’dan bir tanesini tutuyordu. Solcular, özerklik yanlıları, insan hakları savunucuları için Barça’nın Real’e attığı her gol, Franco diktatörlüğünün duvarına vurulan bir çekiçti. Diğer yandan ise Real Madrid’in başarıları, tarihi imparatorluğun, merkezin, krallığın “bölücü asiler”in kafasına indirdiği balyozdu.
1960’lı yıllar Barça tarihinin “Celali isyanları” dönemi oldu, kulüp öncelikle Di Stefano transferinden kaynaklanan iç çalkantılar ile istikrarlı bir istikrarsızlığa mahkum olurken, “can düşmanı” Real Madrid, Di Stefano’nun yanına eklediği Puşkaş, Gento gibi gelmiş geçmiş en büyük futbol sanatçılarından oluşan kadrosuyla fırtına gibi esti. 1960’lar aynı zamanda “El Classico”nun Avrupa Kupaları’nda da eşsiz bir futbol rekabetine dönüşmesine tanıklık etti. Barça, Real’le “daha eşit şartlarda karşılaştıkları” Avrupa Kupaları’nda, bir kez rakibini yenerek Avrupa şampiyon olmuş, buna karşın Real o yıllarda yaşadığı sayısız Avrupa şampiyonluklarından birini Barça’yı yenerek kazanmıştı.
Real kasırgası başta İspanya olmak üzere tüm Avrupa’da tüm şiddetiyle eserken La Liga’da en son 1960 yılında şampiyon olan Barça, 1974’te yeniden doğacaktı. El Classico tarihinin en büyük rövanşını bizzat Johann Cruyff olabilecek en anlamlı şekilde aldı. O yıl, dünyanın en iyi futbolcusu olarak gösterilen Hollandalı futbol tanrısı, Real Madrid kendisini ısrarla transfer etmek istemesine rağmen, herkesi şaşırtarak Barcelona’ya imza attı. “Asla, ne kadar para verirlerse versinler, Franco gibi bir katilin takımında oynamam” diyerek İspanya’ya gelen Cruyff, önce muhteşem futboluyla Barcelona’yı 14 yıl sonra şampiyonluğa taşıyacak sonra da oğluna Barselona şehrinin azizi Jordi’nin adını vererek tarihin akışını değiştirecekti. Barça, Santiago Bernabeu’da Real’i Cruyff’un tanrısal yeteneğiyle 5-0’lık hezimete uğrattığında tarih yeniden yazılıyordu. Cruyff, Franco’ya hayatında yediği en anlamlı tokadı atmış, çatırdamakta olan diktatörlüğü ilk olarak futbol sahasında devirmişti. Aynı günlerde Franco’nun hastalanması ve bir sene sonra ölmesi Barça’lılar için son derece anlamlıydı: “Cruyff o kadar güzel oynadı ki Franco acısından öldü.”
Franco’nun ölümünden sonra Juan Carlos’un İspanya’yı demokratikleştirme sürecinde her iki kulüp arasındaki rekabet azalmadı hatta artarak devam etti. Endüstriyel futbol çağında Barça ve Real, dünyanın en zengin ve en başarılı iki takımına dönüştü. 2000 yılında Barça kaptanı olan Portekizli Figo’nun daha fazla para uğruna Real’e transfer olmasından sonra Barcelona’lıların Figo’ya fırlattıkları kesik domuz başı karşılıklı nefretin en somut görüntüsü oldu. Her ne olursa olsun, futbol sanatı adına en güzel maçlar hep Real Madrid-Barcelona arasında oynandı. Bu sonsuz rekabet, İspanya’nın önce askeri darbecileri yargılayıp mahkum ederek başlattığı demokratikleşme ve bölgeler arası eşitliği Avrupa’nın kalanına örnek teşkil edecek bir biçimde yeniden tesis etme sürecinde Avrupa’nın en güzel futbol oynanan ligini yarattı.
Biz küçükken Santillana’lı, Butragueno’lu Real Madrid fırtınası vardı. Cruyff bir kez daha bu kez teknik direktör olarak Barça’ya dönüp, futbol sanatı adına gelmiş geçmiş en görkemli futbol takımını yaratana kadar Real Madrid’i oynadığı futboldan dolayı severdik; o zamanlar Franco’dan haberimiz bile yoktu. Sonra bir gün kendi babalarımızın da bizim Franco’muz olan Kenan Evren’in zindanlarında uğradığı eziyetleri öğrendiğimizde, tarih yüzümüze çok fena bir tokat attı. Redondo’ya, Roberto Carlos’a, Zidane’a rağmen Real’i sevmeyi ayıp saydık, bir anda en fanatik Barça’lı olduk. Halbuki bir zamanlar, Real Madrid başkanı olan Rafael Guerra da Franco zulmüne maruz kalmış, babalarımız gibi ülkesinden sürülmüş, vatandaşlıktan çıkartılmıştı. Bir El Classico’da Figo’nun kafasına atılan kesik domuz başının gölgesinde Guerra’ların, O’Connell’ların, Gamper’lerin, Sunyol’ların, Di Stefano’ların başrolde olduğu hiç bitmeyecek en güzel futbol filmine tanıklık ederken Fenerbahçe ve Galatasaray’lıların birbirinden neden bu kadar nefret ettiğini boşuna anlamaya çalıştık.
Kalecilik başlı başına bir deliliktir: Ravelli
Francis Bacon’ın demek istediğini en iyi Ravelli anlar: “İnsan tabiatında akıllıktan ziyade delilik vardır”. Nicolas Boileau’ya da hak verir Ravelli: “Hayat delilerle doludur; deliliğe rastlamak istemeyen kendisini evine hapsetse de yetmez, aynı zamanda evdeki bütün aynaları da kırması gerekir…” Ama yine de Ravelli’nin durumunu en iyi Schumacher anlatabilir: “Kalecilik başlı başına bir deliliktir. Sahanın diğer ucunda dünyaları kaçırıp kazara da olsa bir tane gol atmayı başaran forvet kahraman olurken, sen dünyaları kurtarır, bir tane yiyince rezil olursun. Buna bile bile devam etmek delilik değilse, delilik nedir ki?”
Son sözü Schumacher’in demek istediğini yıllar önce formüle eden Einstein söyler bu tartışmada: “Delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir” Tam 22 yıl aynı şeyi yaptı Thomas Ravelli… 143 kez İsveç Milli Takımı’nın kalesini korudu.. Eğer maçlardan önce doping kontrolü değil de psikolojik testler yapılsaydı, Ravelli çoktan bir akıl hastanesinde alırdı soluğu. Üstelik orada diğer delilerle maç yaparken bile diğerleri onun yanında ilim adamı kalırdı!
İlk olarak o anda fark etmiştim Thomas Ravelli ile küçüklüğümüzün en çok iz bırakan dizi filmlerinden A Takımı’ndaki deli Murdock’ın birbirlerine tek yumurta ikizi gibi benzediklerini… Herkes Kennet Andersson, Brolin, Larsson ve Dahlin’den bahsederken kaş göz arasında İsveç’i Dünya Kupası’nda yarı finale kadar taşıdığı Romanya maçının o kırılma anında… O anda bir tımarhanenin bahçesinde topun olmadığı hayali bir maçta oynuyormuşçasına kahkahalar atan Ravelli’nin karşısında gelmiş geçmiş en büyük futbol sanatçılarından George Hagi vardı… Daha birkaç maç önce orta sahayı geçer geçmez sol kanattan yaptığı şandelle dünyanın en iyi kalecilerinden birisi olan Oscar Cordoba’yı avlamıştı Karpatların Maradonası… Korkmamak mümkün değildi top Hagi’nin ayağına geldiğinde… Ama Ravelli o anda önce sol köşeye doğru atlamış, sonra da top sağ tarafına doğru falso alınca yüzündeki binlerce çılgına pabucunu ters giydiren ifade ile havadayken sağa doğru 180 derece kıvrılıp şimşek gibi gelen topu kurtarmıştı. Üstelik topu çelmemiş, şimşeği çeken paratoner misali topu patlamış gibi ellerinde küçültmüş, 23 Nisan kutlamalarındaki Polonya halk danslarını andıran hareketler yaptıktan sonra dönebilecek muhtemel bir topu tamamlamak isteyen Dimitrescu’nun saçlarını okşamaya başlamıştı… O anda o hareketin aynısını hiçbir futbolcu değil, sadece A Takımı’nda Murdock senaryo gereği yapabilir ama en fazla Ravelli kadar inandırıcı olabilirdi. Ravelli o andaki yüz ifadesinde ne Hagi’nin ustalığını aşağılamış, ne de Dimitrescu ile alay etmişti. O anda sadece deliliğin nasıl da en kestirme bir kaçış yolu olduğunu tüm dünyaya haykırmış, sonu olmayan, hiç bitmeyen yolda dörtnala giderken tüm dünyaya yakalanmıştı.
Nasıl A Takımı’nın her bölümünün başında çetenin yakışıklısı Face bir şekilde Murdock’ı akıl hastanesinden kaçırıp maceraya dahil ediyorsa, sanki Brolin ve Kennet Andersson da her maçtan önce Ravelli’yi kapattıkları tımarhaneden bir şekilde kaçırıyor, maçlara getiriyordu! Nasıl Murdock olmasa A Takımı, hiçbir suçluyu yakalayamazsa, Ravelli olmasa da İsveç çoktan elenebilirdi… İşin garibi İsveç’in siyahi oyuncuları Dahlin ve Henrik Larsson bile Ravelli kadar ateşli ve çılgın değillerdi. Aksine İskandinavya’ya özgü ölümcül bir soğukkanlılık ile siyah ırklarının Allah vergisi süper yeteneklerini birleştirip yeni bir İsveç rüzgarı estiriyorlardı. Yıllar sonra öğrenecektik ki 90 dakikanın tek bir saniyesinde bile klasik bir İsveçli gibi davranmayan ya da davranamayan Thomas Ravelli aslında etnik olarak bir İsveçli değildi zaten.
Soyadından da anlaşılacağı gibi aslında İtalyan kökenli olan Thomas Ravelli, 13 Ağustos 1959 günü Vaxjö’de dünyaya gelmiş, önce şansını marangozlukta denemiş, kısa bir süre sonra da kaleciliğe başlamıştı. Büyük ihtimalle kale dışında bir mevkide oynasaydı, Pascal Nouma ve Hasan Şaş bile Ravelli’nin yanında en fazla bir Ergün Penbe ya da Oğuz Çetin kadar hırçın kalırlardı… Belki de o yüzden Thomas Ravelli’yi daha futbol topuyla haşır neşir olmaya başladığı ilk andan itibaren kaleye hapsetmişlerdi.
Ama sorun birçok akıl hastalığı vakasında olduğu gibi Ravelli’nin çocukluğunda falan da değildi. İkiz kardeşi Andreas da kendisi gibi futbolculuğu seçmiş, o da İsveç Milli Takımı’nın formasını defalarca giymiş ama bir kez bile ne top toplayıcı çocuğu dövmeye kalkışmış, ne de rakibi topu dışarı atınca gidip kahkahalar atarak başını okşamıştı. Sadece aynı gün doğmuşlardı, hepsi buydu!
Belki de iki direğin arasına hapsedilmek deliliğe özgü bir lanetle, müebbetle cezalandırılmış olma durumuyla eş anlamlıydı, o yüzden Thomas Ravelli değil ikiz kardeşine, yeşil sahalara ayak basmış hiç kimseye benzemedi. Schumacher artık bir daha iyileşemeyecek kadar delirdiğinde Türkiye’ye kaçmış, Zubizarretta Barça’nın kalesini hiç bitmeyecek bir tufana terk ederek Valencia’ya sığınmıştı. Ravelli de tıpkı onlar gibi yediği her golden sonra kendisini daha da lekelenmiş hissedecek, istatistik bilimi onun için de bir yerden sonra kaleci kıyımı ile aynı anlama gelmeye başlayacaktı. Ama kaçacak başka bir yeri yoktu Ravelli’nin… O çoktan sonu olmayan bir yola girmiş, Thomas Ravelli olmuştu. Kariyerinin son yılı hariç sadece İsveç Ligi’nde kalecilik yaparken, başka bir ligde Ravelli’nin Ravelli olarak kabul edilmeyeceğini adı gibi biliyor, iki direğin arasındaki o huzurlu bataklıkta hiçbir zaman normal insan taklidi yapmaya çalışmıyordu. Son yıllarında Amerika’nın Tapma Bay Mutiny takımında forma giyerken de aniden “Motivasyonumu kaybettim, burada her şey çok normal ve sıkıcı” diyerek aniden futbolu bırakırken de normal insan taklidi yapmaya tenezzül etmeyecekti.
Belki de sadece içinde yeşermiş futbol oynama, topları yakalama sevincinden sürekli gülüyordu Ravelli… Hele hele söz konusu olan penaltılarsa kalecinin topu yakalaması normal bir insanın gökyüzünden düşen yıldırımı, çakan şimşeği yakalamaya çalışmasına benziyordu Schumacher’in de dediği gibi… Ama Ravelli, kalecilerin müzmin penaltı korkusunu yenerken, sadece kendisine özgü korkusuzlukla deliliğin birbirine teğet geçtiği ince çizgilerde tüm 1 numaraların makus kaderini değiştirdi farkında olmadan da olsa. O Romanya ile oynadıkları çeyrek finalin maçında sanki penaltıları atanlarla, tutmaya çalışanlar yer değiştirmiş… Kalesinde her an penaltıyı kullanacak oyuncuyu öldürmeye hazırmış gibi bakan Ravelli karşısında Rumen oyuncular, eskiden kalecilerin olduğu gibi kurbanlık koyunlara benzemişlerdi. Bu bir kadının bir erkeğe tecavüz etmesi, ya da bir adamın köpeği ısırması kadar eşine az rastlanır bir durumdu. O esnada Ravelli’nin gözlerinden yayılan hiddet karşısında, sadece Rumenlerin değil, hangi milletten olursa olsun herkesin eli ayağı titrer, kale daha önce hiç olmadığı kadar küçülür, kaleci de bu kadar devleşirdi.
Sadece kaleciliğin çocuk doğurma ya da sünnet olma anları gibi olan penaltılar esnasında değil, yan toplarda, cepheden gelen şutlarda, karşı karşıya kalınılan pozisyonlarda da Thomas Ravelli sadece kendisine özgü bir kalecilik bienali sergilerdi. Çoğu zaman bir yan topa çıkarken, önce kendi savunma oyuncularını iter kakar, sonra da rakip oyunculara bağırıp çağırmaya devam ederken, kimsenin yükselmeye cesaret edemediği kadar yükseklerde adeta asılı durup bir şekilde topu yakalardı. Degaj anları ise Ravelli’nin maçlara attığı asla futbol hafızalarından silinmeyecek en çılgınca imzalarıydı. Önce topu sanki patlakmış gibi tüm hiddetiyle sektirir, o kadar koşup nefes tüketmesinin acısını o anda toptan çıkartır, sonra da hiçbir şey olmamışçasına bir sirkteymiş gibi belinin arkasından çevirirdi. O anda tüm savunması hiç olmadığı kadar rahatlar, herkes maç yeni başlıyormuş gibi sahaya yayılırdı. Önce takım arkadaşlarının hepsinin ileri gitmesini işaret eden Ravelli, herkesin ileri gittiğine ve etrafta hiç rakip oyuncu kalmadığına emin olduğunda birden topu eliyle en yakın takım arkadaşına atar, herkesi ter köşeye yatırırdı.
Hani o yaptığı hareket maçın kırılma anındaki bir gol pası olsa herkes anlardı ama sadece oyunu başlatan bir pastı işte! Ama aslında tüm o anların toplamına bakınca o son derece basit ve saçma gözüken Ravelli’nin oyunu başlatan paslarının aslında İsveç’in yarı finale kadar gelmesinde oynadığı rol hiç gözükmediği kadar hayatiydi. İsveç kontrataktan tek bir gol dahi yemezken, rakip kalede kornerlerden gol aradığı anlarda bile Ravelli’nin kontrolünde bir nevi “kontradefans” organizasyonu yapıp maçı sürekli kontrolü altında tutardı.
Bir de o unutulmaz degaj anlarından bazılarında, sonradan Oscar Cordoba ile özdeşleştireceğimiz ani kontratak uzun pasları vardı. Bu kez top eline geçer geçmez sanki önündeki rakipler insan etinden değilmiş de pamuk ya da keten yığınındanmış gibi adeta içlerinden geçerek penaltı noktasına kadar gelir, topu atacağı arkadaşına değil de sadece elindeki topa bakarak aklınca rakiplerine bir kaleci olarak feyk atardı. Yine o anda dışarıdan bakınca son derece anlamsız ve saçma gözüken bu hareketten sonra Larsson, Dahlin ya da Andersson, Ravelli’nin tek topuyla buluşup golü attığında Ravelli’nin yıllardır deli taklidi yaparak hepimizi uyuttuğuna ve aslında tam da bu yüzden en akıllımız olduğunu düşünmekten kendimizi alamazdık.
Birçok pozisyonda biz “Top kaleye girecek bu deli Ravelli neden atlamıyor?” diye düşünürken bir anda sanki Kremlin kapısında nöbet tutan Rus askerleri kadar ciddi ve sert bir edayla büyük büyük adımlar atarak yürümeye başlar; sonra da top auta çıktığında kameraya dil çıkarırdı. İşte o anlarda Ravelli’nin aslında deli mi yoksa dahiyane bir kaleci mi olduğunu bir türlü hiç anlayamazdık. Belki de o anda bunun nedeni daha önce hiç la Rochefoucauld okumamış olmamızdı. Sonradan okuduğumuzda Ravelli’yi Ravelli yapan en önemli gerçeği nihayet anlayabilecektik: “En yaman delilik, en yaman akıl ve hikmetten doğar”mış meğerse!
Rochefoucauld’dan sonra neden sürekli olarak rakip forvetlerle karşı karşıya kaldığı pozisyonlarda topu kurtardıktan sonra oyunu başlatmak yerine rakibinin suratına bağırıp çağırmasının da sırrını çözdük. O andan önce biz Ravelli’nin sadece bir tek golü kurtardığını sanırken o aslında rakip forvetin suratına haykırdığı anlarda rakibini psikolojik olarak bitirerek onlarca muhtemel gol pozisyonunu daha doğmadan önlüyordu. Belki de o yüzdendi, forvetler topu kalesine sokamayıp dışarı attığında, çılgınca kahkahalar atıp bir anda dans etmeye başlaması ya da felç olmuş gibi kasılıp kalması; Yaşin, Dassaev, Meier gibi mükemmel kaleciler varken kendisine Grobbelaar’ı örnek alması…
Aslında Ravelli’nin o anlarda bize kusurmuş gibi gelen hareketleri, Fransız filozof Alain’in dediği gibi bizim büyütülmüş kusurlarımızdan daha fazla bir şey değildi. Hangimiz kaleye geçtiğimizde sıkılıp rakiplerimize dil çıkarmak, auta çıkan topun arkasından Prodigy çalıyormuş gibi dans etmek istememiştik ki? Sahada geriye kalan herkes bir dersin teneffüsündeki gibi oradan oraya koşarken, sürekli iki direk arasında kalmak başlı başına ölümcül bir sıkıntı değil de neydi ki? İşte Ravelli, yaptığı her hareketinde o ölümcül sıkıntıyı bir daha peydahlanmamak üzere öldürmüş, kaleciliğe bile neşe katmayı başarmıştı. Bunu yaparken de ne zamanının diğer iflah olmaz deli kalecileri Higuita gibi olmayacak yerde top kaptırıp takımının gol yemesine sebep olmuş, ne de eliyle çok rahat tutabileceği bir topu ayaklarının arkası ile çıkartmaya çalışıp kalbimize indirmişti. Sadece kaleden akılla deliliğin aslında tek yumurta ikizi olduğunu haykıran sonsuz bir neşe yaymıştı etrafa. Tüm bunları yaparken de kaşla göz arasında Murdock misali filmin kırılma anının gizli kahramanı olmuş, Göteborg’u defalara şampiyonluğa, İsveç’i de tarihinde ilk ve şimdilik son kez Dünya Kupası Üçüncülüğü’ne taşımıştı.
Belki de en iyi biz Türkler anladık Ravelli’yi… Belki de o yüzden haftalardır F Dergisi okuyucuları sürekli Ravelli’yi yazmamız için bize mesajlar yolluyorlar. Biz Türkler ki yetiştirdiğimiz en iyi kaleci olan Rüştü’yü bile birkaç kez hatalı gol dedi diye ezeli kovalığa, tavukkaralığına terfi ettiriyoruz, o zaman kalecilik söz konusu olduğunda bizi ancak Ravelli paklar… Bir İsveç-Türkiye maçında yine kalesinde sıkılıp sahaya giren yasa dışı pankartlı göstericiyi sanki kendisi saha komiseriymiş, gösterici de tavukmuş gibi paketlemekten beter edip bir de asıl görevlilere teslim ederken paket fiyongu yapıyormuş taklidi yapan Ravelli… Dünya Kupası Yarı Finali’nde karşısında sadece o zamanın değil tüm zamanların golle en eşanlamlı oyuncularından Romario ile karşı karşıya kalıp topu çelmeyi başardığında Dünya Kupası’nı kazandıran penaltıyı kurtarmış gibi delice kahkahalar atan Ravelli… Çoğu zaman adeta kaleci olduğu için kendisiyle alay ediyormuş gibi kafasına hasır şapkalar takan, İsveç Ligi’nde bir maçta hatalı bir gol yedikten sonra kendi yüzüne yumruk atan o ölümsüz delilik!
İnsan çaresizlikten delirir derler Anadolu’da… Sonra da fazla gülenlere “Gülmesene, deli misin?” denir. Ben kendi kendine gülene deli demem, direkt Ravelli derim. Aslında bir gün bir kaleye Ravelli, diğerine de Shorumnu geçmeli! Shorumnu’nun önünde yine Erman Güraçar-Ümit Bozkurt-Ali Eren üçlüsü oynamalı, gelen her yan top gol olmalı, her golden sonra Shorumnu daha fazla sırıtmalı! Ravelli topu kaptı mı önce belinin arkasından çevirip sonra Hasan Şaş’a atmalı, sonra da Hasan Şaş, ortasını Pascal Nouma’ya yapmalı. Takımı Yılmaz Vural çalıştırmalı ve mutlaka oyuncularına kızarken sahanın içine düşmeli, maçı da tabii ki Ahmet Çakar yönetmeli ve Gascoigne Çakar’ın cebinden düşen kırmızı kartı söz verip bikini giymedi hocaya göstermeli! Kadınlar haksız da kim haklı, bu kadar maç seyretmek başlı başına bir delilik değil mi zaten?
Şaka bir yana futbolu bu kadar sevmek, aslında hiç büyümemek, yaşlanmamak istemek bir yerden sonra… Ravelli yazmışken “Deliliğe Övgü”nün ölümsüz yazarı Rotterdamlı Desiderius Erasmus’u da anmamak olmaz: “Gençliğin gidişini ancak delilik durdurur ve yaşlılığın ölümcül can sıkıcılığından bizi ancak delilik uzak tutar” İşte belki de bu yüzden dünyanın dört bir yanında herkes seni bu kadar seviyor Ravelli! Yoksa FIFA 2007’nin Klasik 11’ine Zico, Cantona ve Beckenbauer’in olduğu takımın kalesine seni koymazlardı!